• http://www.youtube.com/watch?v=r-tzucgcjgq

    tek kelimeyle muhteşem bir şiir. videosu da güzel.
  • bana hep aşk hayatında başarısız olan william butler yeats'e yönelik yazılmış bir şiir gibi gelmiştir.
  • zaman zaman dönüp okuma ihtiyacı hissettiğim şiir. evet ihtiyacı diyorum çünkü bu şiiri bildiğin özlüyorum ben, eksikliğini hissediyorum. insanın kendiyle ve hayatla dürüst ve cesur bir biçimde hesaplaşması... yaşlanmak ve hissettirdikleri... "i grow old . . . i grow old . . . i shall wear the bottoms of my trousers rolled" yaşlanmanın hüznünü anlatmak için yeterli bir kuple. sonra kaybetmek ve hissettirdikleri... okurken mutsuzluk ve umutsuzluk hissediyorum, çok fazla hüzün, suratımı astıracak, kollarımı aşağı salıp boş boş bakmama sebep olacak kadar. bunun gibi içimi boşaltan, umudun bünyeden bir uçup gittiği ve hiçbir zaman dönmesine izin vermediği bir diğer şiir de: the raven
  • bu şiiri ilk okuduğumda nedenini tam anlamadığım bir şekilde gözlerim yaşlarla dolmuştu. henüz michelangelo'nun sadece bir ninja kaplumbağa olmadığını yeni yeni idrak etmeye başladığım yaşlara denk gelir bu. sonrasında nedendir bilinmez edebiyatı daha derinlemesine incelenecek bir konu olarak görüp okuluna gittim. şiirleri artık, ölçüsünden tutun da şair bunu yazarken ne yiyordu acaba kısmına kadar inceler hale getirildim. ben buna edebi otopsi yapmak diyorum. neyse bu şiiri o şekilde inceledikten sonra o cahil halimle etkilendiğim kadar etkilenmedim en azından duygusal olarak ama t.s. eliot'ın zekasına bir hayranlık duydum.

    kendisi fazlasıyla elit takılan bir insan olduğu için muhtemelen ikinci tepkimi daha çok beğenirdi. nasıl diyecek olursanız, şiirde örnekleri bolca mevcut bunun. şair burada kanoncu takılır kısacası. böyle bir takım edebi eserleri ve akımları kutsal kitap seviyesine çıkarıp onlara atıfta bulunur. bu atıfları sadece o eserlere ve akımlara hakim olabilen insanlar anlar eliot'a göre. oo eliot dostum sen çok yanlış anlamışsın olayı demek isterdim kendisine. ilk tepkimden de görüldüğü üzre öyle hiçbir şey bilmeden de etkilenebiliyorsunuz şiirden.

    neyse zekasına hayran kalma kısmına gelecek olursak yapısal olarak bir incelemek lazım bu adam ne ölçüsü kullanmış neler yapmış acaba diye. eliot bir sürü farklı ölçü, kalıp kullanır şiirde. coupletler, heroic coupletler, blank verseler havada uçuşur. shakespeare'e gönderme yaptığı kısımlarda iambic pentameter ölçüsüyle yazılmış kafiyeli beyit kullanır mesela. yapısal atıfta bulunmak da böyle bir şeydir.

    özet geçecek olursak, akıllı adamdır eliot. bu şiiri de modern insanın çilesidir. hamlet gibi her şeyi bokunu çıkarana kadar sorgular prufrock. abi, oluruna bırak diyesin gelir. ne oluruna ne de okuruna bırakır eliot. eliot'a göre şiiri anlamak için bazı şeyleri bilmek gerekir ama bazen bazı şeyleri bilmemek bazen daha güzeldir. yani modern insanın, modern dünyanın, t.s. eliot okurken ninja kaplumbağalar yüzünden canınızın pizza çekmesinden daha güzel tanımı var mıdır, söyleyin bana?
  • michelangelo konuşan kadınların porselenli sofralarda yemek yedikleri, hayatını kahve kaşıklarıyla ölçen prufrock'un ise bize zaman olacak, kızarmış ekmek ve çay ikramından önce diye hatırlattığı şiir. şiiri okurken hep aklıma ingiliz çay evleri geldi, beyaz örtülü masalar, uzakta bir piyano. koltukname'de şiirin ilham verdiği bir kızarmış ekmek üstü tereyağı tarifini bulabilir, çay içip kızarmış ekmek yerken şiiri okuyabilirsiniz.
  • "do i dare to eat a peach?" gibi muhteşem bir cümle barındırır. "şeftali yemenin cesareti mi olurmuş canım" demeyin, tabağa koyulmuş bütün bir şeftaliyi çatal ve bıçakla kazasız belasız yemeyi bi deneyin.

    ayrıca kelebek koleksiyonu metaforuna ölürüm:

    "the eyes that fix you in a formulated phrase,
    and when i am formulated, sprawling on a pin,
    when i am pinned and wriggling on the wall."
  • üzerine kapanan sıkıcı ve dar iç mekanlardan, anlamsız bir tartışma gibi uzadıkça uzayan sokaklara, oradan kucaklayan denize açılan en sevdiğim eliot şiiri. yazılanı anında anlayabilecek kadar ingilizce bilmediğimden, şiiri okurken yavaşlamam ve yazılanı kafamda canlandırmam gerekiyor; herhalde bu yüzden, şiirleri yoğun imgeler üzerinden ilerleyen, imgelerin sıralanışına özen gösteren t. s. eliot, e. a. poe gibi şairleri çok seviyorum. o görselliğin kurduğu atmosfer içerisinde şiir ılık bir teşrin gecesi, bir avuç tozda korkuyu görebileceğin kadar yoğun bir tür çağrışım alışverişine dönüşüyor ve hiçbir zaman başladığın yerde bırakmıyor.
  • genellikle the waste land ile beraber modernist şiirin öncüsü olarak kabul edilen eliot şiiri. daha ilk kıtadan ritmin bulanması, hatta ondan bile önce şiirin ismindeki 'aşk şarkısı' kalıbı, kendinden önce gelen romantik şiir geleneği ile araya mesafe konması açısından, bir tür parodi olarak anlamlı. eliot'tan yüz yıl önce yazılmış olsaydı prufrock'ın aşk şarkısı, -şiirde de gönderme yapılan- to his coy mistress gibi bir carpe diem çağrısı ya da yeats'in maud gonne'u gibi kaybolan aşklara adanmış melankolik bir ağıt olabilirdi. prufrock'ta aşkın hiçbir veçhesine rastlanmamasına rağmen, başlıkta 'aşk şarkısı'ndan bahsedilmesi, eliot'un aşk şiiri gibi o ana kadar çerçevesi belli bir kalıba, özne olarak byronesk bir kahraman yerine, alfred prufrock gibi entelektüel ama kafası karışık bir anti-kahraman yerleştirerek, eskisinden farklı bir şiir türünün manifestosunu ortaya koyması olarak görülebilir. zaten en başta j. alfred prufrock ismi de, kolayca prof. dr. j. alfred prufrock gibi okunabilecek jenerik bir entelektüel isim: yeni şiirin sıradan kahramanı.

    şiirdeki vurgununsa, prufrock'ın sıradanlığı üzerinden getirilen bir modern şehir yaşamı eleştirisi olduğunu düşünmüyorum; bu açıdan, sinsi bir niyetle uzayan sokaklardan varılan yer olarak sondaki deniz metaforu da topluma yabancılaşmanın bir sembolü değil. eliot, şairin misyonunu bir gözlemci olarak belirli hisleri yansıtmaktan öte; bir entelektüel olarak bilinç, kimlik gibi mefhumların kavramsallaştırmasında görür. bu açıdan prufrock'ın karakterinde de kaotik ve kırılgan olan; dışarısıyla etkileşime geçtiğinde yansıttığı davranışları ya da yaptığı ettiği şeyler değil de, daha çok kendi başına kaldığında, gürültü dindiğinde susmak bilmeyen iç sesi. şiirin dillendirdiği prufrock'ın "bi' şeftali kessem mi" eylem kararsızlığından çok, içeride olup biten o şekilsiz karmaşa.

    prufrock'ın arzusu bir yengeç olup denizlerin sakin ve ıssız diplerinde seğirtmek, deniz kızlarının her şeyden çok deniz kızlarının şarkılarını dinlemek. buna paralel, en sonununda kavuştuğu sessiz deniz, iç sesin sustuğu, beklentilerin, isteklerin ve arzuların kaybolduğu, benliğin yok olduğu bir negatiflik olarak bir tür budistik ölüm metaforu.

    i shall wear white flannel trousers, and walk upon the beach.
    i have heard the mermaids singing, each to each.
    i do not think they will sing to me.
    i have seen them riding seaward on the waves
    combing the white hair of the waves blown back
    when the wind blows the water white and black.
    we have lingered in the chambers of the sea
    by sea-girls wreathed with seaweed red and brown
    till human voices wake us, and we drown.
  • daha önce de bahsedilen kelebek koleksiyonu metaforu sanki sosyal fobi sonucunda hissedilen endişenin aktarılabilecek en iyi tasviridir. bütünüyle de şiir sanki yeraltından notlar yazan adsız bir kahramanın sıkıştırılmış temsilidir. türkçe çevirilerinden osman türkay'ınki oldukça başarılıdır.
hesabın var mı? giriş yap