• an itibariyle bitirdiğim kitaptır. henüz kitabı okumamış ve okuyacaklara tavsiye vereyim (bu arada "filmi çıksın, ben uğraşamam kitapla" diyenler için filmi iki yıl önce vizyona girmiş): eğer modern hayat eleştirisine soyunan kitaplardan hoşlanılmıyorsa uzak durulmalı. eğer iki yüz sayfa boyunca bir adamın derdi, tasası okunmak istenmiyorsa uzak durulmalı. kitabın ilk iki bölümünde bizlere jörgen ve ailesi tanıtılıyor. aksiyon bekleyenleri hayal kırıklığına uğratabilir, belirteyim tekrar. neyse. ilk bölüm parti öncesini anlatıyor. bu sayfalarda yer yer geçmişe gidiliyor, jörgen ile kızlarının ilişkisi, jörgen ile karısının ilişkisi, karısının çekip gitme nedenleri anlatılıyor. sonra parti başlıyor ve onlarca sayfada bu parti anlatılıyor. ardından son bölüm jörgen'in kızının peşinden afrika'ya gitmesi üzerine kurulu. ilk iki bölüm kimilerine göre çok sıkıcıydı. bana göre ise epey sürükleyiciydi. ileride bir şeyler olmasını beklemeden kitap okunursa (tıpkı nuri bilge ceylan'ın filmini izler gibi) daha da zevk alınır. ama "hadi bir şeyler olsun, bir gerilim olsun" diye düşünülerek kitap okunursa vasat bulunabilir. yazarın anlatımı bu iki bölümde çok iyi, adeta anlatımda, sürükleyicilikte doruğa ulaşıyor. yazar, daha çok jörgen'i anlatıyor. çoğu zaman karısının, kızlarının neler düşündüklerini bilemiyoruz. ilahi bir bakış açısı kullanılıyor ama yer yer kahraman bakış açısı da kullanılarak jörgen adlı hayvanı daha iyi anlamamızı sağlıyor. ya da nasıl bir hayvan olduğunu... bu iki bölümde yazar 11 eylül'den sonra hıristiyanların müslümanlara olan bakışlarına, modern hayata, yirmi birinci yüzyılda cinselliğe olan bakışa, şiddete, 11 eylül'den sonraki ekonomik buhrana başarıyla odaklanmış. özellikle tek bir karakter üzerinden (jörgen) tüm bunları başarıyla okura yansıtıyor. son bölümdeyse yazar polisiye bir kurgu kullanmış. "tirza iyi mi, gerçekten iyi mi, başına bir şey geldi mi, babası onu bulacak mı, bulunca ne olacak?" gibi sorularla bu bölümü okutturuyor yazar. ama açıkçası ilk iki bölümdeki ritmin burada düştüğünü söylemem gerek. sanırım ilahi bakış açısının tamamiyle terk edilerek kahraman bakış açısının kullanılması ve bunun sonucunda jörgen'in iç muhasebesine tüm bölüm boyunca değinmesi, o bölümde tek başına olduğundan artık sadece kendisinin konuşturulması bu ritmin düşüş nedenleri arasında yer alabilirler. ayrıca çoğu kişinin fark edebileceği gibi bu bölüm, ilk iki bölümden farklılaşıyor. sanki başka bir yola sapılmış hissini yarattı bende. yazar bu bölümde de jörgen üzerinden hayata ve insanlara eleştiri getiriyor ama bu ilk iki bölümdeki kadar olmuyor ve jörgen'in muhasebesine o kadar değiniyor ki bir süre sonra bu bölüm sıkmaya başlıyor. şöyle açıklayabilirim: bir film izliyorsunuz, film sağlam ilerliyor, hikaye bitiyor ama film devam ediyor, böyle bir yarım saat daha devam ediyor. işte tirza'nın son bölümü de böyle. başka şekilde bitebilirdi, hatta bitseydi daha mı iyi olurdu diye düşünmeden de edemedim.

    kitaplarla ilgili bloglarda çoğu kişinin kitabı ayfer tunç sayesinde aldığını öğrendim. ayfer tunç hem twitter adresi üzerinden, hem de n5 programında kitap için "yüzyılın en iyi kitabı" demiş. herkes de bu yüzden kitabı almış. hayal kırıklığı yaratmadı kitap bende. sevdiğimi söyleyebilirim. oldukça da başarılı. okunmalı. ama kanımca yüzyılın en iyi kitabı değil. belki on-yirmi-otuz yılın enleri arasında yer alabilir ama kesinlikle yüzyılın en iyisi değil.

    --- spoiler ---

    jörgen'in karısının jörgen'i ve ailesini terk etmesinin nedeni üzerine kitaptan bir alıntı:

    "(...) ama çocuklar beni kurtaramadı. bir adamın gözlerindeki şehveti, çocuklarımın bana yalvaran bakışlarına yeğledim. başka anneler bunun sevgi olduğunu düşünebilir ama bana göre bu açlıktı jörgen, bildiğin basit bir açlık (sekse duyulan açlık)"

    --- spoiler ---
  • tirza'nın değil, tirza'nın babası jörgen'in hikayesini anlatır. bunun yanısıra, modernizmle ve modern insanın rasyonalite ile kurduğu çarpık ilişkiyle sağlamından kafa bulan başarılı romandır.

    herşeyden evvel romanın temposu çok iyi ayarlanmış. ilk 50 sayfa, hamdi koç romanlarının yavanlığında görünse de 60-70 gibi ilk bomba patlıyor. bu ilk tokattan sonra her 60-70 sayfalık nefeslenme süreleri sonrasında hikaye yön değiştiriyor.

    ne var ki, romanın akıcılığı ve temposundan ziyade, romanı büyük roman yapan temel unsur, modernite sonrası batının, rasyonellikle kurduğu ilişkinin bizatihi kendisinin ne kadar irrasyonel ve abzürd olduğunu göstermesi. misal ergenlik çağına gelen kızının cinsel hayatıyla ilgili saçma sapan olaylara şahit olan roman kahramanı bir taraftan bu şok sahnenin duygusal yoğunluğunu yaşarken, aynı anda bankaya yatıracağı parayı veya işiyle ilgili bir ayrıntıyı, yani gündelik hayatıyla ilgili bir meseleyi soğukkanlı ve gayet "rasyonel" bir şekilde düşünmeye devam ediyor, ya da karısıyla çok şiddetli ve hararetli bir tartışmanın ortasındayken, aklı bir taraftan akşam misafirlerine sunmak için hazırladığı suşilerle meşgul. hikayenin bütün bu akılcılığı yıkarak sonlanması da ayrıca şık olmuş. ne demiş büyüklerimiz, medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar.

    bu örnekler bizim gibi rasyonellikle ilişkisi biraz daha çetrefilli toplumlar için biraz yabancı haliyle. tespit yaptığını sanan köşe yazarlarımız döner dolaşır, toplum olarak hep duygularımızın, aklımızın önüne geçtiğinden falan dem vurur ya yazılarında. bir taraftan, biraz da kıskanarak, avrupalı'nın soğukkanlılığına, ve hatta akıllılığına vurgu da vardır bu yazılarda. işte bizim coğrafyada özenilen bu rasyonalite takıntısının sağlıksızlığıyla uğraşan bir roman bu. bunu belki buradan, dışarıdan görmek veya göstermek biraz daha kolay olabilirdi ama oradan, amsterdam'dan, bahsettiğimiz coğrafyanın kalbinden hem de oranın insanı olarak görmek ve bu kadar estetik bir şekilde göstermek yazarın marifeti.

    son olarak, hikayenin kırılma noktalarında, yani temponun arttığı pasajlarda, karakterler arasındaki gelgitler, mevzubahis ilişkilerdeki takıntılar, karakterler arasındaki gerginlik, bana yeraltından notlar'ı veya demirkubuz filmlerindeki karakterlerin başından geçen travmaları hatırlattı. karakter bir paragrafta güçlü, kendinden emin ve baskın taraftayken sonraki paragrafta ezilip, büzülüp, dibi boyluyor. neyse lafı uzatmayayım. sonuç olarak, kulaktan kulağa, elden ele dolaşarak okurunu bulacak güçlü romanlardandır. afiyet olsun.
  • kapağını berbat bulanlar için ikinci baskısının ilaç gibi olacağı kesin. roman için ''etkileyici'''den daha ağır basan sıfatın ise kompleks olduğunu düşünüyorum. ırkçılıktan, cinselliğe, terörizmden, açlığa çok fazla yöne dalıyor. bir medeniyet sorgulaması; ''hasta beyaz adam'''ın kendisiyle hesaplaşması. bana biraz da cache'i hatırlattı.
  • tirza'nın değil, babası, tam bir bay cingılbört olan jorgen hofmeester'in hikayesi. adamı karısı da kızları da, hatta iş yerindekiler de öyle itip kakıyorlar ki okurken bile acıdım ayol... hele o şırfıntı ibi'nin on beşinde kiracıyla basılma hadisesi! bir de üste çıkmaz mı zilli?! gel de psikopat olma...

    kitap ise final bölümüne gelene kadar oldukça vasattı. burun kıvırarak, "bu muymuş bu kadar övülen roman?" diye okuyordum ki birden gözlerim faltaşı gibi açıldı. vay canına! bunu tahmin etmemiştim.

    yine de tirza'nın abartılmış bir roman olduğunu düşünüyorum. ayfer tunç 21. yüzyılın klasiği olduğuna dair bir beyanda bulunmuş, oysa (klasikleşmiş romanların aksine) psikolojik tahliller yönüyle eksik bir kitap bence. son sayfalarda bay hofmeester'in küçük kaisa'yla (aslında daha çok kendi kendine) konuşarak kendini açıklama çabaları bile yetersiz kalıyor. romanda sık sık "ee, bu neden böyle yaptı ki şimdi? neden böyle dedi ki? höff, mal mısın bilader?" dediğiniz bölümlere rastgeliyorsunuz. insanların bazı davranışlarını rasyonalize edemiyorsunuz, ya da hollanda kültürü bana çok yabancı geldi ne bileyim... kısacası güzel roman, ama klasik olacak kadar da değil.
  • muhteşem bir roman.

    "utancın ne olduğunu biliyor musun? medeniyet."
  • psikolojik sorunları olan bir babanın kendi iç dünyasındaki çekişmeleri anlatan bir kitap...sonu da çok etkileyici değildi. begenmedim.
  • tirza, hollandalı edebiyatçı arnon grunberg tarafından kaleme alınan ve türkiye edebiyat çevrelerinde yoğun ilgi gören bir roman. abartılı övgü ve tanımlamalarla edebiyatseverlerin ilgisini üzerinde toplayan roman, düz bir okumaya tabi tutulduğunda gayet sıradan ve basit gelebilecek bir yapıya sahip. ağdalı olmayan hatta edebi de olmayan sade bir dille aktarılan hikaye, çevirinin kalitesinin de etkisiyle yağ gibi akıp gidiyor fakat derinlik hissettirmiyor. ancak ''bu romanın meselesi ne? bu herif ne söylemeye çalışıyor?'' sorularını sorarak okuduğunuzda aslında akıp giden köpüğün altında derinlikli ve güçlü bir akıntı olduğunu görüyorsunuz?
    romanı, yazarın dilinin altındakini çözümleyebilmek amacıyla okuduktan sonra zihinde bıraktıklarını paylaşalım, bakalım ne çıkacak? (değerlendirme spoiler içerecektir)

    sert, rahatsız edici, çarpıcı gibi ifadelerle tanımlayabileceğimiz roman; kira, kurban ve çöl başlıklı üç ana bölümden oluşuyor ve ''jorgen hofmeester mutfak tezgâhının başında durmuş akşamki parti için ton balığı kesiyordu.'' cümlesiyle başlıyor. kitap adını, evin 18 yaşına yeni girmiş küçük kızı tirza'dan alıyor. jörgen'in hazırlık yaptığı parti de tirza'nın mezuniyet kutlaması dolayısıyla yapılıyor ancak roman, tirza'nın özel dünyasına ve zihnine hiç girmiyor. kurgu tamamen baba jörgen hofmeester üzerinden ilerliyor, onun iç dünyası ve zihinsel karmaşası, çatışmaları, yüzleşmeleri romanın ana mesajını oluşturuyor. her bölümde katman katman açılan roman, sık sık jörgen’in ve ailesinin geçmişine dönerek hikayeyi boyutlandırıyor.

    jörgen, bir yayınevinde editörlük yapan, 50'li yaşlarını aşmakta olan, iki kız sahibi bir baba. başarılı olduğu varsayımıyla yaşayan lakin çalıştığı yayınevinden yaşı nedeniyle yasal olarak kovulamadığı için üç yıla yakın süre boyunca işe gelmeden maaşı ödenmek üzere uzaklaştırılan biridir jörgen. çalışmadan maaş alarak geçirdiği bu süreçte her sabah işe gider gibi evden çıkıp havaalanına giden, gelen ve giden yolcuları izleyerek akşama kadar orada vakit geçiren jörgen’in dostu veya arkadaşı olmadığı gibi herhangi bir akrabalık bağına da şahit olmuyoruz. hakkında konuşulurken oturduğu semtin seviyeli olması dışında pek bir şey söylenmeyecek kadar gölge ve görünmez bir karakter olan jörgen, hayatını adadığını söylediği işinde olduğu gibi hayatını vakfettiği ikinci unsur olan çocuklarının eğitiminde de, aile yaşamında da başarısız olmuştur. tutunamadığı hayat, güçlü zannettiği benliğini ezip bitirmiş olan jörgen, insani ilişkiler kurmakta sorunlu, karısının verdiği partilerde kendisini yatak odasına kilitleyecek boyutta asosyaldir. bu yüzden kendisini sadece tirza ve ibi'nin babası olarak tanımlamayı tercih eder. doğar doğmaz hayat sigortası yaptırdığı kızlarının geleceğini rahatlatacak birikim yaparak huzur bulma çabasındadır. insan yaptıklarıdır ancak höfmeester daha ziyade yapamadıklarıdır. editörlük kariyerini de keşfedemediği yazarlar oluşturur.

    karısı üç yıl önce evi terk ederek genç sevgilisine kaçmış, büyük kızı çulsuzun biriyle evlenip fransa'ya yerleşmek üzere evi terk etmiş, kendisi de küçük kızı tirza ile birlikte yaşamaktadır. bir zamanlar ''hayatın ancak başkaları için yaşandığında anlam ifade ettiği'' varsayımıyla hareket etmiş olan jörgen'in artık ''biz'' kelimesi ile özel bir sorunu vardır. bireyciliği şiar edinmiş jörgen, aynı zamanda kızının bekaretini vereceği erkeği sınıf listesinden kızıyla beraber seçecek yapıda bir moderndir. dünyada değer verdiği tek şey olan kızının tek gecelik ilişkiler yaşadığı erkeklerle sabah banyoda karşılaştığında onlara havlu tutacak kadar rahat ve ahlaki değerlerden yoksundur. keza çocuklarına evvelemirde tanrıyı öldürmeyi öğretmiştir. tirza'nın sınıf arkadaşı ester ile yaptığı tartışma, çocuklarına tanrıyı öldürmeyi telkin eden jörgen'in, yeni neslin aşkı da öldürdüğünü görmesini sağlamıştır. sevilmek, sevmek artık demode kavramlardır, sadece birbirinin bedeninden zevk almak vardır.

    romanda paramparça olmuş bir aile söz konusu ve bireyler arası ilişki biçimi olsun, ahlaki yapı olsun, o kadar tuhaf ki canlı kanlı insanları değil de insanaltı bir yaşam formuna veya canlı türüne dair belgesel bilgiler okuyormuş gibi hissediyorsunuz. mesela partinin olacağı gün karısı üç yılın ardından, hiç gitmemiş gibi çıkageliyor. önce hiç bir şey olmamışcasına yemek yeniyor sonra kadının şiddete maruz kaldığı bir hesaplaşma yaşanıyor. doyuramadığı cinsel açlığını giderebilmek için farklı birçok sevgili tükettikten sonra gidecek başka yeri olmadığı, artık kimse onu istemediği için geri dönen kadının çocuklarıyla ilişkisi yok mesabesindedir. zaten hofmeester ailesinde anne, bir ateist için tanrı ne anlama geliyorsa o kadar anlama sahiptir. kadın yabancılaştığı iki çocuğunu yüz üstü bırakıp çekmiş gitmiş, onları bir kez dahi merak etmemiş, arayıp sormamış ve yarı akıllı bir şekilde geri dönmüştür. kocasıyla yaşadığı hesaplaşmada da zamanın hiç bir şeyi tedavi etmediği, aksine yaraları deşip zehirlediği anlaşılıyor. yazar bunu ''belki de bütün acıları bitiren ölümdü, zaman bunu savsaklıyordu.'' cümlesiyle izah ediyor.

    kader onu zorlamasa asla çocuk sahibi olmaması gereken ancak iki kız çocuğu dünyaya getiren jörgen'in çocuklarıyla ilişkisi ve onların eğitimine yaklaşımı da oldukça hastalıklıdır. çocuklarının üstün zekalı olduklarına inanmakta ve ibi'den çok şey beklerken tirza'dan her şeyi beklemektedir. bu beklentilerin altında ezilip harap olma aşamasında iken ibi, fizik eğitimini yarıda bırakıp pansiyon işletmek üzere bir adama kaçmayı tercih edecektir. ibi'nin kaçtığı kendisini boğan, bitiren babasından başkası değildir. tirza'nın mezuniyet partisine katılmak üzere fransa'dan dönen ibi, babasına olan kızgınlığının, nefretinin hiç geçmediğini birlikte geçirdikleri birkaç günde net olarak gösterir. ibi, kendini içinden çıktığı dünyanın uzağında tutarak korumaya çalışmaktadır aslında.

    jörgen, babalığı bir meslek olarak gören ve bu mesleği ifa ederken bütün şahsi hırslarını hayata geçirebilen bir babadır. kızları onun yapamadığını yapmalı, başaramadığını başarmalıdır. çünkü sadece başarılılara yer vardır dünyada, geriye kalanlar kenara itilir, çöpe atılır. tirza'yı da başarılı olmazsa kendisini kimsenin sevmeyeceğine inandırmış, başarı odaklı bir eğitim anlayışıyla çocuğa kaldıramayacağı yüklemeler yapmış. okul dışında yüzme, çello, kayak kurslarıyla donattığı çocuğa geceleri uyumadan tolstoy ve dostoyevski romanları okumuş yıllarca. anneye göre çocukları jörgen zehirlemiştir. onları bir an bile yalnız bırakmamış, sürekli ''kontrol'' altında tutmuş, çocuklara huzur vermemiştir. (ne de çok bizim orta-üst gelir grubuna mensup ailelerin davranış biçimine ve eğitim kavrayışına benziyor) ibi babasına biraz olsun direnebilmiş ancak tirza direnç gösterememiş, babası ne derse rıza göstermiştir. kendini güzel ve başarılı bulmayan çocuk nihayetinde aylarca bir sanatoryumda tedavi görmek zorunda kalacağı, açlıktan ölme raddesine geldiği yeme bozukluğu hastalığına yakalanana kadar aşırı yüklemeler yapmaya devam etmiş. psikoloğa göre sadece beyaz, orta sınıf ailelerde görülmektedir bu hastalık.

    jörgen özgürlüğün paraya bağlı olduğunu düşünüyor. ona göre sadece zenginler özgürdür ve eziyet çekmezler. nalburlukla geçinen, eziyet çekerek yaşayan babasının yanında açlık korkusuyla yetişmiştir. kendisi yükselecek, başarılı olacak, ekonomik özgürlüğe kavuşacaktır. bu amaçla oldukça cimri ve para düşkünü bir kişiliğe sahiptir, ki evinin çatı katını kiraya verdiği kiracılarının burnundan getirir. tek bir amacı vardır, o da kendisinin ve kızlarının bilhassa da tirza'nın geleceğini garanti almaktır. bu uğurda tüm şerefini, gururunu yerlere serebilecek kadar karaktersizdir. kira günü gelmeden birkaç gün önce heyecanlanmaya başlayıp günü gelir gelmez de kapıya dayanmaktadır. utanma ya da üstüne sinen kirlenmişlik duygusunu yaşamamak için biraz büyüdüğünde büyük kızı ibi'yi gönderecektir kiracılara kira tahsilatına. 15 yaşına geldiğinde ibi’yi kirayı almaya gönderdiği mimar kiracısı ile cinsel ilişki halinde basana kadar devam eder, kirlenmekten kaçınmak için çocuğu araç olarak kullanmaya.

    yoksulluk korkusunu anne ve babasından aldığı gibi ötekine karşı yaklaşımın izleri de farklı olandan nefret eden anne ve babasının yanında geçirdiği yıllarda aranmalıdır. her ne kadar ''öteki hep ilgimi çekmiştir. çünkü öteki benim kim olduğumu belirler.'' dese de 11 eylül'le açığa çıkacağı üzere ciddi bir ötekine nefret duygusuyla büyütülmüştür. zira anne ve babası için alışıldık olmayan her şey hastalıktı, beyaz olmayan herkes. onlara göre psikiyatrik hasta ile yahudi, zenci ya da homoseksüel arasında fark yoktu.

    jörgen'in hayatında kırılma yaratan, onun dengeyi kaybetmesine yol açan şey de mali bağımsızlığa kavuşmak için ulaştığı kıskanılacak ölçüdeki birikiminin 11 eylül sonrası yaşanan ekonomik krizle buharlaşıp uçmasıdır. yatırım yaptığı fon batmıştır ve ''güneş kraliçesi'' dediği en büyük sevdası tirza'nın geleceğini kurtarma hayalleri suya düşmüştür. hayatındaki tüm kurguyu alt üst eden 11 eylül'ün sembolü olarak kafasına eylemi organize ettiği iddia edilen muhammet atta'yı kodlamıştır. ve dev aşkı tirza gidip muhammet atta'ya tıpatıp benzeyen bir müslümana gönlünü kaptırmış ve onunla birlikte aylarca sürecek bir afrika yolculuğuna çıkacaktır. bu gelişmeye jörgen'in ilk tepkisi tirza'nın sınıf arkadaşı 15 yaşındaki ester'le odunlukta cinsel ilişkiye girmek olacaktır.

    11 eylül'le gelen ekonomik kriz jörgen'in tüm servetini götürmüş, jörgen'in hırsını kaybetmesine, inancını yitirmesine yol açmıştır. katılaşmış, zırhlaşmıştır. artık ölümün hayattan daha keyifsiz olamayacağını, daha sakin, ağırbaşlı ve huzurlu olacağını düşünmekte, ölümde hayatta bulamadığı bir şeyi, iyileşmeyi görmektedir. dengeyi yavaş yavaş kaybetmektedir. kimi zaman inanmadığı tanrıya dua etme isteği bile duymakta, elinden her şeyin alındığını düşünmektedir sürekli. önce karısını sonra parasını yani özgürlüğünü. bütün bunları muhammet atta yapmıştır ve şimdi de kızını almaya gelmiştir. işte buna izin vermeyecektir. kontrolünü kaybedecek, gerçek kimliğine bürünecek her ikisini de vahşi bir şekilde öldürecektir. kur'an'dan bir sayfayı ağzına tıkadığı muhammet atta olarak gördüğü kızının sevgilisini, tanrıdan da güçlü olduğunu düşündüğü yüksek teknoloji ürünü bir testere ile her yerini budayarak katledecektir.
    sonrasında da kendi hayatı içinde yolunu, ruhsal huzuru ve dinginliği kaybetmiş bir batılı olarak kaybolan kızını aramak bahanesiyle yok olmak, kaybolmak için afrika'ya, çöle gidecektir.

    ‘’utancın ne olduğunu biliyor musun? medeniyet. ben medeniyetin ürünüyüm. medeniyeti hayvanın üstüne saldığında ortaya çıkan şey benim.’’
    yazarın batı medeniyetini temsilen sorgulama yaptırdığı höfmeester'in yalnızca tanrıyı ve aşkı öldürmekle kalmadığını, vicdan ve merhameti de inatçı bir soğuk algınlığı gibi söküp attığını görüyoruz. medeniyet olarak hastalıktan kurtulmanın yolunun insancıllıktan kurtulmaya bağlı olduğunu, kurtuluşun aşağılamaktan geçtiğini düşünüyor. kontrolünü kaybettiğinde gerçek kimliğine büründüğünü, kimliğinin yasadışı olan bölümünün benliğinin çekirdeğini oluşturduğunu söylüyor. kontrolünü kaybedip benliğinin çekirdeğini ortaya çıkardığında çağdaş batı’nın insan hakları, özgürlükler, eşitlikler maskesinden sıyrılıp mesela ırak’ta iki milyon insanı tepeden şehirleri bombalayarak katledebilmesinden anlıyoruz jörgen’in ne demek istediğini.

    afrika'da kaldığı süre boyunca hiç konuşmadan kendisine yol arkadaşlığı yapan, çölde intihar etmesini engelleyen, kimi zaman tirza diye seslendiği dokuz yaşındaki kaisa da gerçek bir kişi olabileceği gibi muhtemelen iç hesaplaşmalarını yaparken muhatap olarak kullandığı içindeki küçük çocuk, vicdanı ya da kendi çocukluğudur. kaisa'nın gerçek bir siyahi afrikalı çocuk olduğunu da düşünebiliriz. kimsenin umrunda olmayan, kimsenin önemsemediği biri iken kimsesiz kaisa ona sevgi duymuş, bağlanmış, yok olmasını engelleyerek onu hayata döndürmüş, kalan uzunca ömrü için yeni bir hayat tasavvuru kazandıran bir rol oynamıştır. krizin çözümünü öteki olarak gördüğü ve aşağıladığı dışarıda bulmuştur yani.

    jörgen, yalnız, başarısız, umutsuz bir insan. ne iyi bir eş, ne iyi bir baba ne de iyi bir insan olabilmiş. inançlarını, değerlerini yitirmiş, yozlaşmış biri. yazarın romanda, batılı beyaz-orta sınıfı temsil eden ana karakter jörgen hofmeester üzerinden ciddi bir batı eleştirisi yaptığını söyleyebiliriz. bu anlamda yazarın batı medeniyetinin geleceğinden umutlu olmadığı açıkça görülüyor. arnon grunberg, içerden, objektif, nesnel gözlemler yapıyor ve içinde yetiştiği medeniyete dair sert salvolar yapıyor. modern dünyanın yaşadığı tıkanıklığa, çürümeye işaret ediyor, gidişatın roger garaudy'nin ''sapmalarımızdan vazgeçmezsek torunlarımızı katletmiş, 21. yüzyıla evrensel bir intihar hazırlamış olacağız.'' sözlerini haklı kılacak boyuta evrildiğini o da görüyor. oysa modern dünya 19. yüzyıla oldukça iyimser başlamıştı. pozitivizm insanlığın ileriye doğru yürüyüşünde herhangi bir gerileme yaşanmayacağını ima ediyordu. bu inancı büyük ve kanlı savaşlar dahi yıkamamıştı. o savaşlar uygarlık haritasının yönünü değiştirmeyecek, paranteze alınacak tökezlemelerdi nihayetinde. sekülarizm, akılcılığı, nesnelliği ve açık fikirliliğiyle insanlığı geleceğe taşımakta güvenilir rehber olarak görüldü. lakin sistem ciddi bir krize girmiş ve çözüm olarak sunulanın kendisi koca bir sorun olmuş gözüküyor. ancak sorunlar ve tehditlerin müsebbipleri hep dışarıda arandı. genellikle arkaik veya farklı kültür ve sistemlerin tehdit oluşturduğuna inanıldı. grunberg işte bu anlayışa itiraz ediyor ve sorunun kaynağının içeride aranması gerektiğinin altını çiziyor. hatta kurtuluş potansiyelinin köklerinin dışarıda aranması gerektiğini ima ettiğini bile söyleyebiliriz.
    grunberg, batı medeniyetine dair tüm tespit ve eleştirilerini göze sokmadan, öğretici edalara bürünmeden ustaca bir anlatıyla yapıyor.

    son söz olarak şu söylenebilir; batı kendi içinde öz eleştirisini ve muhasebesini en sert şekilde yapıyor, yapacak da. yozlaşma ve çürümeyi görüyorlar ve üstüne de gidiyorlar.
    peki biz ne yapıyoruz?
    biz de yüz yıl önce tek dişi kalmış canavar olarak nitelediğimiz batı medeniyetinin çöktüğünü, bittiğini vs ilan edip duruyoruz bugün. oysa ahlaki açıdan ve değerler bağlamında yozlaşma ve çürümeden bahsedilebilirse de avrupa'nın teknolojisi, ekonomisi, savaş gücü, hukuk sistemiyle yani tüm müktesebatıyla diri bir şekilde ayakta olduğunu görüyoruz. o yüzden batı bitti, göçtü, öldü teranelerini bırakıp biz ne yapıyoruz, ne üretiyoruz, tarihe nasıl bir katkıda bulunuyoruz, insanlığa ne veriyoruz ona bakalım. sonuçta tüm üçüncü dünya ülkeleri ve yanı sıra biz, bugün bitti, göçtü, çürüdü dediğimiz batı gibi olmak istiyor, onu model alıyoruz unutmayalım. dünyanın yoksul ve ezilmiş halklarının olmak istedikleri ve insanca yaşama kavuşmak umuduyla ölümcül yolculuklara çıkarak ulaşmak istedikleri tek yer avrupa, bunu da unutmayalım.
  • anlatımı çok sade, ana dilden direkt çevrilmesinin de katkısıyla hiç yormadan, merakla, kendisini bir çırpıda okutturan bir arnon grunberg yapıtı. aynı ve benzer cümlelerle gözden kaçmayacak şekilde yer yer tekrara düşülmüş olsa da, gayet okunabilir bir kitap, kesinlikle zaman kaybı değil.

    --- spoiler ---
    ana karakter jörgen’in ruh halini, çıkmazlarını, kabullenişlerini, vazgeçişlerini çok iyi aktarmış okuyuculara. kendi dünyasının aksine marjinal bir aileye sahip olan, yalnız, çocuklarını ve etrafındakileri mutlu etmek için daha çok görünmez olmayı tercih eden ve günün sonunda bununla başa çıkamayan bir babanın çıldırma hikayesiydi diyebilirim ve vurucu bir son.
    --- spoiler ---
  • saplantının, çok üst boyutlarda saplantının,
    arada kalmanın, gitme korkusunun ama gidince de geri gelme korkusunun,
    aşkın ama kesinlikle tarifi ve tanımı olmayan, hiçbir kalıba sığmayan bir aşkın,
    insancıllığın ama bir o kadar da hayvansılığın, insan beden ve zihnindeki hayvani tarafın,
    ailenin ama aile olamamış, parçalanmış ama savrulamamış bir ailenin,
    korkunun, sakınmanın, vazgeçememe ama vazgeçebilmenin,
    hayatım ama yok hayır ölümün, ölümle anlam kazanan hayatın,
    tanıdığım en uyumlu ama en uyumsuz adam jörgen hofmeester'in ama yok yok güneş kraliçesi tirza'nın romanı.

    bir tane alıntı bırakayım:

    "başkasının hayatında, hatta kendi hayatında bile hiçbir rolünün olmadığını fark ettiğinde nasıl ölüneceğini bilmiyorum. bunu nasıl yapmam gerekiyor, kimsenin umurunda olmadığın ihtimalini ciddi olarak göz önünde bulundurduğunda, kimse için önemli olmadığını anladığında nasıl ölmelisin bilmiyorum." (427)

    yaktın geçtin grunberg.
  • filmini izledim. aşırı derecede kızına sevgi duyan bir babanın dramı. kızına olan sevgisinden dolayı kızın başka bir erkekler beraberliğini kabullenmemiş ve her ikisininde öldürmüştür. bu acının birikimini başka bir kız çocukta arayan adamın öyküsü.
hesabın var mı? giriş yap