• bir kitaptan çok daha fazlasıdır. okuduktan sonra uzun bir müddet roman okuyamadım sağolsun kazancakis. o da, zorba da sağ zaten. olmadık anlarda aklıma girip kağıt faresisin diye bağırıyor kendileri.
    lise zamanında, okul gezisiydi, selanik, gümülcine, iskeçe ve kavalayı gezmiştik. kitabın her sayfasında tekrar gittim oralara. sonra girite gitmek, ege denizini, çivit mavisini görmek istedim. nefis betimlemeler vardı, roman içinde roman.
    daha başlarda
    ''kendini kurtarmanın tek yolu, başkalarını kurtarmak için çabalamaktır.''
    cümlesini okudum, yetti.

    --- spoiler ---

    her şeyi oluruna bırakmayı ve acele etmemeyi, kozasından çıkarmaya çalıştığı kelebekle öyle güzel anlatmış ki kazancakis, o paragraf nefesimi kesti resmen. anca bu kadar az ve öz anlatılabilirmiş.
    ''kelebeğin bu tüylü iskeleti, sanırım ki, bilincimdeki en büyük ağırlıktı. ve işte bugün, ta derinden anladım: yüzyıllık yasaları oldubittiye getirmek öldürücü bir günahtır, ölümsüz uyumu güvenle izlemek insanın borcudur.''
    bubulina öldükten sonraki bölümse boğazıma yumru olan paragraflardan birine sahip, sayfa 281, son cümlesi şöyle o paragrafın, ''ve şu sonuca, şu iğrenç avuntuya ulaştım: bütün bu olanlar, olması gerekenlerdi ve doğruydu.'' hani yenilgilerden, adaletsizliklerden, ölümlerden sonra isyan etmekle edememek arasında kaldığımız bi yerlerde. ah kazancakis. esasen ''patron''un hesaplaşmaları bitirdi beni zaten.

    ve çok çok sevdiğim bir yeri daha,
    ''bir zaman bana şöyle demişti:
    'dünyayı bugünkü durumuna getiren nedir, bilir misin? yarım işler, yarım konuşmalar, yarım günahlar, yarım iyiliklerdir. sonuna kadar git be insan, avara et ve korkma! tanrı, baş şeytandan çok, yarım şeytandan iğrenir!''
    yarım bıraktığı her şeye koşmak istiyor insan.
    --- spoiler ---

    filmine gelince, onun için bekliyorum, heyecanım artıyor. anthony quinn, çivit mavisi. şu kağıt fareliğinden sıyrıldığım anda koşacağım, az kaldı.

    ''hayatımda yaptım, yaptım ve yine de az yaptım. benim gibi adamların bin yıl yaşaması gerekirdi. hayırlı geceler!''
  • "(...)

    zorba sabaha karşı yatağında doğrularak beni uyandırdı:

    "uyuyor musun patron?"

    "ne var zorba?"

    "bir düş gördüm. garip bir düş. sanırım yakında yolculuk var. dinle de gül! burada, limanda bir kasaba kadar büyük bir vapur varmış. gitmek üzere ötüyormuş. ben de ona yetişmek için koşuyormuşum; elimde bir papağan varmış. yetişip vapura tırmanmışım, kaptan gelmiş: 'bilet!' diye bağırmış. 'ne kadar?' diye sorup cebimden bir avuç kağıt para çıkarmışım. 'bin drahmi!' 'bre ama,' demişim, 'sekiz yüz olmaz mı?' 'hayır, bin olacak!''sekiz yüzden başka param yok, al!' 'binden metelik aşağı olmaz! yoksa çek git, çabuk!' o zaman ben de kızmışım: 'dinle kaptan,' demişim, 'senin iyiliğine söylüyorum, verdiğim şu sekiz yüzü al, yoksa uyanırım, zavallı sen, onlardan da olursun.'"

    zorba kahkahayı bastı.

    "ne makine şu insan be! içine ekmek, şarap, balık, turp koyuyorsun; iç çekmeleri, gülüşler ve düşler çıkıyor. imalathane! sanırım beynimizde konuşan bir sinema var."

    (...)"

    nikos kazancakis

    zorba / can yayınları / 17 basım, ekim 2013 / s.287
  • "(...)
    "ne düşünüyorsun zorba?"
    "ne düşüneyim patron? hiç. hiç diyorum sana! hiçbir şey düşünmüyorum."
    biraz sonra da, yeniden bardağı doldurarak, "sağlığına patron!" dedi.
    bardakları tokuşturduk. ikimiz de, bu kadar üzüntünün daha çok süremeyeceğini anlıyorduk. ya ağlamaya ya da horlamaya başlamamız ve zilzurna sarhoş olmamız gerekiyordu.
    "çal zorba!"
    "santur mu? demedik mi patron? santur keyif ister. bir ay sonra, iki ay, iki yıl sonra çalacağım belki; ne bileyim ben!... o zaman da, bir daha buluşmamacasına ayrılan iki insanın şarkısını söyleyeceğim."
    ben korkuyla bağırdım:
    "bir daha buluşmamacasına mı?"
    bu iyileştirilmesi olanaksız korkunç sözü içimden söylüyor, ama, onu haykırış halinde duymaya cesaret edemiyordum; şimdi korkmuştum artık!"
    zorba, tükürüğünü güçlükle yutarak, yine, "bir daha buluşmamacasına!" dedi. "buluşmamacasına. senin bana bu söylediklerin, yok yine buluşacakmışız, yok manastır kuracakmışız, hepsi hastaya, canı çıkıncaya kadar söylenen avuntulardır. onları kabul etmiyorum! ne yani? kadın mıyız ki avuntu isteyelim? avuntu istemiyoruz. evet, bir daha buluşmamacasına!..."
    ben, zorba'nın bu vahşi sevgisinden korkmuş bir halde, "belki de kalırım," dedim. "belki de seninle gelirim; ben özgürüm."
    zorba, başını slaladı.
    "hayır, özgür değilsin," dedi. "senin bağlı bulunduğun ip, öbür insanlarınkinden biraz daha uzun; hepsi bu kadar! senin patron, uzun ipin var, gidip geliyor, kendini özgür sanıyorsun. ipi koparmadın mıydı da..."
    zorba'nın sözleri, içimdeki açık bir yaraya dokunup acıttıkları için inatla, "bir gün koparacağım!" dedim.
    "güç, patron, çok güç! bunun için delilik gerek, delilik, duyuyur musun? ya hep ya hiç! ama sende beyin var ve seni bu yiyecek. aklın bakkal senin, defter tutuyor, bu kadar verdim, bu kadar aldım; kâr şu kadar, zarar bu kadar diye yazıyor. yani, iyi bir sahip, her işi sermiyor, her zaman arkayı kolluyor. hayır, ipi koparmıyor rezil, onu sıkı sıkı elinde tutuyor, kaçırırsa mahvoldu demektir zavallı, mahvoldu demektir! ama, ipi koparmadıkça, hayatın ne tadı vardır, söyler misin bana? papatya papatyacıktır; rom değil ki dünyayı altüst etsin!"
    sustu. içmek için içki doldurdu ama vazgeçti.
    "kusura bakma, patron, ben köylüyüm; çamurların ayaklara yapıştığı gibi, sözler de benim dişlerime yapışıyor; sözleri eğirip incelik haline sokamıyorum; yapamıyorum, ama sen anlarsın."
    bardağı boşaltıp bana baktı. ansızın bir öfkeye kapılmış gibi bağırdı:
    "anlıyorsun! anlıyorsun ya, seni bu yiyecek! anlamasaydın, mutlu olurdun! neyin eksik senin? gençsin, paran var, aklın var, sağlamsın, iyi adamsın, hiçbir eksiğin yok; tanrı kahretsin: yalnız bir tane var; dedik ya: delilik. bu olmadı mı patron..."
    koca kafasını salladı ve yine sustu.
    ağlamaya başlamama ramak kalmıştı; zorba ne söylüyorsa doğruydu. çocukluğumda büyük atılımlarım, insanüstü heyecanlarım olmuştu; yalnız başıma oturup içimi çekerdim, çünkü dünyaya sığmıyordum.
    sonra, zamanla yavaş yavaş uslandım; sınırlar çiziyor, güçlüyü güçsüzden, insancıl olanı tanrısaldan ayırıyor, kaçırmayım diye kağıttan uçurmamı sıkı sıkıya tutuyordum.
    büyük bir yıldız, gökyüzünde bir çizgi çizerek kaydı. zorba irkildi, gözlerini açarak korkuyla baktı, sanki ilk kez yıldızın kaydığını görüyordu.
    "yıldızı gördün mü?" dedi.
    "evet."
    sustuk.
    (...)"

    nikos kazancakis / zorba / can yayınları /17. baskı, ekim 2013/ s.335-337
  • bu kitabı okurken, herkesin hayatında bir "zorba" olmalı diye hayıflanıyorsunuz, durmadan iç çekiyorsunuz. kitabın sonuna geldiğinizde ise (lütfen, zorba'yı yarım bırakmayın), zaten onu çoktan bulduğunuzu anlayıp, hayranlıkla ona sarılıyorsunuz.

    "dünyayı bugünkü durumuna getiren nedir, bilir misin? yarım işler, yarım konuşmalar, yarım günahlar, yarım iyiliklerdir. sonuna kadar git be insan, avara et, ve korkma! tanrı, baş şeytandan çok, yarım şeytandan iğrenir!"
  • "bak, birgün, küçük bir köyden geçiyordum. çok ihtiyar, doksanlık bir adam badem ağacı dikiyordu. «ee, dede,» dedim, «badem ağacı mı dikiyorsun?» o, eğilmiş olduğu halde bana baktı ve : «ben oğlum,» dedi, «ölümsüzmüşüm gibi hareket ederim,» dedi. karşılık verdim: «bense, her an ölecekmişim gibi davranırım!» ikimizden hangimiz haklıydık patron?"

    ***

    "...yahu, ben sana diyorum ki, bu dünya sır dünyasıdır, insan da büyük bir canavar! büyük canavar ve büyük tanrı. adı yorgaros olan ve benimle birlikte makedonya'dan gelip çok büyük işler ve çok büyük bir ün yapmış pis bir domuz olan cani bir komitacı ağlıyordu, «ne ağlıyorsun ulan be domuz?» dedim. fakat o üzerime atıldı, hababam beni öpüp, küçük bir çocuk gibi ağlamasını sürdürdü. sonra bu alçak herif kemerini çıkardı. öldürdüğü kişilerden ve bastığı evlerden çaldığı altın liraları çıkarıp avuç avuç havaya fırlattı. anladın mı patron? özgürlük bu demektir!

    kalktım, temiz hava almak için güverteye çıktım. özgürlük bu demektir! diye düşündüm. bir hastalığa yakalanıp altın liralar toplayacak, sonra da birden hastalığını yenip bütün varını yoğunu havaya savuracaksın. hastalığın birinden kurtulup daha büyük başka birine tutulasın...

    fakat, bu da esirlik değil midir, acaba? insan, soyu için, tanrı için, kendini bir düşünce uğruna feda mı etmelidir? ya da, acaba efendimiz ne kadar yüksekteyse, tutsaklık zincirimiz de o kadar uzuyor ve o zaman çok geniş bir harmanın içinde sıçrayıp oynuyor, sonra ucunu bulamadan ölüyoruz, bunun adına da özgürlük mi demişiz yoksa?..."
  • başta zorba'nın kadın düşmanı pis bok bir adam olduğunu düşündüm.

    ama düşman denemeyecek kadar sevgi dolu kadınlara.

    fakat bir yandan da kadınların zavallı olduğunu düşünüyor.

    tam buna sinirlenecekken bu kez de kadınları kırmamaktan, incitmemek gerektiğinden, onlara hoş davranmaktan bahsediyor.

    savaş dönemlerinde tecavüz ettiği kadınlar olmuş. sonradan bu yüzden pişmanlık duyuyor ve savaş, vatan sevgisi gibi konularda alışılmışın dışında şeyler düşünüyor.

    kitap okumayı sevmediği gibi okuyan patronuna da kitap okumanın faydasızlığından dem vuruyor.

    açıkçası kadın okuyucunun zorba karakteri hakkında ne düşündüğünü merak ediyorum. pek sevilebilir bir tip değil ve kadın okuyucular da sevmez diye tahmin ediyorum.

    zorba, teşbihte hata olmaz diyerek, rocky gibi, superman gibi, polat alemdar gibi sadece erkeklerin kahramanı/ idolü olabilecek bir tip.
  • kazancakis'in zorba'sının en sevdiğim cümlesi, "insanız affet." madam ortans ölüm döşeğindeyken girit'in ileri gelenlerinden biri geliyor, "bugüne kadar senin hakkında ileri geri konuştuysam kusura bakma, insanız affet," diyor. ölüm döşeğindeki ihtiyar bir fahişeye söylüyor bunu. onun affetmesi mühim çünkü. tanrı zaten affeder, konsepti bu, bağışlayıcı olmak. ama en güçsüz olanın konsepti bu değil, onun elinde tek silah var, affetmemek.
    *
  • " sevgili patron, bay kapitalist.

    ben çoktandır dünyaya at ya da öküz olarak gelmediğimi anlamış bulunuyorum. yalnız hayvanlar yemek için yaşar. yukarıdaki bölümlemeden çıkmak için, gece gündüz işler icat ediyor, bir düşünce uğruna ekmeğimi tehlikeye atıyor, atasözlerini ters çeviriyor ve şöyle diyorum: " gelecek olan on, eldeki beşten iyidir!"

    zarar görmemiş olan pek çok kimseler yurttaştır. ben yurttaş değilim, onun için zarar görebilirim. pek çokları cennet'e inanarak eşeklerini sağlam kazığa bağlamışlardır; benim eşeğim yok, özgürüm; eşeğim nerede ölürse ölsün, cehennem'den korkmam; nerede yonca yerse yesin, cennet'ten umudum yoktur. cahilim, nasıl söyleyeceğimi bilmem, ama sen patron, beni anlarsın.

    çok kişiler gururdan korkmuştur; ama ben onu yendim. çokları düşünür; benim düşünmeye gereksinmem yok. iyilikten dolayı sevinmem, kötülükten dolayı da üzülmem; yunanların istanbul'u aldığını öğrensem, türklerin atina'yı almasıyla aynı şeydir bu benim için.

    sana bu yazdıklarımdan, yaşımın ihtiyarlığa vardığını anlıyorsan, bana yaz. ben, kastro dükkanlarında, hava hattımız için tel alayım diye dolaşıyor ve gülüyorum. bana "neden gülüyorsun sağdıç?" diye soruyorlar. ama nerden nereye hesap vereceğim onlara? ben gülüyorum, çünkü tam telin iyi olup olmadığını anlamak üzere elimi uzattığım zaman birden insanın ne olduğunu, dünyaya neden geldiğini ve ne işe yaradığını düşünüyorum... bana kalırsa, hiçbir şeye... her şey aynı; karım olsa da, olmasa da, namuslu ve namussuz olsam da, bey ya da hamal olsam da; yalnız canlı ya da ölü oluşumun ne önemi var. beni şeytan ya da tanrı alırsa [ne diyeyim patron, sanırım arada fark yok!] gebereceğim, pis kokulu bir leş olacağım, dünyayı kokutacağım ve bu dünya, boğulmamak için beni bir yere saklamak zorunda kalacak.

    şimdi söz gelmişken patron, senden, korktuğum ve beni gece gündüz rahat bırakmayan bir şeyi [başka bir şeyden korkmam] soracağım; iyi saatte olsun, beni ihtiyarlık korkutuyor patron! ölüm bir şey değildir, bir püfff! ve mum sönüverir; ama ihtiyarlık... büyük ayıp bence.

    ihtiyar olduğumu açık açık söylemeyi ve kimsenin ihtiyarladığımı haber almaması için elimden geleni yapmayı çok büyük bir ayıp sayıyorum; sıçrıyor, oynuyorum, belim ağrıyor, ama gene oynuyorum; içiyorum, bir baş dönmesi geliyor, dünya dönüyor ama, gene başım dönmemiş gibi dik duruyorum. terliyor, denize dalıyorum, soğukluyorum. "guh, guh!" diye öksürüp hafiflemek istiyorum ama, utanıyorum patron. öksürüğü zorla geri çeviriyorum. yani, benim hiç öksürdüğümü duydun mu patron? hiç! bu, yalnız başkalarının yanında değil, tek başıma olduğum zaman da böyle. zorba'dan utanıyorum patron, ne diyeyim? utanıyorum zorba'dan.

    bir zamanlar aynaroz'da - oraya da gittim, ama ayağım kırılaydı da gitmez olaydım! - sakız'dan peder laurentio adında bir keşişle tanışmıştım. o herif, içinde bir şeytanın bulunduğunu sanıyordu; ona bir ad da takmıştı; hoca diyordu, zavallı laurentio, "hoca büyük cuma günü et yemek istiyor", diye böğürür, kafasını kilisenin eşiğine vururdu; "hoca kadınla yatmak istiyor. hoca başpapazı öldürmek istiyor. ben değil, hoca hoca!" ve ha babam alnını taşa vururdu.

    şimdi, benim de böyle içimde bir şeytan var patron, adına da zorba diyorum. içerdeki zorba ihtyarlamak istemiyor, hayır istemiyor, hayır ihtiyarlamadı, o canavardır, simsiyah saçları, otuz iki dişi ve kulağında bir karanfil var. fakat, dışarıdaki zavallı zorba su koyuverdi, saçları aklaştı, buruşup süzüldü, dişleri dökülüyor; kocaman kulağı, ihtiyarlara özgü beyaz eşek kıllarıyla örtüldü.

    ben ne yapayım patron? iki zorba ne zamana kadar güreşecek? sonunda hangisi yenecek? eğer çabuk kıkırdarsam iyi, o zaman üzülmem; ama, daha çok yaşarsam bittim demektir, bittim patron; çökeceğim gün gelecek. özgürlüğümü yitireceğim, gelinim ya da kızım bir velet, bir canavar çocuklarının yanmaması, düşmemesi, kirlenmemesi için dikkatli olmamı emredecekler ve eğer kirlenirse oturup benim [tuuuuuh!] temizlememi de....

    aklında olsun patron, genç de olsan, aynı şeyler senin de başına gelecek. onun için sözüme kulak ver, gittiğim yolda git, başka kurtuluş yolu yok; dağlarda dolaşalım, kömür, bakır, demir, tutya taşı çıkaralım, çok kazanalım, akrabalar bizden korksun, dostlar pohpohlasın, beyler şapkalarını çıkarsınlar. bunu başaramazsak; ölüm daha iyidir patron; kurtlar, ayılar ve başımıza hangi canavar çıkarsa, onun tarafından öldürülmek daha iyi, helal olsun ona! tanrı dünyaya canavarları bunun için gönderdi; çökmeyelim de, bizim gibi bazılarını yesinler diye...

    sanırım ki mektubumdan, ne kadar zavallı bir adam olduğumu anlayacaksın; yalnız seninle baş başa olup konuşurken karamsarlığımın hafifleyeceğinden umutluyum. çünkü sen de, benim gibisin, ama bunu bilmiyorsun; senin de içinde bir şeytan var, adını bilmiyorsun henüz. bilmediğin için de boğuluyorsun; onu vaftiz et de, hafifle patron!

    zavallı olduğumu söylüyordum, değil mi? bütün açıkgözlülüğümün budalalıktan başka bir şey olmadığını açıkça görüyorum; ama bazen, büyük bir adama yakışır düşüncelerle hareket ettiğim anlar oluyor, eğer içerideki zorba'nın emrettiğini yapabilirsem, dünyaya şaşkın bakıyorum.

    hayatımda vadeli anlaşmam olmadığı için, en tehlikeli uçuruma vardığım zaman freni laçka ederim. her insanın hayatı inişli yokuşlu bir çizgidir ve her akıllı adam kendini frenle idare eder; fakat ben patron, değerim buradadır; frenimi çoktan attım, çünkü karamboller, beni korkutmuyor; biz işçiler yoldan çıkmaya karambol deriz. yaptığım karambollere dikkat ediyorum, allah belamı versin! gece gündüz koşuyor, keyfimi yaşıyorum ve isterse, kırılıp paramparça olayım. yitirecek neyim var? hiç! sanki kendimi uslu idare etsem kırılmayacak mıyım? kırılacağım; öyle ise toplara ateş!...

    şimdi sen bana gülüyorsun patron; ama ben sana budalalıklarımı - ya da haydi düşüncelerimi ya da zaaflarımı diyelim - vallahi, bu üçü arasında ne fark var, bilmem; yazıyorum, işin yoksa gül sen. ben de, senin güldüğüne gülüyorum., böylece de dünyada gülmenin sonu gelmiyor. her insanın kendi deliliği vardır, bana da öyle geliyor ki, en büyük delilik, bir deliliğe sahip olmamaktır.

    yani, ben şimdi burada, kastro'da, deliliğimin eğitimini görüyorum ve kabul etmen için bunu sana ayrıntıları ile yazıyorum. doğrudur, daha gençsin patron, ama ihtiyarlara ait hikayeleri okudun ve bağışla ama, biraz ihtiyar oldun; onun için senin kabulünü istiyorum.

    ben, her insanın ayrı bir kokusu olduğuna inanırım: biz bunu anlamıyoruz, çünkü kokular birbirine karışıyor, hangisinin senin, hangisinin benim olduğunu bilemiyoruz; yalnız havanın pis bir koku yaydığını anlıyor; buna da insanlık adını veriyoruz.

    kimileri, onu soluyup lavanta adını da veriyorlar, benimse kusacağım geliyor. ama boşver, bu başka bir türküdür.

    ...

    sana başka zaman da söyledim patron, her insanın bir cenneti vardır; senin cennetin kitaplar ve büyük mürekkep damacanalarıyla dolu olacak; bir başkasınınki konyak, uzo ve şarap; birininki de yığınla ingiliz lirası. benim cennetim ise şu; alacalı entarileri, kokulu sabunları, iki kişilik sustalı karyolası olan, kokulu, küçük bir oda ve yanımda dişilik...

    ...

    sözü uzatıp da başını ağrıtmayayım patron, bu durum hala sürüp gidiyor. ama üzülme, işlerimize de bakıyorum. ara sıra çıkıp dükkanları dolaşıyor, bir göz atıyorum; teli alacağım, bize ne gerekirse alacağım, sen üzülme! bir gün önce, bir gün ya da bir hafta sonra olsa ne çıkar? dişi kedi, acelesinden yavrularını ters doğurur derler, acele etme sen. iyiliğine olsun diye gözlerimin açılmasını, aklımın durulmasını bekliyorum ki, bizi aldatmasınlar. her şeyden önce, telin iyi olması gerek, yoksa hapı yuttuk, öyleyse sabret ve bana güven!

    ...

    diyeceksin ki bütün bunları sana neden yazıyorum? ben seni sırdaşım sayıyor ve bütün günahlarımı sana açıklamaktan utanmıyorum. neden biliyor musun? bana öyle geliyor ki, sen benim iyi ya da kötü şeyler yapmama metelik vermiyorsun. sen de elinde, tanrı gibi, bir sünger tutuyor ve hepsini plaf plaf siliyorsun. onun için cesaret bulup bunları sana söylüyorum, dinle öyleyse.

    ben altüstüm, nerdeyse pusulayı şaşıracağım, rica ederim, şu mektubumu alır almaz kaleme sarılıp bana bir şeyler yaz. yanıtını alıncaya kadar diken üstünde oturacağım. sanıyorum ki, yıllardan beri tanrı'nın kayıtlarında yokum, ama şeytanınkilerde de... yalnız senin kaydında varım; onun için, senden başka hesap vereceğim kimse yok.

    ...

    rica ederim, bana hemen karşılık ver. dostça saygılarımla."

    aleksi zorba.
  • "bu kararsızlık geçidini, şarlatanlık tapınağını, bu günah testisini, bu hile otlarının dikilmiş bulunduğu tarlayı, bu cehennem'in giriş yerini, bu kurnazlıklar taşan sepeti, bu bala benzeyen zehri, ölümlüleri dünyaya bağlayan bu zinciri; kadını kim yarattı?"
  • "ölüm onu böyle dimdik, ayakta, tırnakları pencereye geçmiş halde buldu."
hesabın var mı? giriş yap