• “şark mazoşizmi”nden kurtulmak istiyorum. bu bir. “bozkır kökenli müslüman bir köylü gibi” gibi gebermek istemiyorum. bu iki. “kalite, aroma, gusto istiyorum. bu da üç. yaşamak istiyorum senin anlayacağın. hayatın tadını çıkarmak, keyif çatmak istiyorum.

    “sen basmasın”
    süreyya berfe, 1985

    yukarıda ki atıfla başlıyor viva la muerte ve or’da kimse var mı serisi. günay rodoplu’nun hikayesini dinlerken türk toplumunun yaşadığı önemli olayları ve değişimleri de roman kahramanın gözüyle görme imkanınız oluyor. romanın açılışındaki şair’in cenazesi, kitap imza günü geçenler, ziya bar muhabbetleri derken romanın içine giriyorsunuz ve zaman 80’ler sonrası istanbul çırpıcı mahallesi. çizilen sosyal demokrat şafak özden portresi ve ona aşık olan günay. şiran yıkıntısının üstüne dikilen bir aşk, en az onda yaşadığı kadar derin bir sarsıntıya beraberinde getiriyor.

    romandan kayda değer parçalar için

    “iyi de bunu onlar bilmiyorlar ki!” dedi rodoplu, “cumhuriyetin haberini hatırlasana, ‘bu yıl hac mevsimi kurban bayramına rastladı!’ diye başlık atmışlardı!. sonra, o şenay kızcağızın büyük keşfi (!) ‘alevilik!’ dizi yazısı! kıvırcık saçlarını savura savura, biliyor musunuz, alevilikte hırsızlık kınanır’ gibisinden bilgi veriyordu, hatırlasana!” 1

    “malumat istifçilerinin haşır neşir oldukları dışkı, yaşanan gerçekle hiçbir ilişkisi olmayan, yaşayan insanın gerçeği ile çakışmayan, ona hizmet etmeyen bilgi kırıntılarıdır,” diyordu günay, “anal-istifçi karakterlerin dünya ile ilişkisi mülkiyet ve denetim üzerine kurulur, çevresi ile sevgiyle bütünleşmesi söz konusu değildir. sanki, enerjisi, akli kapasitesi çok sınırlı olduğu için o güne kadar biriktirdiklerini saklaması, elindekini kaçırmaması gerektiğini düşünüyor gibidir. canlıların kendilerini tekrar tekrar yenileme kapasitelerinin farkında değildir. kendisini güvencede hissedebilmek için elinde olana asılır. bu bağlamda, ister solcu ister sağcı olsun statükocudur. böyleleri –yani, türkiye entelijensiyasının yüzde doksan dokuzu- cezaevleri adam almazken, ‘komutern’in beşinci kongresi…’ ya da ‘abdülhamit efendimiz…’ diye başlayan ‘malumat’a sarılmazsa yok olacaklarını sanırlar. hayatta kalmanın ancak yenilenmeyle mümkün olduğunun bilincine bir türlü varılamadığı için, bir zamanlar bilgi olmuş ama artık posası kalmış kırıntılarına kaskatı yapışılır. türkiye’de otuz yıldır aynı gündemin dayatılmasının nedeni de budur – mesela bizim sahamızda, bir tevfik fikret-mehmet akif meselesi vardır ki, bu konuda aynı insanlar, en az otuz yıldır, yılda bir kez, en az iki tam gazete sayfası yazı yazarlar- köhne gündemlerini yani ‘mal’larını koruyabilmek için ellerinden geleni artlarına koymaz, gerektiğinde despot kesilirler.” 2

    “şunu demek istiyorum: namus doğaüstü bir ahlak kuralı değil, toplumun somut çıkarlarının dayattığı bir davranış biçimi, bir iletişim yöntemidir. de ki tevfik fikret’sin, dil bilmez türk’ü kandırıp, hugo’dan ‘han-ı yağma’yı çeviriyorsun, ben yazdım yapıp, ünleniyorsun. ya da, de ki türkiye’nin biricik şener şen’isin, savaş dinçel’isin, ‘kırmızılı kadın’ denilen amerikan filmini alıyorsun, kare kare kopya ediyorsun, kostümcünün tasarımından kuaförünün modeline, ışıkçının ışığından oyuncunun oyununa kadar çalıyorsun. ortaya çıkan bu hoşluğu trt yayınlıyor; seyirci memnun, ertem eğilmez’in tecimsel siciline bir artı daha. kaybeden kim? toplum. çünkü, ne ‘han-ı yağma’ türk edebiyatına bir katkı, ne de ‘aşık oldum’, türk sinemasına. zaman ziyanı, kaynak ziyanı, en kötüsü, fırsat maliyeti çok yüksek!” 3

    “bir milyondan fazla yüksekokul öğrencimiz var, eğitimimiz yalan, yüzbinlerce camimiz var, müslüman olduğumuz yalan; milyarlarca liralık matbaalarımız var, gazeteciliğimiz yalan; hükümetimiz var, iktidar olduğu yalan; metrelik cetvellerimiz var , yüz santim olduğu yalan; kilogram kullanırız, bin gramı doğru tartabildiğimiz yalan; dünyanın en eski uluslarındanız, tarihimiz yalan; nato’nun en büyüğü ordumuz var, ülkemizi savunabileceğimiz yalan, cumhuriyetiz, demokrat olduğumuz yalan; konukseverliğimiz ünlüdür, birbirimizi sevdiğimiz yalan… daha sayayım mı?”

    “ritüeller ülkesi” olduğumuza katılıyordum. hep ‘…’ miş gibi , rencide olmuş gibi, bıçak kemiğe dayanmış gibi, isyan edermiş gibi, inanırmış gibi, hatta eğlenirmiş gibi yaptığımız doğruydu.. kim daha iyi …miş gibi yaparsa, o kazanıyordu.

    “ahlak kaosu dediğin…?” 4

    “bak, her toplumsal sınıf, kendi gelişmesine en elverişli koşulları yaratmakla görevlendirdiği kendi ‘öz-uzman aydınları’nı yaratır. ben diyorum ki, senin ‘bağımsız ve özerk’ bellediğin bu iç- çevre, ittihat terakki’den bu yana, egemen sınıfların toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel alanda yarattıkları aydın katmanlarından birisidir! kapitalistin kendisiyle birlikte sanayi teknisyenini, ekonomi-politik profesörünü, efendim, hukukçusunu yarattığı gibi, ittihat terakki ile hızlanan ‘türkleri uygarlaştırma misyonu’da, kendi organik aydınlarını yarattı! bugunü iç çevresi, deyiş yerindeyse, ittihat terakki cuntasının aydın kategorisidir! aydın tipini, tabii, edebiyatçı, filozof, sanatçı simgeler. gazeteciler, kendilerini edebiyatçı, filozof, sanatçı olarak gördükleri için ‘aydın’ olduklarını düşünürler. şimdi, biraz araştırırsan, babıali’nin ileri gelenlerinin hep bir ucundan ‘ittihat terakki’ye bulaşmış ailelerinden geldiklerini görürsün.” 5

    “oryantalizm denen hurafeler yığınının oluşmasını öyle güzel anlatıyor ki! bak ‘bilgili mermi’ avrupalının ‘dev konusu’ orient’ti. romancısıyla, psikoposuyla, ressamıyla, politikacısıyla koca bir gogiler ordusu yunanistan ile türkiye arasında bir yere hayalibir çizgi çizdi. onun doğusunda kalam her şeye ‘orient’ dedi. ‘ne kadar çok tahmin yapılabiliyorsa, meseleyi o ölçüde büyük ve derin görmek lazım’ uyarınca, o hayali çizginin berisinde yaşayan türkü, kürdü, arabı, çinlisi, gogilerin uygun gördükleri her türlü niteliği kabullenmek zorunda bırakıldılar. mesela ‘şark zihinyeti’ diye ne idüğü belirsiz bir kavram geliştirdiler. bu hesapça biz ‘forus’ların ve avrupalının kullanıp attığı, yani ‘aştığını’ düşündüğü her düşünce ve değer yargısıyla, tarihsel bir çöp sepeti gibi tıkabasa dolu, ipe sapa gelmeyen ve her nedense doğal olarak ‘ilkel’ bir kafası olmalıydı. az önceki örnekteki gibi, avrupalı, kadınları erkeklerin ‘mütemmim cüzü’ olarak görmekten vazgeçtiği, daha doğrusu ekonomik koşullar çalışması zorunluluğunu dayattığı için,serbest bıraktığı için ‘ezilen kadın’ denince nefretle andıkları kendi mukaddes kitapları değil kuran oldu! 6

    “çok kaba anlatıyorum, tabii! sana bir kavana vermeye çalışıyorum, hepsi bu. hıristiyanlık, yahudilerin telkinlerinden kaynaklanır. isa’nın kişiliğinden hız alır. osiris, attis, dionysos gibi akdeniz havzası tanrılarının dirilişleri ve ölümsüzlük vaatlerine duyulan inanç sayesinde güçlenir. paulus’un ilahiyatıyla biçimlenir. roma’nın örgütlenme biçimini benimser, bu idari miras üzerine muzaffer bir kilise kurar. yani, yarı romalı olur. yarı-romalı olma aşaması çok önemli, çünkü mısır’la başlayan nekrofilik eğiliminin, roma ile perçinlendiğine işaret eder.

    şimdi, putperest roma hukukunu hatırla. mülkiyet hakkı, jus utendi et abutendi, ‘kullanmak ve tüketmek’ hakkıdır, değil mi? işte bu söylem, bu ‘doğru’, avrupa-amerika medeniyetinin dünya görüşünün temelini oluşturur. o kadar ki, sonuçta ‘tanrı’yı da kullanmış, tükenmiş olduğunu düşünmüştür. on dokuzuncu yüzyılın kavgasını hatırla! nietzsche’yi hatırla. jus utendi et abutendi ilkesi, roma kod’unun, napolyon yasalarının ve günümüz kapitalizminin temelidir. mal sahibine malı üzerinde gerçek bir tanrısal hak tanır. peki ‘mal sahibi’ kimdir, biliyor musun? baba! baba’nın karısı ve çocukları üzerinde yaşatma, öldürme ve satma yetkisi vardır. buna ‘mancipium’ derler. koca herhangi bir suçtan sanık karısını yargılama görevini de infazı da üstlenir. zina ne kelime, şarap mahzeninin anahtarını çalmak bile ölüme mahkum edilmek için yeterlidir. batılı kadınlar, ‘mal’ olmaktan korkuyorlarsa, yeridir. feminist olsalar yeridir.” 7

    “bilgisayarlı bilmemneli” teknolojinin, örneğin, sinema endüstrisinde neden insanların bağırsaklarının ortaya döküldüğü, beyinlerin fışkırdığı filmlerin yapımında kullanıldığı sorguluyordu.

    “aynı teknoloji neden kötülüğün bunca çeşitlemesinin yapımında kullanılır da, iyiliğin çeşitlemesi yapılmaz?” “çünkü,” diyordu, “batının kafası ‘bir şeyin yapılması teknik olarak mümkünse, o zaman yapılmalıdır’ kafasıdır. yani, nükleer silah yapmak mümkünse, hepimizi yok edecek olsa da yapılmalıdır. ay’a gitmek mümkünse, insanlar acından ölse de gidilmelidir. bu sibernetik toplumun aksiyomudur; teknotronik toplumun ana kuralı. insancıl değerlere tümüyle tersmiş, onları siler geçermiş, ne gam! bu işi becermiş olmanın kibri, kendini beğenmişliği de cabası!” 8

    “bir amerikalı olmak ne demektir biliyor musunuz,” diye söylendi günay, neden sonra,

    “amerikalı olmak dünyanın neresine gidersen git kendi türkünü duymak demektir.”

    “öyle değil mi?” dedi duran.

    “bir bakarsın, bir çekik gözlü japon ya da bir palabıyık türk ya da koca ağızlı bir afrikalı, elinde gitari senin türkünü söyler! söylerken de gözü sendedir; beğenecek misin diye merak ediyordur. yaltaklanır. iyi taklit edip de, beğendirdi mi, ondan mutlusu da yoktur ha! her yerde bir madonna ya da michael jackson görsen, dünyanın sana ait olduğunu sanmaz mısın? nairobi’nin ortasında ya da kuzey kore’de ibrahim tatlıses’i taklit eden adamlar olduğunu düşünmek ne garip değil mi? amma da güvenli olur insan!” 9

    “bizim aydınımız, totaliter rejime ancak kendi doğrultusunda gitmediği zaman karşı çıkar. yoksa bakanı da olur, umum müdürü de. hiç merak etme.” 10

    “fısıldar gibi konuşuyordu, “akılla zeka aynı şey değildir. zeka, ‘şeyler’i, insanları işlevsel kılma becerisidir. iki sopayı birbirine bağlayıp ağaçtan muz düşüren maymun, zekasını kullanır, aklını değil. zeka, elde olanı olduğu gibi kabul edip, kendi amacının doğrultusunda yeni kombinasyonlara sokarak işlerlik kazandırmak demektir. biyolojik anlamda hayatta kalmak sürecinde kullanılan bir düşünce şeklidir. oysa akıl anlamaya yönelir. yüzeyin altında kalanı anlamaya; çekirdeği, gerçekliğin özünü bulmaya yönelir. aklın kısa vadeli, elle tutulur bir amacı yoktur. yani, insan aklını kullanıp köşeyi dönemez.!” 11

    “bak “pazar ahlakını”nı en iyi mişonaçi hikayesi anlatır. mişonaçi ile solomon ortaktırlar. sirkeci’de, kötü bir otel işletirlerken, birden işleri büyür, demeye kalmadan beş yıldızlı bir otel yaparlar, sonra bir tane daha, bir tane daha. zaman içinde çocukları da büyür, onlar da çocuklarını evlendirmeye, parayı aile içinde tutmaya karar verirler. düğün günü gelir çatar, iki baba nikahtan önce çocukları çağırırlar, onlara nasihat ederler. ‘hayatta’ der, mişonaçi, ‘en önemli mürşit, dürüstlüktür! birbirinize karşı her zaman dürüst olacaksınız ki, allah da size verecek! ‘evet ,’ diye onaylar solomon, ‘biz , bu günümüzü, önce allah’a, sonra da dürüstlüğümüze borçluyuz. biz iki ortak, birbirimizi bir kere olsun aldatmadık,’ der, mişonaçi. solomon anlatır, ‘biz, sirkeci’deki otelde, bir gün –ben yatakları düzeltiyorum, mişonaçi, yerleri süpürüyor- bir çanta bulduk. müşteri unutmuş gitmiş. içini açtık, bir de ne görelim, silme altın! hemen oturduk, bir altın bana, bir altın mişonaçi’ye. bir altın bana bir altın mişonaçi’ye! ne bir altın fazla bana, ne bir altın fazla mişonaçi’ye! işte gözüm, sozuklarım, dürüstlük budur!” 12

    “soyutlamanın aldığı boyutların korkunçluğunu görüyordum. mesela bak ölen ‘emeç’ değil, ‘gazeteci’dir. işadamı’dır. ölüm ilanlarında bir kadının ismine rastlarsan, mutlaka şu, şu şirketlerin sahibinin, yöneticisinin akrabası olduğunu bilirsin. anglo-sakson kültürünün ‘üç milyon dolarlık köprü’ efendim ‘beş bin dolarlık saat’ gibi, eşyası somut nitelikleri ile değil, takas değeri ile tanımlayan, somut nitelikleri marjinalleştiren ifadelerinin türkçe’ye yerleşmiş olması olayın vahametini anlatıyor. daha geçen gün milliyet’te 500 milyon liralık sel felaketinden bahsediliyordu. zararın takas değeri bildirilmişti ama felaketzedelerin ıstıraplarından haber yoktu.” 13

    “bak diana, sana iran senaryosu yazmam,” dedi günay yekten, “önyargıları perçinleyecek film yapmam. hele de , hollywood bugüne kadar tek bir filistin filmi yapmazken, vanessa redgrave’i filistinlilere arka çıktı diye on yıldır aforoz ederken, yapmam, çünkü senin ülkende, ‘basü badel mevt çadırları’ denilen çadırlarda , baptistlerin isa’yı anımsatsın diye koyunları çarmıha gerdiklerini, değme cerrahi’ye taş çıkaracak zikir seanslarında kendilerini hipnotize ettiklerini gördüm ben. ‘biz evliya olduk,’ diye haykırarak kendilerini yerden yere atanları gördüm. hal buyken, sırtını zincirle döven iranlıyı neden afişe edeyim.? dikkatini çekerim, onayladığımdan değil! yapmam, çünkü böyle bir tutum, dikkati doğru ya da yanlış, ama insani bir inancın üstüne çekip, irdelemeyi değil, batı’nın hasım bellediği bir ulusu aşağılamayı hedefler.” 14

    1 alev alatli, viva la muerte, sekizinci basım, kasım 2001,alfa yayınları sayfa: 4
    2 a.g.e., sayfa: 30-31
    3 a.g.e.,, sayfa: 33
    4 a.g.e.,, sayfa: 56
    5 a.g.e sayfa: 58-59
    6 a.g.e., sayfa: 95-96
    7 a.g.e.,, sayfa: 167
    8 a.g.e.,, sayfa: 170
    9 a.g.e.,, sayfa: 278
    10 a.g.e.,, sayfa: 383
    11 a.g.e.,, sayfa: 418
    12 a.g.e.,, sayfa: 481
    13 a.g.e.,, sayfa: 506
    14 a.g.e.,, sayfa: 514
  • alev alatli'nin "or'da kimse var mi?" dortlusunun ilk kitabi.
  • ispanyolca, "yaşasın ölüm"
    ispanya ic savasi sırasında geniş halk kitlelerinin sloganı imiş, bir nevi farkında olmadan ölüme tapmak..
  • ölümü kutsallastiran fasistlerin slogani. ispanyol fasisti, alman nazisi, türk irkcisi farketmez hepsi fetis bir duyguyla taparlar ölüme. nihal atsiz'in da ayni minvalde ölümü kutsallastiran söylemleri vardi.
  • en anlamlı bir nidâ.

    viva la muerte!

    yaşa la muerte!

    yaşa be muerte!

    yaşa be ölüm!
  • fando; annesi dindar ve faşizme ilgi duyan, babası ise "kızıl" olmakla suçlanan, on yaşlarındaki bir çocuktur. ispanya iç savaşı sırasında fando, babasının tutuklanmasını ve savaşı anlamaya çalışır. film 90 dakikadır.
  • alev alatlı'nın, günay rodoplu isimli aykırı bir aydın ile kırsal kökenli shp'li bir iş adamı olan şafak özden'in ilişkisi üzerinden türkiye, dünya, batı, sol, sosyalizm, ülkücülük, dinler ve buna benzer birçok şey hakkında fikirlerini anlattığı romanının ismi. kitabın içerisinde sık sık günay rodoplu'ya ait romanın notları da yayımlanır. aynı zamanda cemil meriç, kemal tahir gibi üstadlardan alıntılar yapılır.

    kitapta dikkat çeken unsur alev alatlı'nın gözlem kabiliyetinin gelişmişliğidir. roman yönüyle bakıldığında zayıf olması yazarın romanın kurgusunu ifade etmek istediği fikirleri ve tespitleri için bir paravan olarak görmesiyle açıklanabilir. nitekim bazı bölümler günay rodoplu karakterinin herhangi bir konu üzerine yaptığı uzun konuşmalardan oluşur ki yazıya dökülmüş hali uzun bir makaledir. cingöz bir yayıncı kitabın içerisinde bu tiradlardan ayrı bir kitap yapabilir.

    kitabın içerisinde geçen gerçek isim ve mekanlar da kitabın cazibesini arttırır. anlatılanların birileri tarafından yaşanmış olabileceği düşüncesi sürekli olarak kendini hissettirir.

    viva la muerte; nekrofili ile bireysel ve toplumsal davranışlarımız arasındaki ilişkiyi, milliyetçiliği, yeşil elma ve kekik kokan anadolu insanını, simsar sosyal demokrat politikacıları, batı ve doğu çatışmasını, sınıflar arasındaki çatışmanın bireysel ilişkilere olan yansımasını anlatan oldukça uzun bir roman.
  • "öldüğüm gün bu cehennemden kurtulacağım gündür" temalı film
  • ölüme tapmanın ya da ölü seviciliğin* türk aydınlarının serüveniyle birlikte anlatıldığı harika bir roman. başlangıç sekansı tam bir şölendir ve şairin cenazesinde romanı anlatan kişinin tespitleri bir harikadır. yazar bu ölüseviciliğin karşısına hayatı sevme'yi teklif eder.*
    diğer bütün kitaplara kefil olamamı sağlayan ve beni alev alatlı hayranı yapan bu roman, sonundaki 1 mayıs sekansları ile ayrıca değerlendirilebilecek bir berekete sahip.
  • ispanyol faşistlerinin sloganı.
    aslında tüm faşistler ölümü kutsarlar. ölülerin kanları ve canları üzerinden hem rant devşirirler hem de siyasi ikbal ararlar.
    güneydoğu'dan gelen her şehit cenazesi sadece onların şehidiymiş gibi malum mahlukat tarafından sahiplenip oya ve paraya tahvil edilmedi mi?
hesabın var mı? giriş yap