• yabancıların " pretentious " dediği yani çok şey anlatıyormuş gibi görünüp aslında hiçbir şey anlatmayan filmlerin baş yönetmenlerindendir. kendisi övenlere bakın, tek yaptıkları " abi şu sahnedeki makarna aslında yunan tanrısının karısını nasıl siktiğini ima ediyor " kafası aptalca yorumlar.
  • peş peşe metafor sıralayıp önümüze film diye koyan yönetmen. tabi gönderme bulunca titreyen sanatçı tayfaya sevdiriyor kendini.
  • 'çok şey anlatıyormuş gibi görünüp aslında hiçbir şey anlatmayan filmlerin baş yönetmenlerindendir.'
    diyen yukarıdaki yazar arkadaşa katılıyorum.
    killing of a sacred deer izlediğim ilk ve son filmi olmuştur. lanthimos için şöyle iyi böyle iyi diyen birileri elbette çıkacaktır ama zerre umrumda değil. ama bak orada şunu anlatıyor diyen birileri çıkarsa çok fena bozuşuruz.
    zırva bir yönetmen.
    ne gaspar noe'nın ne de haneke'nin yanından geçebilir.
  • avrupa sinemasına girdiği andan beri kendine özgün bir yerde duran, ilginç bir şekilde hollywood’a geçiş yaptıktan sonra bu özgünlüğünü orada dahi koruyabilen, son zamanların en başarılı yönetmenlerindendir.

    --- spoiler ---

    kariyerinin başlarında şarkıcılara klip, televizyona reklam çeken lanthimos, klip, reklam yönetmenliği biraz alakasız dursa da annesini genç yaşta kaybettiğinden ötürü hayatını idame ettirebilmek için çalışmak zorunda olduğundan önce çabuk para getirecek işlerle kamera arkasına geçiyor. hatta bir röportajında yaptığı bu işlerle sinemanın tekniğini iyice öğrenip özgüveninin arttığını ve daha sonra artık sinemanın düşünce kısmına yoğunlaşabildiğini belirtiyor.

    ilk uzun metraj denemesini o kalyteros mou filos ile yapıyor. bu filmde aslında yunanların hayat özeti denebilecek seks, aşk ve arkadaşlık gibi insan ilişkilerini komedi ile anlatırken çoğu yönetmen gibi bu ilk filminde pek vasatı aşamıyor ve sonra yapacağı işlerden çok daha bağımsız ve düz bir filme imza atıyor. sulu komedi seviyesindeki bu filmde aslında yunanistan’ın ünlü oyuncuları da oynuyor fakat eğrisi doğrusuna denk gelmeyince lanthimos’un filmografisinde çok eğreti duran bir iş ortaya çıkıyor. david lynch’in dune faciası kadar korkunç bir başlangıç olmasa da ileride yapacağı başarılı işleri hiç hissettirmeyen, kariyerinde çok alakasız bir noktada duran bu filmle lanthimos artık uzun metraj sinema filmlerine giriş yapıyor.

    daha sonra kinetta ile kendine özgü sinema dilini ve konularını ufaktan göstermeye başladığı bir filmle bu sefer sanat ortamlarına giriş yapıyor. lanthimos sinemasına giriş yapmak isteyenlerin ilk bununla başladığında sayıp sövdüğü, izlenimci bir yapıya sahip bu film aslında lanthimos’un diğer işleri izlendikten sonra izlenirse daha çok zevk alınacak bir film. diğer işlerine nazaran daha amatör ve saçmalık derecesinde çetrefilli kalsa da nasıl bir düşünce yapısına sahip olduğunu, ilerideki sağlam filmlerinin alt yapısını göstermesi bakımından bana göre güzel ve izlenmesi gereken bir film. tabii sinemayı hobi seviyesinde takip etmeyen, genel izleyiciler için izlenmese hiçbir şey kaybedilmeyecek, avrupa sinemasının sanat kastırdığı filmlerden biri. bu filmle de sanat camiasında yavaştan dikkat çekmeye başlıyor.

    çıkışını yapması çok uzun sürmeyen lanthimos bunu kynodontas ile daha 2009 yılında başarıyor. bu filmde ve ileride çektiği, hollywood’la tam hemhal olmadığı dönemlerde bu başarısının arkasında filmleri beraber yazdığı efthymis filippou var. krzysztof kieslowski ile krzysztof piesiewicz, ken loach ile paul laverty işbirliklerine benzer bir modelle sağlam ve avrupa sinemasında özgün bir yere daha en baştan oturan işlerini beraber yapıyorlar. kynodontas ile distopik bir ortamı günümüz dünyasına realist bir şekilde uyarlayıp, absürtlüğü o ortam içerisinde normalleştirerek ve bunu yaparken ileride kullanacağı imza hareketlerini*** şimdiden oluşturarak ilk büyük işinde büyük bir başarıyı elde ediyor. işlediği konuları aktarırken eserlere, yönetmenlere, filmlere yaptığı göndermeleri özgün dili içerisinde eriterek kendine has sinema dilini en baştan oturtuyor. bu filmde ileride yararlanacağı, dilinden anlayan oyuncuları da keşfeden lanthimos daha sonra alpeis, the lobster’da da rol vereceği angeliki papoulia’ya ve rahmetli olmasaydı bence başka filmlerinde illaki oynatacağı mary tsoni’ye ilk defa rol veriyor.

    işlediği konuları aktarma biçiminde tutturduğu özgünlükten devam ederek alpeis filminde yine orijinal bir fikri kendine has biçiminde bize sunuyor. bu film ortamlarda nedense pek tutulmuyor fakat aktarmak istediği şeyleri yine o kurgulanan yapıya uygun olarak aktardığı için tutuk ve duygusuz olması bence filmin ruhuna oldukça uygun bir hava katıyor. zaten lanthimos’un filmlerindeki bu tutarlılığı özgünlüğünü sağlayan en büyük etmenlerden biri. her ne kadar yaptığı işlerin absürtlüğünden ötürü filmlerinde sanki bir sınır yokmuş gibi görünse de kurguladığı ortamlardaki, yapılardaki sınırları çizip oranın gerçeklerine sadık kalmasından ötürü benzer distopik konuları işlese dahi her filmi birbirinden oldukça farklı biçimde açığa çıkabiliyor. alpeis de yine distopik ortamda geçen, hikayesini bulunduğu evrene uygun bir şekilde bize aktaran, özgün bir film olarak karşımıza çıkıyor. aynı şekilde bulunduğu evrendeki aktarım tutarlılığını the killing of a sacred deer’da da görebiliyoruz. oradaki yunan tragedyasına uygun anlatım dili beğeni toplarken, bu filmdeki anlatım dilinin garip görülmesi ilginç.

    avrupa sinemasında yaptığı patlamadan sonra dünyaya açılışını sağlayan; avrupalı olup da dünyaca ünlü, hollywood’a iş yapan ve ilerideki filmlerinde de rol verdiği oyuncuları bu filmde ilk kez kullanan lanthimos artık dünya çapında da rüştünü ispat ediyor. yine distopik bir konuyu kendine has ciddi ve aynı zamanda mizahi, katı, donuk biçimde aktarırken karanlık temaları sağlam kurgusu ve iyi oyunculuklarla ustalıkla kotarıyor. her filminde aynı noktadan çıkıp, aynı temaları kullanıp da birbirinden bu kadar farklı filmleri çekmeyi başarırken aynı zamanda sinemasına biraz aşina olan herkesin yüz metre öteden görse tanıyacağı bir tarzı oturtabilmesi büyük başarı. wes anderson’ın renk paleti ve simetrisiyle, aki kaurismaki’nin çekim ortamları ve yöntemiyle oluşturabildiği sinema dilini çok ön plana çıkan bir teknik veya kullanım olmadan oluşturan lanthimos bu konuda sinema dili oluşturanlardan özgünlüğüyle oldukça farklı bir yerde duruyor.

    the lobster’dan sonra bir yunan tragedyasını direkt olarak günümüze uyarladığı the killing of a sacred deer’la verdiği rahatsızlığı iyice arttıran lanthimos, uyarlama olarak çektiği bir filmde de sinema dilini başarıyla ortaya koyarak auteur yönetmenliğin yanında hazır konuları da başarıyla kendi sinemasında eritip önümüze koyabileceğini gösteriyor. artık yunanistan’dan ve aslında avrupa’dan tamamen çıktığı bu filmle hollywood’a yunan tragedyasını modern bir uyarlamayla taşıyor. mizahi dilinin en az olduğu bu filmde, alpeis’te bahsettiğim gibi yarattığı yapıya uygun biçimde katı, soğuk ve acımasızlığı aktarırken, kynodontas’la beraber en rahatsız edici filmini ortaya koyuyor.

    her ne kadar şimdi ortak yeni işleri çıkacak olsa da* bundan sonraki the favourite ve poor things’te efthymis filippou yok. bu eksikliğe rağmen the favourite filminde lanthimos hikaye anlatıcılığını ve senaryoyu biraz farklı olsa da başarıyla kotarıyor ve kendi işleri içinde biraz daha farklı bir filmi özellikle hollywood’la tanıştırıyor. the lobster’la başlayan ünlü avrupalı oyuncular ekibini burada kullanırken, özgün bir bakış açısıyla daha mizahi ve özellikle çekim yöntemleri bakımından yönetmenlere saygı duruşu niteliğindeki bu filmle diğer filmlerine nazaran daha normal bir konuyu eğlenceli ve absürt komedi tadında bir üslupla başarılı bir şekilde kotararak seyirciye aktarıyor. konu itibarıyla özgünlüğünü tam yansıtamayacağı düşünülecek olsa da kendi dilini çok güzel biçimde konuya yedirerek bu filmin her türlü bir lanthimos filmi olduğunu aktarabiliyor.

    the favourite’tan sonra poor things’le artık avrupa sinemasında, özellikle yunanistan’daki filmlerinde kullanıdığı dili artık tamamen dünya çapına taşıyor. eski lanthimos işlerine benzer bir konuyu, benzer dille ve sağlam oyunculuklarla çekmeyi başaran lanthimos hollywood’un içinde erimeden, kendi istediklerini yapabilen, artistik özgürlüğünü eğilip bükülmeden kullanabilen bir yönetmen olarak son işini ortaya koyuyor. normalde yapımcıların baskısı, filmin satma kaygısı nedeniyle yapılan müdahaleler nedeniyle özgünlüğünden feragat edip daha anaakım iş yapan yönetmenlerin aksine, gittikçe eski üslubunu kullanır hale geliyor. the favourite’ın başarısından sonra yapımcıların güvenip direksiyonu bırakabilmesi de tabii ki kendi başarısı olarak addedilebilir. bu iyi gidişatı devam ederse anaakımda olup da böylesine özgün film yapabilen, kendi dertlerini kendi üslubuyla aktarabilen nadir yönetmenlerden biri olarak kariyerine devam edecektir.
    --- spoiler ---
  • the lobster , kutsal geyiğin ölümü filmlerini izlemiş biri olarak söylüyorum tarzı farklı şahsına münasır yönetmendir filmini tam anlamıyla idrak etmek için film hakkında analizleri az biraz okumak gerekli özellikle benim gibi mitolojiye uzak olan arkadaşlar kutsal geyiği izledikten sonra film analizini okumanızı tavsiye ederim.
  • ilk bakışta başlığında nasıl bu kadar az giri var anlamadığım sonra giorgos adıyla açılmış bir başka başlığı olduğunu öğrendiğim yönetmen ancak imdb dahil birçok kaynakta adı yorgos olarak geçiyor neden burada böyle bir durum olmuş çözemedim. aslında başlığına başka bir amaçla gelmiştim ama buraya da biraz bilgi girelim o zaman.

    kendisi dünya sinemasında (bkz: ilker canikligil) tarafından sevilmemesiyle ve (bkz: dogtooth) adlı filmiyle tanınır. bu filminin ardından ses getiren filmleri (bkz: lobster) (bkz: killing of a sacred deer) ve (bkz: the favourite)'dir. *

    benim izlediğim filmleri içinde favorim (bkz: lobster)'dır.

    beni bu başlığa getiren olay ise gördüğüm şu haber. kendisi (bkz: nimic) adında bir kısa filmle festivallerde boy göstermekte. ulan vicdansız sen zaten aldın yürüdün kısa film nispeten bağımsız ve yeni sinemacıların daha rahat yer bulabilecekleri bir alan hadi kısa film çekmek istedin çektin neden festivale yolluyorsun. koy (bkz: vimeo)'ya şanın yürüsün.
  • uçan balonların sonuncusudur. gaspar noe ile kıyaslayanlar olmuş. holywood'un yeni oyuncağı pardon yönetmeni
  • variety'nin directors on directors programında ari aster ile eşleşmiş. öf. karşılıklı ne kafa açarlar var ya. programın açılışında lanthimos ilk sözü alıp ''sinemaya geçmeden önce kişisel olarak merak ettiğim bir şey var ari, lütfen merakımı bağışla: sen ssk'lı mısın yoksa dışarıdan mı ödüyorsun?'' diye sorsa, bu sorunun garip karşılanmayacağı tek eşleşme.
  • hatırlayacaksınız youtube ilk yaygınlaşmaya başladığında insanlar sinema ve dizilerin artık bittiğini, izleme alışkanlığının kısa videolar üzerinden devam edeceğini iddia etmişti. bir süre için gerçekten eğilim de bu yöndeydi. ancak kısa zamanda youtube gibi mecraların sinemanın yerini tutamayacağı anlaşıldı. çünkü sinema bir hikaye anlatma aracıdır ve temelde gösterilen şey ne kadar olağanüstü olursa olsun, izleyici bunun gerçek olduğu ön kabulüyle filme başlar. youtube ise gerçeğin eğilip büküldüğü, çoğunlukla sahte hikayelerin anlatıldığı (gerçekten kaliteli içerik üreten insanları tenzih ederim) bir mecra olduğu için bir sinema kadar etkili olamadı.

    yalnız youtube'un şöyle bir faydası var. dünyada videoya talep deli gibi artınca internet bant genişliği mecburen yükseltildi. bu fırsattan faydalanan netflix gibi firmalar sayesinde de dizi ve filmlere yeni bir ilgi oluştu. tabi netflix dizisiyle ömür geçmez, bu nedenle belli bir sayıda film izlemiş olan insanlar haliyle anlatı konusunda daha kompleks, çekim teknikleri alanında daha dikkat çekici film arayışına girdiler. bu da iyi bir şey. atıyorum 20 sene önce ortalama bir sinema izleyicisinin ingmar bergman hakkında söyleyecek çok şeyi olmuyordu çünkü filmleri arayıp bulması filmleri izlemekten çok daha zordu. şuan ise oturduğunuz yerden iki tıkla tüm dünya sinemasına ulaşabiliyorsunuz.

    şimdi bahsedeceğimiz yorgos lanthimos da bu özel dönemin yönetmenlerinden biri. normalde özellikle ülkemizdeki garip dağıtım politikası nedeniyle filmlerini en fazla festivallerde izleyebilecektik. şuan ise yaptığı avangart filmlere rağmen kendisi hayli popüler. kendisi benim de çok beğendiğim bir yönetmen ama tabi bu kadar popüler olunca filmlerini izlemeden önce bir önyargı vardı. çünkü aynı zamanda vasatın aşırı övüldüğü bir dönem içindeyiz. ancak şanslıyız ki lanthimos böyle bir isim değil. hatta bence övgüleri baya baya hak ediyor. şimdi elimden geldiğince objektif olarak (sevdiğim bir konu olduğu zaman coşma huyum vardır, mazur görürseniz) yönetmenin tarzı nedir ne değildir bir konuşmaya başlayalım.

    --- spoiler ---

    normalde bir hikaye anlatılırken arka planda var olan ve aktarılmak istenen bir fikir vardır. ne bileyim kapitalizm kötüdür, hayatınız sıkıcıysa değişimden korkmayın, bırakın insanlar cinsel tercihlerinde özgür olsunlar vs. mesela eşcinsel bir genci alır, lisedeyken yaşadığı sıkıntıları anlatırsınız daha sonra kendisini kabul eden insanlar bulur ve burada mutlu olur. buradaki ince nokta ise söyleyeceğiniz şeyi asla direkt olarak söylememektir. herşey olay örgüsünün bir parçası olarak anlatılmalıdır. mesela eşcinsel olan birey bir yerde garson olarak çalışsın ve orada güneyli takılan bir takım adamlardan dayak falan yesin. böylece direkt olarak söylemeden gerici düşüncelerin bu insanlara ne kadar zarar verdiğini göstermiş olursunuz izleyicinize.

    bu anlattığım tabi klasik sinema için geçerli. lanthimos için ise söyleyebileceğimiz en son şey kendisinin klasik sinemanın temsilcisi olduğudur. bunu da en iyi hikaye anlatma tarzında görebiliriz. öncelikle lanthimos, klasik sinemadaki öyle bir evren kurayım ki izleyici film izlediğini unutsun mantığına girmez. the favourite hariç hiçbir filminin gerçekçi bir mekan algısı yoktur. özellikle dogtooth'taki ev, the lobster'daki otel buna örnek gösterilebilir.

    ayrıca lanthimos, anlatacağı şeyi saklamaz. hikayelerini gerçeklik zeminine oturtmadığı için bütün metaforlar birebir hikayenin akışında yer alırlar. tüm metaforları da gayet açık ve okunabilir durumdadır. örneğin the lobster'da toplumun yalnız insanlar üzerinde kurduğu baskıyı çok zorlanmadan görebilirsiniz. ha lanthimos filmlerindeki her metaforu yakalamak tabi ki kolay değil ama filmleri ne anlatıyor bu allaaşkına demeden izleyeceğiniz kadar bir kısım veriliyor diyebiliriz.

    peki lanthimos neden anlattığı şeyleri olay örgüsünden sıyırıp daha kavramsal bir zemine taşıyor. birincisi lanthimos'un işlediği konular daha önce işlendi zaten. örneğin dogtooth'taki baskıcı aileyi normal bir olay akışı içinde anlatmış olsaydınız tebrikler birbirinin benzeri 760bininci filme imza atmış olacaktınız. filmleri bu şekilde yaptığınızda ise evet benzer bir konuyu ele aldınız ama kimsenin anlatmadığı şekilde anlatmaya çalıştınız demektir.

    ayrıca işin içine olay örgüsü, mekanlar ve en önemlisi karakterler girdiğinde seyircinin dikkatinin dağılma ihtimali var. mesela alps filmini ele alalım ve çocuğunu kaybetmiş bir ailenin, kendi ebeveynlerinden çok ilgi görmeyen bir kızı kendi evlatları yerine koyduğunu anlatalım. eğer işin içine biraz duygu sömürüsü biraz da gülmece falan koyarsanız baya gişe rekoruna koşarsınız bu filmle. çünkü klasik melodrama gibi bir şey elde ettiniz. ama lanthimos size bunu göstermek istemiyor ki. ilk baışta film aile bireylerini arkadaşlarını falan yitiren insanların acısını temel alıyormuş gibi görünebilir ama dikkat edin ana karakterler onlar değil isimlerini alp'lerdeki tepelerden alan karakterler. burada da bir duygusal boşluk seziliyor. çünkü bir insanın yerine başkasın koymaya hatta bunun için ücretli hizmet almaya çalışıyorsanız demek ki burada dayanılmayacak kadar büyük boşluk var demektir. durum biraz hastalıklı ama inanın alpler kadar değil. çünkü onlar da para kazanmanın ötesinde yerlerine geçtikleri karakterlere gösterilen ilgiyi arıyorlar. mesela filmde hemşire olan karakter sevilen, başarılı, ailesi tarafından desteklenen bir kız gördüğünde oraya gitmek istiyor. önce kız ölmedi diye yalan söylemesi, daha sonra ilk 4 hafta para almayacaklarını uydurması, en sonunda da yaşadığı kayboluştan sonra camı kırıp kızın yatağına yatmaya çalışması hep bu arayışın göstergesi. ve tüm bunları tutup olay örgüsü içinde kendinizi özdeşleştirebileceğiniz karakterler ile anlatırlarsa ortadaki o hastalıklı durum gözden kaçar. lanthimos ise karakterlerine isim bile vermeyerek izleyicisini olaylara yabancılaştırmaya çalışıyor. böylece izleyicisine insanlarla bağ kurmak gibi temel bir insani ihtiyaca adeta laboratuvar gibi bir ortamdan bakma şansı veriyor. bu da entelektüel açıdan bakarsanız, bilindik bir hikayeyi tekrar tekrar anlatmaktan çok daha değerli.

    bir de lanthimos'un meşhur anlamsızlık ve gariplik meselesi var. burada son söyleyeceğimi ilk söyleyeyim. lanthimos'un filmleri anlamsız değildir. mesela lobster'ı izleyip e abi sonunda ne oldu şimdi adam çıkardı mı gözünü diye soruyorsanız yönetmenin tarzını anlamamışsınız demektir. çünkü o sahnede anlatılmak istenen şey aşk konusunda yaşanan kararsızlıktır. normal bir aşk filminde ne olur, ya karakterlerden biri gözünü bile kırpmadan fedakarlık yapar ya da saf kötüdür ve senin için şöyle uçarım böyle kaçarım dedikten sonra ortadan kaybolur. da gerçek hayat ve aşk böyle bir şey değil ki. lanthimos'un söylemek istediği de bu. bazen ilişkilerinizde öyle bir noktaya gelirsiniz ki ne yapacağınızı bilemezsiniz. sevdiğiniz insan yalnız başına öylece otururken aynanın karşısında dikilir kalırsınız diyor. bu noktada zaten kesin bir yargı da yoktur artık. diyelim ki colin farrell'in canlandırdığı karakter kendisini kör etmedi ve kaçıp gitti. normal şartlarda bu karakterin kötü olduğunu düşünürsünüz ama film boyunca yaptıkları da az şey değildi ki. çok çok büyük bir fedakarlığı yapamadı diye hemen kötü biri mi olacak? ya da film boyunca saçma sapan hareketler yaptıktan sonra filmin sonunda gözünü çıkarsa birden bire ideal aşığa mı dönüşecekti? bu nedenle yönetmenin istediği de ufak hareketlerin sonucundan ziyade izleyicinin olayın genel akışını kavrayabilmesi. o nedenle yaşanan kararsızlığı hissettiyseniz göz gitti mi gitmedi mi pek bi önemi yok bunun.

    gariplik konusuna gelecek olursak da bunu yine hikaye anlatıcılığı içinde konuşmuştuk, lanthimos istiyor ki karakterleri böyle ameliyat masalarına yatsın, siz de üzerinizde önlük o dizilerde falan sıkça gördüğümüz cam bölmeden olanları izleyin. bu nedenle mesela diyalogların hepsini sanki oyuncular ellerindeki texti ilk defa görüyormuş gibi ruhsuz ve tonlamadan okuyor. ha derseniz ki bence lanthimos diyalog çekmeyi beceremiyor, onun da bir çözümü var. dikkat ederseniz iki karakter konuşurken arada sürekli bir bekleme oluyor. işte o beklemelerin kendi içinde bir ritmi var. yani dümdüz okuyalım belki bir şey çıkar değil, olabildiğince düz olsun diye bir çaba var burada. zaten bir yamukluk olsa colin farrell, rachel weisz gibi oyuncular diyaloglara bakıp hocam burası olmuyor gibi sanki derlerdi ve yönetmenin diğer filmlerinde çalışmak istemezlerdi.

    lanthimos'un farklı bakışının en belirgin olduğu noktalardan biri de filmlerindeki sevişme sahneleri. normalde sevişme sahnesi eskiden hiç çekilmiyordu. işte en fazla kapanan perde falan ima edip geçiyordunuz. yeni dönemde ise özellikle dizilerde sevişme sahneleri yayınlanmaya başlandı. bunun da standardı olabildiğince az şey gösterip işi zoom'la, aşırı yakın çekimle falan atlatmak. bir de işin asla erotik bir noktaya varmaması lazım. çünkü yaptığınız projeyi böyle izletmeye çalışıyorsanız baya low bir seviyedesiniz demektir. insanlar böyle düşünmesin diye de atıyorum bir çift meme çekeceksiniz hemen partnerin gölgesini böyle bir kısma düşürürsünüz ki bir şeyler hafif gizli kalsın. ha kabak gibi her şeyi de çekebilirsiniz tabi ama işin içinde biraz sanatsal kaygı olması gerekiyor ki dediğim gibi insanlar amacınızı tartışmasın.

    lanthimos'un ise en başından beri böyle bir derdinin olduğunu sanmıyorum. çünkü insanın en doğal yaptığı eylemi bile o kadar bağlamından koparıyor ki insan mı sevişiyor uzaylılar üremeye mi çalışıyor anlayamıyorsunuz. yani normalde iki insan sevişirken aralarında bir yakınlık olur, bi gülümseme bi bişey yani. ama lanthimos filmlerinde bunların hiçbiri yok. ha dogtooth'ta olmaması anlaşılabilir çünkü oradaki erkek çocuk daha önce topluma karışmamış hiç. (ensest meselesinde böyle bir şey aramak zaten baştan saçma olacağı için onu konu dışı bırakıyorum) ama cinsellik konusuna benzer bir yaklaşım alps'te de var, lobster'da da var (gerçi colin farrell ile rachel weisz'ın karakteri birbirlerine aşık olunca işler değişiyor ama o zamana kadar tutkunun t'si yok koca sinematografide) peki lanthimos bunu neden böyle tercih ediyor? birincisi karakterleri zaten toplumdan kopuk olduğu için birden sevişme sahnesinde don juan'lara dönseler garip olurdu. ikincisi de biz insan olarak bazı eylemlere farklı anlamlar yüklüyoruz. çünkü geçmiş deneyimler, toplumsal normlar gibi pek çok konu var bir şeyi anlamlandırırken kullandığımız. lanthimos ise bakışımızı bulandıran bu noktaları ortadan kaldırıp olanı sadece gözlemci olarak anlamamızı sağlıyor. zaten tüm entry boyunca konuştuk tüm filmlerinde böyle bir yaklaşım olduğu için sevişme sahnelerinin bu şekilde yapılması da beklediğimiz bir şey aslında.

    --- spoiler ---

    sonuç olarak şimdi lanthimos'a baktığınızda hep aman sanat filmleri çekiyor aman metafor kullanıyor diye uzak duruyor olabilirsiniz. ancak dediğim gibi metaforlar olsa da bunları çözmek çok bir efor gerektirmiyor. (derinlemesine anlamlandırayım derseniz işler değişir tabi) bir de artık böyle yönetmenlerin ana akımda tartışma konusu olması bence sinema için iyi bir şey. umarım lanthimos değişik fikirleri olan senarist ve yönetmen adaylarına örnek olur da ileride daha fazla özgün sinemacı takip edebiliriz.
  • sahtekardır.
hesabın var mı? giriş yap