• ayetin arapçasina hakim değilim, arapça bilenlere selam ederim, ama bu ifade bizim anladığımız ve çevrildiği biçimiyle kuran'ın en zarif ve en incelikli yerlerinden, belki de en zarif doruklarından biridir. ama doruk var, doruk var, incelik var, incelik var.

    nasıl bir doruk dersen, o biraz geniş bir konu. nitekim mühürlemek ve perdelemek gibi karşıtını çözmeye yönelik zarif bir tehditle süslenmiş, aynı zamanda da uçsuz bucaksiz, keskin bir acimasizlikla damgalanmış bir inanç ancak çocuklara özgü bir saflıkla kurgulanabilir. zaten biliyorsunuz ister tek tanrili olsun, ister çok tanrili, tüm büyük dinler tek tanriya ya da baş tanrilardan birine çocuksu diyebileceğimiz kesif bir acımasızlık atfederler. tek tanrılı dinlerde tanrı hem sevgi doludur, hem de acımasız. acımasızlık "adalet"in bir soyutlaması olarak, sevgi ise "bağlılığın" bir biçimi olarak çalışır. tanrısına ihanet eden israil'i dünyanın dört bir yanına dağıtan elohim ve insanlığı kurtarmak için tanrının gazabını üzerine almaktan çekinmeyen isa mesih, acımasız demeter ya da yunan pantheonunun kronos'u aynı tehdidin başka versiyonlarıdır. ancak insanların kalplerini mühürleyen bir tanrı eylemiyle kurgulanmış zarif bir tehdit insanlık tarihinde çok az görülmüştür.

    biraz gevezelik edersem ben bu mühürlenme ve perdelenme konusunu çok seviyorum. zaten bu müslümanlikta iki şeyi çok seviyorum, biri bu mühürlenme konusu. diğeri islamiyetin tek ve biricik ilahi gerçek din olduğu yönündeki iddialar karşısında dinin ve kurallarinin daha eski çok tanrili dinlerle ilişkisi gösterince, "zaten tek bir tanrisal mesaj var, eski dinlerde de o mesajın parçalarının bulunması çok doğal, ama o eski dinler bozulmuş," denilmesini seviyorum. nitekim 14 yaşımdan beri totoloji gördüğüm yerde sevinçle havalara zıplıyorum.

    "ne biliyon bozulduğunu?" diye sorduğunda "kitapta öyle yaziyor, hem bozulmasa bizimkiyle ayni olurdu" diyen bu totolojik yanıt verme geleneğini seviyorum işte anlayacağın. o zaman "adamin dokuzyüz seksensekiz tane tanrisi var hangisi bozulmuş" diye komikli soru soramiyorsun. şu kural burdan, şu ibadet oradan, şu deyiş şuralardan, bu efsaneler taa oralardan gelmiş de diyemiyorsun. tevrat ve incil'in esinlenmesini bile kuran'in eşdeğeri birer tanrisal mesaj zanneden averaj ortaokul din ve ahlak bilgisi alimi için 4 bin yildan öncesi iyice zor oluyor. hangi diziydi hatirlamiyorum, "4 bin yıldan yeni dinleri ciddiye alamıyorum," diyordu karakterin biri. müslümanlık da böyle 1400 yıldan öncesini ciddiye alamiyor, katoliği protestani desen o da en fazla 2000'e bakar, yahudiliğin de 4 bine kadar yolu var ama o da muallak. hoş bana sorsan binyillarin lafı olmaz, ökaryot hücreden yenisine dönüp bakmak insanın huzurunu bozuyor..

    neyse işte dışarıda fıtınalı kar havasi varken bu konuda aylakça gevezelik etmek hoşuma gidiyorsa, bunda geçenlerde biraz aydınlanmış olmamın da payı var. ama tam değil az aydınlanma. sütü taşmadan, tam tencerenin ağzında yakalamak gibi düşün. ocağı kapatır kapatmaz taşacak olan sütün durup geri dönmesi gibi. mühürlü olduğum için tam aydınlanamıyorum, ancak böyle bir süt taşımı olabiliyor. işte geçen kar yağdığında küçük bir kız çocuğunun gökten yıldız yakalayip cebine doldurmasina yardimci olurken aydinlanir gibi oldum. bizimki neşeyle cebine yildiz doldururken, ben de yanımdakine "bak ben peygamberleri de biraz çocuk gibi düşünüyorum?" diyecektim de diyemedim. kürşat başar, hamdi koç romanı falan gibi olacakti ortalık, vazgeçtim, insan kendinden ve düşündüğü şeylerden utanıyor bazen de burada yazdıklarımızdan utanmıyoruz neyse ki, yazayim, içimde kalmasın..

    peygamberliğin ve tüm dinlerin bütün karmaşık sorunlara yönelik çözümlerinin gerisinde çocuksu bir iman kurgusu ve bu kurguya bağlı sevgi süsü verilmiş ve korku temelinde örülmüş bir bağlılık beklentisi çalışır biliyorsunuz. bütün dinler kurgu ve korku temeli üzerine titizlikle bir tanri sevgisi ve saf bir inanç beklentisi inşa ederler. biraz aşk gibi bir meseledir bu aslına bakarsan da, işte bu çocuksu sevgi ve inanç temelini, işin "saf sevgi" tarafını peygamberler, dinin korku ve şiddete dayanan yüzünü ise genellikle peygamberin yakın çevresi, "din adamları" inşa ederler. bu yüzden her peygamber biraz çocuk ve sevgili kalır. en korkutucu ve acımasız tanri yahve elohim bile kendi halkını kıskançlıkla sever. yani anlayacağın her peygamberin kendisi iyi, çevresi kötüdür, ama her peygamber kaçınılmaz olarak halifelere ve havarilere, bir çevreye ihtiyaç duyar. halifesi ve havarisi olmayan din olmaz. kabile ve klan dinlerinde ibrahim'den musa'ya kadar babalar, oğullar, amcalar; biraz daha gelişmiş toplumlarda, musa'dan ve isa'dan sonra akrabalara, havariler ve halifeler eklenir.

    bütün peygamberlerin ve halifelerinin neredeyse hepsinin akraba olması da, dinlerin peygamberler dışında sürekli yeni halifeler, evliyalar, havariler, azizler, mehdiler doğurması da bunun bir ihtiyaç olmasına dayanır. dini yaratan genellikle peygamber değil, din adamları olduğu için, din donmuş, hareketsiz bir şey de değildir. bu ihtiyaç dine dinamizm kazandirir, din sürekli yeniden inşa edilir. evrenin bilmem hangi ucunda ortaya çıkan karmaşık bir kütle çekim probleminin çözümü için tanrısal bir yanıt kurgulayan ya da dirac denkleminde ve feynman sisteminde dinsel bir açıklama görmeye çalişan dini bütün birinci sınıf fizik öğrencileri aslinda birer modern halife ve havaridir. tarih, toplumlar biraz geliştikçe kutsal kitaplarda fiziğin, kimyanın ve biyolojinin yanıtlarını arayan budala mucize avcilari ve kibirli halifelerle, efsane yazarlarıyla doludur. işin tuhaf yanı bunlar epeyce taraftar da toplarlar. sanıldığının aksine bu tür gelişmeler dinlerin kötü birer yorumu değildir; tüm dinlerin doğasında bu vardir.

    ama işin güzel tarafı bu eni konu boş işlere gönül indirmeyen, halife ve havari olmayı da umursamayan inançlıların bir bölümü dünyada tanrısal bir şiir, güzellik ve aşkınlık görmeye çalışarak inançlarını kendi hassasiyetlerini derinleştirerek yürütmeye çalışırlar. bu beyhude ama saygideğer çaba, dinden kaçan dindarların son sığınağıdır. artık dünyaya tanrısal bir şiir katmanın imkansızlığını anlayanlar ve son sığınaklarının da kişisel derinliklerini sermayeye çevirebilen yazar, çizer, şair vs. takımının, dahası bunların başarısız, yeteneksiz ve hepsinden önemlisi derinlikten yoksun bölümünün genellikle gazetelerde, popüler dergilerde, olmadi internet sitelerinde dolaşarak sattıkları yalancı peygamberlik vaveylalariyla doldurulduğunu görenler, dinin mühürler ve perdelerle dolu şiirsel yönüne; tanrının ilahi sevgisine ve iyiden ve kötüden azade çocuksu acımasızlığına sarılırlar. eninde sonunda herşeyin acığa çıkacağına, hakkın yerini bulacağına inananların dünyasında taşlar şahadet getirir, kalpler mühürlenir, gözler perdelenir. dışarıda işçilerin göçük altında kaldığı madenler mühürlenir, kara elmas haberleri yapan gazeteler perdelenir, adam uzaklardan seslenir: "biz buraya elmas için gelmedik!"
  • beni dumur denizinde yüzdüren ayettir. "kendi kekini kendi yemek" diye tam da bu ayette söylenenlere denir. çünkü kendi mühürlüyor, kendi perdeliyor, sonra bir de kendi cezalandırıyor. kendi elleriyle, kötü ve istenmeyen bir ahlak formunda yarattığı insanı, utanmadan bir de cezalandırıyor. akıl ve mantıktan yoksunluğun fazlaca ironik, çarpıcı bir örneğini teşkil eder bu ayet her zaman bana.
  • dahil olduğum dini tartışmalarda kur'an'a bağlı insanların inanç boyutunda kilit öneme sahip konuları tartışmaktan, hatta sadece söz açmaktan dahi müthiş bir korkuyla kaçınmalarını gördükçe, bu ayeti alıyor, ters çeviriyor ve söz konusu ettiğim bu müslümanlara doğrultuyorum ve diyorum ki,

    «allah* müslümanların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. gözleri üzerine de bir perde germiştir ki gerçekleri göremesinler...»

    ~~

    mesela konu "islam'da kadının değeri":

    -- islam'da kadın ile erkek bütünüyle eşittir, biri çıkıp «kadın bedeni süstür» diyorsa bu onun ayıbıdır.
    -- peki ama kur'an'ı yazan kişi bakara suresinin 223'üncü ayetinde demiş ki, «kadınlarınız sizin için bir tarladır.» burada kadın erkek karşısında açıkça edilgenleştirilmiyor mu?
    -- ...

    ~~

    bunun yanında, diğer tüm dini kitaplar gibi kur'an da sahihlik ve teklik iddiasında bulunan bir kitap. yani yalnızca insanlığın değil, aynı zamanda zaman ve uzay'ın da üzerinde olduğunu iddia ediyor. fakat içeriği öyle mi? onlarca farklı yoruma müsait yüzlerce mevzu içeriyor... kalplerini, kulaklarını ve gözlerini allah'la mühürlemiş bu insanlar, sarsılmaz doğruları dahi salt inançlarına zeval gelmesin diye göz ardı edebiliyorlar.

    bu halleriyle hakikatler önünde kafalarını kuma gömen devekuşlarına benziyorlar...

    halbuki «bir insanın işin doğrusunu anlayıp fikrini değiştirme hakkı her zaman vardır; ama gerçekleri değiştirme özgürlüğü yoktur.»*

    edit: ayrıca (bkz: diyanet'e göre kadın bedeninin süs olması/#36460136)
  • küfre sapanların kalplerini allahın nasıl mühürlediğini söyleyen ayettir.

    şimdi bahsetmek istediğim konu başka. hala ve hala nasıl oluyor da kadın erkek eşitliğinden bahsedebiliyorsunuz anlamıyorum. islamda kadın erkek eşittir diyen müslüman kuranı okumamıştır bu kadar basit.
    ya da her zamanki gibi ağır saçmalık içeren ayetleri görüp, görmezden gelmiştir.

    şu saçmalığa son verin artık kuran size söylemiş;

    ''erkekler, kadınlar üzerinde hakim dururlar, çünkü bir kere allah birini diğerinden üstün yaratmış'' açık seçik bu yazarken hala neyin eşitliğinden bahsediyorsunuz?

    allah kadını erkeğin uçkuru için yaratmış bunu kabul etmek zorundasınız. okursanız göreceksiniz ki erkeklerin uçkuru ucunda yaptığı tüm hatalar allahın affediciliğiyle sonuçlanırken kadınlar ölüme terk ediliyor.

    ve iki ayette bir ''kadınlara dokunup da su bulamazsanız şunu yapın'' cümlesi geçiyor. erkeğin derdi kadına dokunduktan sonra nasıl abdest alacağı. bir yerde de kadınların cinsel arzusu, isteği ucundan kıyısından bahsedilmiyor. tek bahsedilen kadının kocası her istediğinde bunu yapması gerektiği. ve kadınların itaatkar olması gerektiği:

    '' bunun için iyi kadınlar, itaatkardırlar. allah'ın korumasını emrettiği şeyleri, kocalarının yokluğunda da korurlar.'' (nisa 35)

    madem bu zırvaya inanıyorsun kardeşim, hiç boşuna kendini kandırma dinimiz kadına çok önem verir bıdı bıdı diye.
    bir cennet anaların ayakları altındadır yazmışlar diye nasıl da tatmin olmuşsunuz. ama cennette bize yine bir nane yok canım dünyada erkeğe hizmet için varsın.
    cennette o işi huriler yapacak kadına ihtiyaç kalmayacak.

    edit: imla
  • dunya'nin tek ve en akillisi sen olmadigina gore, burada, kitabin yanlisligina aleni, acik ve net bir kanit olmayabilecegini en azindan bir ihtimal olarak dahi kenara koyamiyor musun?

    yukarida linki verilip konu acikladigi halde, muhrun, perdenin, insanin kendi amelleri sonucunda cekildigi, yani kisinin eylemlerinin bu sonucu ortaya cikarttigi ifade edilgi halde, tartisilan nedir? bu minvalden bakinca, imtihan ve uyari gayesi ile ortaya konulan tehdit, nereye oturur? sadece biraz dusununce.

    ama oradan buradan ayet cimbizlayip, kadina, bugun hicbir modern hukuk sisteminde olmayan bir sekilde, bosanma yetkisini tek basina uzerine alma hakki, icinde onemli rituellerin basinda gelen namazin nasil kilinacagi dahi anlatilmayan kitap ile ve sunnet ile baglanacak kadar kuvvetli bir sekilde saglanmisken, islam inanc sisteminde kadinin yerinden dem vurur.

    "esitligin getirdigi noktada, kadinin metalasmis ve kolelestirilmis olmasina ne alternatif getirebiliyosun?"

    sorusunun karsiligi tam bir bosluk iken, kadinin muayyen gunlerinde namaz gibi bir ibadeti dahi birakmasini soyleyen, orucun kazasini istedigi halde bunun kazasini da ortaya cikacak yukun agirligindan dolayi istemeyecek kadar incelikli (ki bu hak, ibadetin onemine binaen fikhi olarak bir men edis olarak ortaya konulmustur) bir inanc sisteminin kadini ikinci sinif gordugunu iddia eder. bir erkek, esini, hicbir ev isi yapmaya zorlayamayacakken, erkegi kadina eger kadin evde oturuyorsa bakmak zorunda tutan bir inanc sisteminde kadinin ancak bir meta oldugunu iddia eder. kadinin, o kendine has ve ozgu inceligini, zerafetini, kendine ozel hallerini, asaletini ne yazik ki kaybederek, pragmatik bir varliga evrilerek erkeklestigi, erkeklerin plazalarda iyice kadinsilastigi bir ortamda, tutar ahkam keser.
  • ayetin savunulma şekli daha da komik, madem allah'ın herşeye gücü yetiyor, peygambere inanmayanların şuurunu temelli kapayacağına adam akıllı açsaymış (!) da inanmalarını sağlasaymış ya. acaba insanlara işkence çektirmek için önlerine taş koymaktan zevk alan bir tanrı mı bu ?
  • "allah onların kalpleri ve kulakları üzerine mühür (hatem) vurmuştur, gözlerinde de perde vardır, onlara büyük bir azab vardır." (bakara 2/7)

    bu ayeti; "allah kafirlerin kalplerini mühürlemiştir" şeklinde anlayarak, bu nedenle iman etmediklerini söylemek doğru bir yorum değildir.

    "hatem" yüzük ve mühür anlamlarına gelir. hatem (mühür) kelimesi "sona ermek", "bitmek" manalarını ifade etmektedir. peygamberimiz "hatemün nebi" yani "peygamberlerin sonuncusu"dur.

    bu tür ayetleri iki şekilde anlayabiliriz:

    1. ayetteki mühür ve perdeyi, istiare (mecaz) kabul edebiliriz. çünkü gerçek anlamda almak mümkün değildir: "allah kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemez" (bakara 2/286). eğer kafirlerin kalpleri mühürlenmiş, gözlerine perde çekilmiş olsaydı, bunlar iman ile sorumlu tutulmazlardı. hz. peygamber devrinden bu güne kadar, önceden kafir iken, iman edip islam'a giren çok sayıda kimsenin bulunması, kalp mühürleme-göz perdeleme olayının, sebep değil bir sonuç olduğunu göstermektedir. gerçek anlamı kast etme ihtimali bulunmayan bir sözü mecaz kabul etmek tüm toplumlarda görülen ve dile derinlik katan bir hadisedir. "sen aslansın" dediğimiz bir kişinin, aslan olmadığı, "aslan" kelimesi ile onun bir takım özelliklerini övdüğümüz açıktır. ayete, bu ifadeleri "mecaz" kabul edersek, şöyle bir mana verebiliriz. "(sanki) allah onların kalplerine ve kulaklarına mühür basmış, gözlerine de perde indirmiştir. onlara büyük bir azap vardır" (bakara 2/7)

    2. "böyle devam ederlerse allah, kalpleri ve kulaklarına mühür vuracak, gözlerinde ise perde oluşturacaktır" şeklinde mana verilebilir. allah tarafından yapılan mühürleme ve perdelemenin ne zaman olduğu çok önemli olup, hem ayette geçen hatem (mühür) kelimesi, bir şeyin sonunu, sona erip tamamlanmasını ifade eder. dolayısıyla, bu ifade, allah'ın bu kişinin kalp ve kulağını mühürleme, gözlerini perdelemeyi, işin en sonunda yaptığını anlatır.

    kuran'da mesani denilen ikili anlatım sistemi vardır. (15/87,39/23) allah'ın, ayetleri açıklarken kurmuş olduğu muhkem, müteşabih (11/1-3) ilişkisini tespit ettiğimizde, konuları doğru kavrama imkanına kavuşuruz.

    bu konuyla ilgili ayetler şunlardır:

    "kötülükleri işlemeye devam eden, ölüm gelip çatınca da; "ben şimdi tevbe ettim" diyenlerin tevbesi tevbe değildir. kâfir olarak ölenlerin tevbesi de tevbe değildir . onlar için elem verici bir azap hazırlamışızdır."(4/18) "onlardan birine ölüm geldi mi şöyle der: “rabbim! beni geri çeviriniz. terk ettiğim dünyada belki iyi bir iş yaparım”. “hayır asla; o onun söyleyeceği sözdür. önlerinde yeniden dirilecekleri güne kadar bir engel vardır.”(23/99-100)

    bu iki ayet, ölümün kesin olarak belirdiği anda ve öldükten sonra tevbe etme imkanının olmadığını açıklamaktadır. kişi büyük bir günah işlemiş olsa bile, ölümü kesin biçimde ortaya çıkmadan önce tevbe etme hakkı vardır. buruc suresi 1-10 ayetlerde müminleri hendeklere atıp yakanlar anlatılmakta olup, 10.ayette şöyle denmektedir; "mümin erkek ve kadınlara işkence edip de tevbe etmemiş olanlara gelince..." bu ifade, büyük günahları işleyenlerin bile tevbe etme haklarının bulunduğunu göstermektedir.

    firavun, denizde boğulurken "iman ettim" dediğinde (10/91) bu iman "şimdi mi?" (10/91) denilerek allah tarafından reddedilmiştir. lakin firavun, ölümün kati olarak ortaya çıktığı bu andan daha önce tevbe etmiş olsaydı, onun da tevbe hakkı işlerdi. bu ayetlere göre, ölüm olayının kesin olarak belirdiği son anda artık tevbe kabul edilmediği için kalplerin mühürlenmesi kişinin ölmek üzere bulunduğu zamanda yahut öldüğünde yapılan bir iştir.

    bakara 7.ayette, benzetme yerine benzetilen anlam kümesi kullanılarak insanların, kur’ân karşısındaki önyargılı tavırları canlandırılmıştır. bu tür anlatıma istiare-i temsiliyye denir. istiarede gerçek anlamı kast etme ihtimali olmaz. kalbi ve kulakları mühürlü, gözlerine de perde çekilmiş biri, iman ile sorumlu tutulamayacağından bu ifade mecaz olur. zira “allah, kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemez” (bakara suresi: 2/286)

    "sanki kalplerini ve kulaklarını allah mühürlemiş, gözlerinde de perde var" ifadesinde istiare-i temsiliyyede gizli kalması gereken benzetme edatını, “sanki” kelimesi ile açığa çıkarma zorunluluğu doğmuştur.

    "hatemallahu" (allah mühür vurdu) ifadesindeki hatem kelimesi bir şeyin sonu ile ilgili yapılan işlemi bildirir. hateme, hatem, hitam kelimelerinde hep, son aşamada olacak şeyler anlatılır. örneğin "onlara mühürlü halis bir içecek sunulur, onun hitamı (sonu) misktir...." (83/25-26) ayetinde, cennetliklere sunulan içkinin son damlasının bile misk gibi koktuğu anlatılmaktadır.

    hateme/hatem kelimesine benzer olarak "tabaa" kelimesi de kullanılmaktadır. "işte bunlar, allah'ın kalplerinde yeni bir tabiat/huy oluşturduğu kimselerdir. bunlar hevalarına tabi olurlar" (47/16)

    tabaa; yeni bir tabiat, huy oluşması anlamına gelir. kişide iyi yahut kötü yönde bir huy oluşabilir. allah'ın ayetlerini görmezden gelenler, bunu ilk yaptıklarında önce kendi fıtratları ile ters düştükleri için ciddi bir sıkıntı yaşarlar. daha sonra bunu yapa yapa, artık yaptıkları davranış onlarda yeni bir kişilik, yeni bir huy oluşturur ve eskisi kadar bir rahatsızlık duymadan yollarına devam ederler. kişinin günahlarının kendisinde alışkanlık meydana getirmesi, sigara içmek örneğine benzer. ilk sigarada vücut rahatsız olur, duman öksürüğe yol açar, ikinci, üçüncü derken artık vücut buna alışır, bu sefer sigara içmeyince rahatsız olur.

    allah, sistemi böyle kurmuştur: hangi davranışı seçerseniz, sizde o yönde bir tabiat oluşur. şems suresi 9. ayet şöyledir: "kendini geliştiren kimse umduğuna kavuşmuş olur" (91/9) zekka fiilinin mastarı olan tezkiye; kişinin "kendini geliştirmesi" demektir. namaz, oruç ve tüm ibadetler, kişiliğimizi geliştirir. dolayısıyla doğru şeyleri yapmak, kişiliği daha da geliştirir. "(o kişiliği) gömüp gizleyenler kaybederler" (91/10). insan, dünyalık elde etmek için doğruları görmezden gelmeye başladığında, kendi kişiliğini gizlediği için zamanla onda yeni bir kişilik gelişmektedir. bulunduğu konumu, makam ve mevkiyi, içinde olduğu hayat tarzını kaybetmemek için bu yolda ne yapması gerekiyorsa onu yaptığı için bu yeni kişilik onda iyice belirginleşip oturuyor. işte bu durum için, allah, "tabaa"; yeni bir tabiat oluşması kavramını kullanmaktadır.

    bu konu "kalbi iman dolu iken ağır baskı altında olan dışında her kim, inandıktan sonra allah’ı görmezlik eder ve görmezliği içine sindirirse, allah’ın öfkesi onların üstünde olur. onlar için büyük bir azap vardır. bu onların, şimdiki hayatı sonrakinden çok sevmeleri sebebiyledir. allah kâfirler topluluğunu yola getirmez. bunlar; kalpleri, işitme ve görmeleri üzerinde allah’ın yeni bir tabiat oluşturduğu kimselerdir. onlar, ne yapıklarının farkında değillerdir." (16/106-108) ayetlerde de geçmektedir. ilk ayette, iman ettikten sonra görmezlikten bahsedilmektedir. imanın yeri kalp olduğu için de "kalbi imanla doludur" denilerek, kalpte iman varsa baskı nedeniyle inkar ettiğini beyan etmenin bir etkisi olmadığını söylenmektedir. insan allah'ın varlığını, birliğini ve ayetlerini gayet iyi bilir. bunu bildiği için de, görmezden, duymazdan gelerek, onun üstünü örter. işte buna küfür (örtmek/gizlemek) denir. bu ayet, islam dininde can güvenliğinin esas olduğunu gösterir. zira kişi yaşayamazsa, hiç bir şey de yapamaz. aynı zamanda müslüman intihar saldırısı da yapamaz. sivil insanların öldürülmesi islam'a aykırı bir eylemdir. kaldı ki islam öldürmek için değil yaşatmak için vardır.

    nahl 106. ayette hem de bakara 7. ayette "velehüm azabun elim / onlar için büyük bir azap vardır" buyuruluyor. küfrün temel sebebi, dünyalık peşinde koşulmasıdır. ayet dikkatlice okunduğunda görülmektedir ki bu kimseler ahireti inkar etmiyorlar. tam tersine "cennete de gideyim" diye düşünüyor da olabilirler. ama tercihlerini dünyadan yana kullanıyorlar, allah'ın ayetlerinden yana değil. firavun da böyleydi. içten kesin olarak musa'nın getirdiği mucizelerin allah'ın ayetleri olduğunu bildiği halde, zulmetmek ve üstünlüğü sürdürmek için görmezden gelmeyi seçti. (27/14). medine'deki yahudiler de dünyalık sebebiyle çok iyi bildikleri halde hz. peygamber'e inanmamayı tercih ettiler.

    küfrün temel sebebi, dünyayı ahirete tercih etmektir. özellikle bu durum, dünyalık bir konu ile denendiğinde daha iyi anlaşılabilir. parası olmayan biri için faiz kesinlikle allah'ın haram kıldığı bir iştir. aynı kişi biraz parası olduğunda "acaba bu konuda bir izin yok mu" demeye başlar. çok parası olduğunda ise "ekonomi başka din başkadır, ikisini birbirine karıştırmamak lazımdır" diyerek, tercihini dünyadan yana kullanır. şu halde tercihi allah'ın dini olmayan kişinin doğru yolda olması çok zordur. bunlar için dünyalıkla imtihan çok ağır bir imtihandır.

    nahl 107. ayette yeni bir tabiat, huy, alışkanlık oluşurmak anlamında "tabaa" kelimesi kullanılmaktadır. meallerde bu ayet için allah'ın kalplerini mühürlediği şeklinde bir mana verilmektedir ki bu mana doğru değildir.

    tüm bu bilgiler ışığında bakara 7. ayete şu anlamı verdik:"sanki kalplerini ve kulaklarını allah mühürlemiş, gözlerinde de perde var. onların hakkı, büyük bir azaptır." (bakara 2/7) kişinin mümin veya kafir olduğunun kararını verecek olan allah'tır. nitekim isra 97.ayet şöyledir: "allah kimi yoluna kabul ederse doğru yolda olan odur. kimi de sapık sayarsa allah’tan önce (onu yola gelmiş sayacak) dostlar bulamazsın . onları kıyamet günü yüzükoyun halde kör, dilsiz ve sağırlar olarak bir araya getiririz. yerleşecekleri yer cehennemdir; ne zaman ateşi azalsa alevini artırırız." (17/97)

    dolayısıyla, kişi tercihini yapar, en sonunda kişinin hidayetini yahut dalaletini onaylama makamı allah'tır. kişi tercihini ne yönde kullanmışsa, allah da, onun tercihi sonucu oluşan yapısını onaylar.

    kaynak: http://www.suleymaniyevakfimeali.com/…ra/comment/14
  • hiçbir delile delil demeyen, kibirden başı dönmüş, kötülükten gözü kararmış, devamlı inananlara ona buna iftira atan adamların kalbine allah elbette mühür basar. normaldir. yani kalbe mühür basma haliyle mecaz bir kavram fakat bu olay çekilişten çıkmıyor. allah neyi istiyorsan sana ondan veriyor. inkarı ve kötülüğü seçiyorsan, gözlerini kapatıp kulaklarını tıkamaya çok meraklıysan, yaratıcı da istediğin şeyi veriyor ve bu dünyada işte böyle başıboş, gece yarısı ekşide gereksiz başlıklar açarak ömür tüketen mutsuz biri haline geliyorsun.
  • ''inkâr edenlere gelince, onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir; onlar inanmazlar. allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. gözlerinde perde vardır. büyük azap onlar içindir.''

    kafamda deli sorular: inkar edenler bir mühür nedeniyle madem sözden anlamayacak, o zaman neden peygamberler gönderildi? peygamberlerin görevi inkar edeni dine yöneltmek değil midir? allah inanmamayı seçenleri neden ahiret günü değilde onlar henüz yaşarken mühürler. gözünde perde olan insanlar ve olmayan insanlar olarak halkı ikiye ayırmak adil bir sınav ortamı yaratır mı?

    özgür irademizin bir sonucu olarak kötülüğe yönelebiliyorsak, bu kötülüğün sebebi temelde özgür irademizi borçlu olduğumuz allah'ın kendisi değil midir.

    silah :özgür irade, tanrı: silah satıcısı olsun misal. silahı kullananın suçu varda silahı satanın hiç mi kabahati yoktur. yok arkadaş ben silahı satarım o silahla kuş mu avlar insan mı öldürür karışmam diyen biri bu sorumluluğu üstünden atmış olur mu. özgür irademiz herşeye kadir olan ve herşeyin sebebi olan tanrıdan bağımsız birşey midir? özgür irademiz gerçekten özgürse, önce onu özgür kılıp , ardından ondan tek bir seçeneğe yönelmesi (iyilik) neden beklenir.
hesabın var mı? giriş yap