• ilsa'nın* artık beklememesi tembihlenen mektuplardır.
  • uykusuz'u alır almaz açıp okuduğum köşe.
    umarım geçen hafta son değildi

    edit : evet sonmuş benim de söyleyeceklerim var günleri tekrar başladı
  • uykusuz da kaptan flig mortgage in karisi ilsa ya yazdigi mektuplardir..
  • benim de söyleyeceklerim var 3'ün en sağlam hikayesi bana göre. hikayenin nasıl gelişeceğini kestiremiyorsun ve zaten bu yüzden hiç beklenmedik anda gülmekten gözlerden yaş dökülüyor. irlandalı bir kaptanı canlandırırken, diğer yandan verdiği tepkiler ve benzetmeler halis muhlis türk olunca ortaya müthiş bir şey çıkıyor;

    --- spoiler ---

    adamlarımdan birinin bağırtısıyla irkildim. "anneziğim! yılan!! yılan!! anneziğimm" diye bağırdı, o kulakları tırmalayan irlanda aksanıyla genç zak! hemen çorabını çıkarıp ayağını emdim. yara kanamıyordu, kanatmak için emdikçe emdim. "kaptan durun o emdiğiniz midye kesiği. yılan sokmadı kaçtı. aha bu kadar bir yılandı. kocamandı, hiç o kadar büyüğünü görmemiştim" diye uyardı beni zak. tükürüp, çorabını giydirdim, daha demin keriz gibi sapasağlam ayağı emdiğim unutulsun diye "vallaha mı lan, nereye gitti, çok büyük müydü" diye bir sürü soru sorarak, laf kalabalığı yaptım, muhabbeti "yılan"a odakladım. zak da "aha orda, vallahi orda" diyerek yılanı gösterdi. tüfeklerin dipçikleriyle yılanı ezmeye çalışa çalışa, takribi zincirlikuyu-beşiktaş mesafesi kadar bir yolu ilerleyerek yılan kovaladık.

    --- spoiler ---
  • naber dergi'de devam edecek olan seri.
  • umut sarıkaya'nın kaptan flig'in ağzından karısı ilsa'ya yazdığı mektuplardır. herhangi bir yerde bulamadım ben de yazayım dedim. kelimeleri olduğu gibi yazdım. yani meyva, zebze gibi kelimeler umut sarıkaya'nın yazdığı şekildedir.

    27. gün

    "sevgili ilsa,

    bugün yolculuğumuzun 27. günü. bir yandan dalgalarla bir yandan da gemiyi saran hastalıkla boğuşuyorum. yolculuğumuz oldukça çetin geçiyor. adamlarım huysuzlanmaya başladı. oldukça az peksimetimiz ve birkaç testi şarabımız kaldı. yalnız kaldıkça odama geçip incil okuyorum. sen ve minik oğlumuz caşua için dua ediyorum. şirketin tahsis ettiği tayfa oldukça cahil ve deneyimsiz. gemide bir tek gemimize yanlışlıkla binen şaşkın profesör bay ırvin silverstone ile konuşabiliyorum. tanısan çok seversin, oldukça kültürlü bir insan. onunla edebiyattan, şiirden, siyasetten konuşabiliyorum, ah şu sakarlığı da olmasa... sana fırsat buldukça yazarım, caş'ı benim için öp ve bekle beni karıcığım."

    30. gün

    "sevgili karıcığım ilsa
    bugün oldukça üzgünüm, adamlarımdan 3'ünü kaybettim. neyse ki adamları daha önce makine dairesinde bir odada karantinaya almıştık da hastalık fazla yayılmadı. ama hala gıda sıkıntısı çekiyoruz, üstelik içme suyumuz da azaldı. günde bir öğün yemek yiyoruz. profesörün hesaplarına göre 8 gün sonra karaya çıkacakmışız. bu sevindirici haberi tayfalara verdiğimde moraller biraz düzeldi neyse ki. yine de bir grup hala memnuniyetsiz. yazmaya devam edeceğim. seni seviyorum caş'ı öp."

    45. gün

    "canım ilsa

    hala yeni kıtaya ulaşamadık. profesör iki gündür benle yüz yüze gelmekten kaçıyor. geçen yakaladım, "nooldu hani yeni kıtaya ayak basacaktık dedim, haftalar oldu. tayfalar sorup duruyor" dedim. "abi ben sana öylesine söylemiştim, hatta büyük konuşmiyim diye eklediğimi de çok iyi hatırlıyorum, hemen gidip herkese yaymışsın ben ne yapabilirim" dedi sırıtarak. "deniz suyunu terkos suyuna çevirmeye çalışarak içme suyu elde etmek için çalışmalara başladım" dedi, "böylelikle içme suyu sıkıntımız kalmayacak" diye de ekledi. tayfaların gözünde bütün saygınlığımı yitirdim. sık sık odama kapanıp incil okuyorum. seni ve caş'ı çok özledim."

    52. gün

    "canım karıcığım

    hala yol alıyoruz. profesör nereden bulduysa fesli cepkenli bir maymun edinmiş. omzunda gezdiriyor, keyfine diyecek yok, tayfalarla şakalaşıyor filan. maymunu alınca omza birden bire geminin ilgi odağı oldu. iyiden iyiye uyuz oluyorum. geçen geldi "yeni bir hesap yaptım, tam yol gidersek 5 güne kalmaz karadayız dedi. he he diyip geçiştirdim. bu arada gidip gelip ambara bakıyorum. peksimet ve şarap çok azaldı, profesör ise " deniz suyunu dönüştürdüm ama kuyu suyu oldu içmeyin" dedi. tanrı yardımcımız olsun.

    64. gün

    "sevgili ilsa

    profesörün maymununu dövdüm. şapkamı alıp kaçırıyordu sürekli. bir gün yine çalıp yelken direğine tırmandı, hırs yaptım, çıkarıp ayakkabıları direğe çıktım, orda dövdüm. kuyruğundan tutup denize atacaktım, profesör aşağıdan "bırak yoksa ayakkabılarını denize atarım" dedi. indim aşağı "ne diyon" dedim "asıl sen ne diyon" dedi, itiştik biraz. maymun yanımıza geldi ayırmaya çalıştı bizi o arbedede bir maymuna tokat attım. profesör de ayakkabımın birini denize attı. deliye dönünce ikisini birden önüme katıp kovaladım. el ele tutuşup kaçtılar, yakalayamayınca annesine küfrettim profesörün. durdu, uzun bir sessizlik oldu. tayfalara dönüp "haketti ama" dedim. hepsi sustu. en yaşlılarından biri olan nat gibson yanıma gelip " abi geçen ağlayarak anlattı, annesi yolculuktan önce ölmüş onun. ayıp ettin" diye kınadı beni. bana akıl vermeyin, herkes işine baksın, iskele alabanda, yelkenler fora, vira vira dalgalandı dünya diye aklımdaki bütün denizcilik terimleriyle sağa sola talimatlar verdim, bağıra çağıra odama kapandım, incil okudum. kimse benimle konuşmuyor. caş nasıl okula başladı mı?"

    72. gün

    "canım ilsa

    ayakkabımın teki yerine diğer ayağıma 4 kat çorap giyiyorum, bu gemide oldukça yalnız hissediyorum kendimi. açlık ve susuzluk ise dayanılacak gibi değil. geçen gün profesörden özür dilemek için kamarasına gittim. suratını hemen çevirdi. yapmış olduğum kabalıktan dolayı özür diledim, yüzüme bile bakmıyordu. beni affetmesi için yalvardım. sırtı dönük "tamam affettim" dedi. ama sesi boğuk çıkıyordu. kıllandım suratını tutup çevirdim, ağzındaki lokmayı yutmaya çalışıyordu. "ulan biz ajlıktan kırılıyoruz, sen bütün peksimeti yiyorsun" diyerek omuzlarından silkeledim. "abi bende gastrit var midemin suyunu alsın diye yedim, canın çektiyse al bi diş, getirecektim zaten sana da" diye kıvırmaya çalıştı ama dayağı yemekten kurtulamadı. maymun ise bana yaranmak için beraber dövüyordu."

    87. gün

    canım

    bugün yeni kıtaya ayak basışımızın ilk günü. bizi nelerin beklediğin bilemediğimiz için, önden ben, profesör, maymun ve beş silahlı adam sandalla keşif için çıktık. oldukça yeşil olan kıtayı anlatamam. hiç görmediğimiz hayvanlar ve bitkiler var. yeni kıtada insanların olduğunu duymuştuk ama ayak bastığımız bölgede var mı bilmiyorum. tedirginim ve seni özlüyorum sevgili karıcığım. caş'ı benim için öp.

    87. güne ek...

    sevgili ilsa, canım karım

    yeni kıtaya ayak bastığımız bugün hepimiz oldukça korkuyorduk. profesör ise eski sakar, şapşal halini terketmiş vakur ve karalıydı, profesörün sevimli maymunundan bahsetmem gerek bile yok, kendisi her zamanki gibi neşeliydi. uzun süren aç ve susuz yolculuktan olsa gerek ben ve 5 silahlı adamım hemen daha önce su ve hiç görmediğimiz türlü meyvelere saldırmak için koştuğumuzda profesör bizi durdurdu. suyun ve meyvelerin zehirli olabileceği konusunda uyardı bizi. mümkünse emin olmadığımız sürece bu meyveleri yemememizi suyu ise içmememizi önerdi. çaresiz bu öneriyi kabul ettik. kumsalı keşfe başladık. keşif dediysem mal gibi yürüdük kumsalda bir 20 metre açıkta demirlemiş gemimizin güvertesine dizilmiş bizi izleyen mürettebata ıslık çaldık hareket çektik filan. yaklaşık 6 saat sonra ekip huysuzlanmaya başladı. profesöre yaklaşıp "profesör antiparantez bişey sorucam; yani meyvelerin zehirli olup olmadığından ne zaman emin olacaz" dedim. "haa yiyebiliriz ya zehirli değiller" dedi umursamadan, "aman profesör harhangi bir işlem deney yapmayacak mısınız üzerinde" dedim. "yok yaa gerek yok yenilir bunlar, sonuçta bahçe zebzesi. hem okyanuz havası onun zehrini kırıyordur. hadi yiyelim" dedi. evet, sevgili ilsa yeni kıtada ilk dayağımı o gün attım. meğersem profesör kendi tokluğunun geçmesi için o kadar bekletmiş bizi aç susuz. meyveleri ondan önce yememizi istememiş kıskanç. karnımızı doyurduktan sonra, su ve meyva yükleyip, gemide bizi bekleyen mürettebata götürmek üzere hareket etmek istedik ama rehavetten olacak orada sızıp kalmışız. seni ve sevimli oğlumuz caş'ı çok özledim, ne olur benim için caş'ı öp.

    88. gün

    sabah uyanır uyanmaz, silahlarımızın bakımını yaptık. zira bugün ormanı keşfe gidecektik. ben elime pala alıp ağaçları keserek yol açıyordum, profesör ise bok püsür ne bulduysa incelerim sonra diye kavanoza atıyordu. adamlarımdan birinin bağırtısıyla irkildim. "anneziğim! yılan!! yılan!! anneziğim" diye bağırdı, o kulakları tırmalayan irlanda aksanıyla genç zak! hemen çorabını çıkarıp ayağını emdim. yara kanamıyordu, kanatmak için iyice emdim." kaptan durun o emdiğiniz midye kesiği. yılan sokmadı kaçtı. aha bu kadar bir yılandı. kocamandı hiç bu kadar büyüğünü görmemiştim" diye uyardı beni zak. tükürüp çorabını giydirdim, daha demin keriz gibi sapasağlam ayağı emdiğim unutulsun diye "vallahi mi lan, nereye gitti, çok büyük müydü" diye bir sürü soru sorarak, laf kalabalığı yaptım., muhabbeti "yılan"a odakladım. zak da "aha orda, vallahi orda" diyerek yılanı gösterdi. tüfeğin dipçikleriyle yılanı ezmeye çalışa çalışa, takribi zincirlikuyu-beşiktaş mesafesi kadar bi yolu ilerleyerek yılan kovaladık. yolun sonunda kafamızı kaldırdığımızda karşımızda mızrakları ve okları bize çevrilmiş binlerce yerli gördük. caş'a sıkı sıkı sarıl ve benim için öp dua et canım.

    92. gün

    canım ilsa,

    yerliler çok iyiliksever. reisleri bizi esir gibi değil, adeta birer konuk gibi karşıladı. sürekli o çok merak ettiği yaşlı kıtamız hakkında sorular soruyor. ben ve profesör ise elimizden geldiğince cevaplamaya çalışıyoruz bu yaşlı adamı. geçen geldi "irlanda'da kızlar kutuyu 14'ten sonra açtırıyormuş, öyle duydum." dedi bozuldum. "aman dayı naaptın sen!" diye kibarca reddettim bu önyargıyı. "kim dedi diye sordum, isim vermek istemedi ama profesörün söylediğini anladım. lavuk reise yaranmak için yapmadığı yok. ateş suyu, demir at filan diyor koskoca adam. hayır, kıskandığımdan değil de çirkin bi durum. benim adım ise tomakhontas. yerli dilinde aşkısı demekmiş. reis çok acayip bi adam, peki caş nasıl.

    95. gün

    ilsa,

    bugün adamlarımdan bir tanesi geldi. "kaptan yerlilerle dostluk maçı yapalım diye düşündük dedi, karma takımlar oluşturalım. kaynaşma olur" dedi. hayhay dedim. hem biraz kilo veririz diye de ekledim. takımlar kuruldu yalnız yerliler futbol konusunda tecrübesiz olduğu için adam eksiği çıktı. reise gittik "oynar mısın" dedik. "ayakkabı bulun oynayayım" dedi. adamlarımdan birisinin kramponlarını verdik. maça başladık. başlarda takımda olmasına üzüldüğüm profesörün maymunu sıkı çok topçu çıktı. sahada ayak basmadık yer bırakmıyordu, fakat biraz egoluydu, topu her ayağıma aldığımda benle oyna dercesine hareketler yapıyordu. reis ise berbattı. neyseki yalaka profesör "ben reisleyim hepiniz teksiniz" diye gazla karışık reisi karşı takıma almıştı. reis futboldan zerre anlamadığı için benim çektiğim bir şut kaleciden dönünce eğilip eliyle tuttu. bizim takımdan olan zak "hop hop! el var" diye itiraz etti. reisin bu çirkefliği karşısında büyük bir suskunluk yaşandı. "kaleci benim diye bağırdım oğlum daha demin duymadınız mı" diye devam etti rezilliğine. "doğru lan bağırdı daha demin, ben duydum" diye seslendim. " adamın diyo oğlum adamın diyo" diyerek zak'ın elinden aldı top reis degaj çekti. top ormana kaçtı. maymunu yolladık. bir onbeş dakka sonra ormandan bir silah sesi geldi. caşın dersleri nasıl ilsa, onu nasıl özledim bilemezsin...öpme artık çocuğu sal gitsin.

    95. güne ek

    gördüğümüz manzara gerçekten korkunçtu. kucaklarında ölü maymunla gemide unuttuğumuz mürettebat gelmişti. "nerdesiniz lan şerefsizler. kuruduk kaldık beklemekten" diye haykırdı biri. sonra rastgele ateş etmeye başladı. bütün kabile kaçmaya başladık. reiste krampon olduğu için hızlı koşuyordu. maçta onu koruduğum için kramponlardan tekini çıkarıp bana verdi. beraber en önden koşmaya başladık. silah sesleri kesilince ormandan geri döndük, kabileyle arayı açtığımız için ne oldu ne bitti bilemiyorduk. gittiğimizde mürettebatın siniri geçmişti. yeniden barışçıl bir ortam oluşmuştu. yeni konukların şerefine yemekler yeniliyor, danslar ediliyordu. yalnız profesör de dahil herkes bize uyuz oldu çok hızlı kaçtık diye. "yardım çağırmak için önden önden kaçtık desek de" inandıramadık kimseyi.

    97. gün

    canım ilsa,

    kimse bizimle konuşmuyor. devrik bir reis ve ben.. günlerce muhabbet ediyoruz birbirimizle. bugün en sonunda beklediğim çıkma teklifini reisten aldım. kibarca reddettim. abi sen şimdi psikolojikman zor bi dönem geçiriyorsun, ondandır lütfen saçmalama dedim. haklısın bir an boş bulundum ve sen hep yanımdaydın zor zamanlarımda... anlıyorsun di mi... şey... kimseye söylemezsin dimi, dedi gözleri yaşlı yaşlı. gel buraya koca aptal dedim. sıkı sıkı sarıldım. en kısa sürede yanına gelmeyi umut ediyorum karıcığım. öpme demiştim ama caş'ı öp ne olur benim için

    97. güne ek

    sevgili karıcığım ilsa,

    dediğim gibi kimse bizimle konuşmuyor. yemekten sonra oturup milletin suratını çekeceğimize, sahile gittik, denize taş attık filan. sonra uzanıp, ayı izledik. apansız bir sigara yaktı koca reis. " kabilesi batsın, çekip gidicem şerefsizim buralardan. jaguar kovalar, ben yetişirim; timsah saldırır ben koşarım; boğa yılanı tıslar, ben kurtarırım, yine de yaranamıyorum görüyorsun" dedi. "abi boğa deil, boa! boa!" diye araya girdim. "tamam oğlum ben ne dedim? boğa işte" dedi. "neyse abi devam et" dedim. "işte görüyorsun mortgage yine de yaranamıyorum, bazen diyorum oğlum reis, değmez şu rezilliğe, atla bir gemiye çek git
    buralardan, neresi olursa, yıldım resmen mortgage" diye döktü içini. hiçbir şey diyemedim o gün baya mutsuz bir gündü hatta vurulduğunu sandığımız profesörün maymunu bile elinde topla yanımıza gelince sevinemedik. üzgünce peki vurulan hangi maymundu diye sorduk maymuna. bilmiyorum ben topu aramaya gitmiştim der gibi hareketler yaptı. bu halini küçük oğlumuz caş'a benzettim. canım caş, öp onu benim için.

    101. gün

    canım ilsa

    bu topraklarda geçirdiğim her gün adeta ızdırap benim için. reis suskun, maymun keyifsiz, profesör gamsız. adamlarım beni dinlemiyor artık. her gün sahile gidip açıktaki gemime bakıyorum uzun uzun. yanına gelmek istiyorum artık. sen yokken içtiğim tropik içkinin, yediğim ananasın tadı yok. bugün karar verdim reisi alıp yanınıza gelicem.

    107. gün

    balım

    bugün reisle beraber yeni kıtadan ayrılmamızın beşinci günü. eriz gibi iki kişi yola çıktık. reis hiçbir işten anlamıyor. anlamadığı gibi sıla hasretini bahane ederek iş buyurmamı engelliyor, sürekli bir depresyon havasında. her işe ben koşuyorumi geçen iki dakka şu dümeni tut da etin suyunu sıkıp geleyim dedim ben işeyip gelene kadar geminin rotasını ters çevirmiş, ben de fark etmedim, ters istikamette geri gitmişiz, bir gün sonra karşıdaki adada bize gülen mürettebatı ve kabileyi görünce bozuntuya vermeden cüzdanı unutmuşum da onun için geri dönmüşüz gibi yaptım. o kadar anlattım, hayır para önemli değil de kimliklerin gitmesine üzüldüğüm için, diye ama kimse inanmadı. yeniden yola çıktık. daha yola çıkalı 5 gün olmuştu ki ambardaki bütün muzu bitirmiş reis, hayvan gibi saldırmış, elmalarla birkaç çürük portakal kalmış sadece. nedendir bilinmez bu davranışı küçük oğlumuz caş'ı hatırlattı bana. benim için caş'a bir muz al içimden geldi.

    110. gün

    canım ilsa

    bugün ambara indiğimde gemide iki kaçak buldum. profesör ve maymunu. yalandan kızsam da onları tekrar gördüğüme ne kadar sevindim bilemezsin. zira reisin pis geyiğinden ve işe yaramazlığından çok tiksinmiştim. arada bir dümeni emanet edecek adam var artık gemide en azından. ama yiyeceğimiz kısıtlı.

    112. gün

    sevgili ilsa

    geçen gün reis geldi, "ohh kaptan senin keyif de keka haa.... yalandan tut dümeni güverteyi biz temizleyelim, sintine suyunu biz boşaltalım iyi yere kurdun tezgahı. bizim gibi kerizleri buldun, çalıştır bakalım" diye zart zurt yaptı. " oğlum manyak mısın lan kaptanım ben. bilip bilmeden konuşma" diye uyardım. " ne var lan ben de tutarım ver dümeni, diye dümeni elimden almaya çalıştı, o arbedede dümen yerinden çıktı. o sinirle bi tane vurdum "kızılderili hakları" diye bağırıp ağlayarak kaçtı. dümeni geri taktım. gitmiş profesörle maymuna sanki ben ırkçımışım gibi anlatmış. onları da gazlamış. sonuçta herkes mutlu olsun diye dönüşümlü görevde karar kıldık. ama bir şartla, eşli batak oynayarak kimin kaptan ve yaveri olacağına karar verecektik.

    119. gün

    canım ilsa

    bir haftadır tabiri caizse maymun ve reis eşli batakta elimize veriyor. tabela ağlıyor, profesör ağlıyor, ben ağlıyorum. gemiyi maymuna, reise teslim ettik, ne oluyor nereye gidiyoruz haberim yok. kaptan nasıl gidiyoruz ne zamana varırız diye soruyorum reise. sen sıkma canını akşam gelin de küsküyü verelim elinize diyor. bir laubalilik hakim kaptan köşküne. beni bilirsin ilsa işten kaçmam. ama maymun gelip,şurayı eni konu bi temizleyin, beğenmedim yaptığınız temizliği gibi hareketler yapınca tepem attı. tam elimi kaldırıp, denizcilikteki en büyük suç olan kaptana el kaldırmayı yapacaktım ki, karaya oturduk. direğe tırmanıp, dürbünle baktım kara görünüyordu. ama karşımdaki yer irlanda'ya hiç benzemiyordu. bostondaydık. boston sahil güvenliği gemimizi bağladı. eyalet yasaları gereği gemimize el kondu. beş parasız kaldık boston sokaklarında. caş'a ve sana çok ihtiyacım var.

    125. gün

    canım. son bir hafta oldukça sefil geçti. bir çayla 4 kişi 8 saat bir çay bahçesinde oturduğumuzu bilirim. hiç paramız yok. garsonlar kovunca başka çay bahçesine gidiyoruz. boston'da ne çalışabileceğimiz bir gemi ne de yapabileceğimiz bir iş bulabildik. bugünlerde birçok koloni virjinya'ya gidiyor. orada pamuk tarlaları varmış. belki sonunda kendimize ait bir çiftliğimiz olur kaptan dedi reis. şansımızı bir de virjinya'da deneyeceğiz. herkesin bir hayali var. benim hayalim ise sana ve oğlumuz caş'a kavuşmak. caş'ı benim için öp

    150. gün

    profesör, reis ve tabi ki reisin ele avuca sığmaz maymunu ile virjinya'ya doğru ilerliyoruz. karada yolculuk yapmak denizdekinden daha zor. yolculuk uzun ve engebeli... eskiden kaliforniya'da yıllarca maden aramış ve bulamamış yaşlı gas, ve en az gas kadar yaşlı atının çektiği arabasıyla, birlikte virjinya'ya gitmemizi kabul etti. aksi ama bir o kadar da iyi yürekli bu adamla oldukça iyi anlaştık. gece yolculuk edemediğimiz için diğer arabalarla beraber mola veriyoruz. ateş yakıp, fasulye yiyip, kahve içiyoruz. yemekten sonra sigaralarımızı tüttürürken yaşlı gas'ın maden anılarını dinliyoruz. sonra gas bize banjo çalıyor. apansız bir türkü patlatıyor profesör, şaşkınlıkla bakıyoruz. hiç bilmediğimiz bir yere ait hiç bilmediğimiz dilde bir türkü bu. türkü bitiminde aralıksız tempolu alkış tutarak, hep beraber söylenen başka bir türküye geçiyoruz. maymun çift mendil ile atıyor kendisini çemberin ortasına, kartal gibi aça aça kollarını dizini kırıyor, eğile büküle dansını icra ediyor. ortam şenleniyor. herkes mutlu, ben seni ve oğlumuz cauşa'yı düşünüyorum. buruk bir gülümseyiş dudaklarımda. sıkı sıkı sarıl yavrumuza ve benim için öp.

    157. gün

    canım ilsa,

    bereketli topraklara nihayet vardık. ama ne yazık ki söylendiği gibi burada herkese toprak dağıtılmıyor. her yer kapılmış. bir umudun peşinden boş yere gelmişiz. her yerde çiftlik sahipleri var, kölelik serbest olduğu için işçi fiyatları oldukça düşük. ayrıca bizden gelen diğer işçiler çiftlik sahiplerinin ödediği düşük ücretlerin daha da düşmesini istemedikleri için gelmemizi istemiyorlar. "işçilerimin istemediği adamı ben hiç istemem" diyen çiftlik sahipleri de bizim gelmemizden pek hoşnut değil. biz göçmenler arabalarımızı bir tepenin yamacına bıraktık. geçen gün "bize doğru yaklaşan 4 atlı var" dedi profesör. atlılar silahlıydı. arabaların etrafında dönüp, yaşlılara ve çocuklara korku saldılar. içlerinden biri "geldiğiniz yere dönün göçmenler burada size ne iş ne de yemek var. umarım bay fitzcırılt'ın çiftliğinde yok yere asılan zenciden haberiniz vardır." diye tehdit etti. yaşlı gas uyukladığı arabasından çıktı ve" bak evlat yıllardır kendime ait bir avuç toprağın hayaliyle yaşadım ve onu almadan gideceğimi hiç sanmıyorum. kutsal isa adına! doğudan geldik, günlerce ızdıraplar çektik ve şimdi bize çekip gitmemizi söylüyorsunuz. sizin ne yapacağınızı bilmiyorum ama ben o toprağı alıp içine küçük bir ev yapacağım ve kalan ömrümü bayan yupırkanırt'ın (bayana dönüp şapkasını çıkararak selamladı) yaban mersini özlü turtalarını yiyerek geçireceğim. ve evet evlat siz bunu engellemeye çalışırsanız annenizin yahnisine yaşlı gas'ın dillere destan acı biberini doğramaya çekinmem" dedi. "oha gas ne güzel duygusal duygusal konuşurken neden adamın anasına küfrettin" diye içimden geçirdim. atlılardan biri tek kurşunla gas'ı yere serdi. ve çekip gittiler.

    159. gün

    canım

    gas'ın durumu ağır. profesör onunla ilgileniyor. durumu nasıl iyileşecek mi diye sordum "bilmiyorum ki" dedi. "oğlum ilgilenmiyor musun adamla" dedim. "abi ben coğrafya profesörüyüm ne anlarım hasta tedavisinden, başında durup ıslak bi bezi bi tasa sıkıyorum. izohips sor bileyim ama hasta tedavisi nanay" dedi. gas boğucu bir öksürük ile lafımızı böldü "flig yaklaş" dedi öksürük arasında. yanına gittim. "yaşlı gas yolun sonuna geldi flig" dedi. "hayır gas yaşayacaksın" dedim. "saçma! ikimiz de öleceğimi biliyoruz. yaram çok ağır. beni bırakın ben sizi yavaşlatırım" dedi "ne bırakması gas sabitiz bi yere gitmiyoruz" dedim. "nasıl oğlum adamlar beni vurunca aynen topuk yapmadınız mı" dedi. hayır cevabım üzerinde onun sandığından daha cesur olduğumuz için bizi kutladı. ve "bak flig ölüyorum. bana bir söz ver. o hayalinizdeki çiftliği kuracaksınız ve verandasında her banjo çalıp şarkılar söylediğinizde beni hatırlayacaksınız diye devam etti. "ölmeyeceksin gas. o çiftliği beraber kuracağız. birbirinden güzel atlarımız olacak" dedim. "siyah ingiliz atları" diye ekledi. "evet uzun yeleli. güçlü atlar. sonra tavuklarımız..." dedim." ah evet, tavuksuz bir çiftlik düşünülemez. şuan çiftliğimizde kaçışan bir ana tavuk görüyorum" dedi gülümseyerek. "peki ya peşindeki civcive ne demeli diyerek hayali çiftliğimiz hakkında konuşmaya başladık. bi on onbeş dakka sonra "şimdi dışarı çık ve bana reis'i yolla ona da anlatacaklarım var" dedi. dışarı çıktım reis yeri eşiyordu. "ne yapıyorsun lan" dedim. "ya kesinkez bizim akrabalar buralara bi yere savaş baltası gömmüştür, onu arıyorum. o heriflere günlerini gösterelim" dedi. "onu bunu bırak da gas seni çağırıyor yanına git" dedim. gitti yarım saat sonra geldi, "abi profesörü gördün mü gas onu istiyor" dedi. meraktan ölmüştüm "sana ne dedi lan" dedim. "ya dedi birşeyler işte" diye geçiştirdi, dövünce söyledi. bayan yupırkanırt benden bahsetti mi lan bu aralar" demiş. sonra da aşk üzerine, eski çıktıkları üzerine konuşmuşlar. gas sanırım bu gece ölecek ve ilsa yemin ederim sana çok pis hırs yaptım sinir var bende! ne olursa olsun kurucam o çiftliği. caş'ı öp!

    169. gün

    ilsam,

    yaşlı gas hala ölmedi. sırayla herkesi çağırıyor. ben 8. turu yaptım. işten güçten etti pezevenk. hayali çiftlik üzerine konuşmaktan mahvoldum. inek tasvirinden, elma ağacı tasvirinden tiksindim. geçen gün anlatırken sinir geldi, ulan reisle aşktan seksten zevkli konulardan bahsediyorsun, benle inek tavuk.. diyerek ağzına vurdum bir tane. "tamam abi konuşalım.ilk cinsel deneyimini anlat mesela" dedi. senle aramızda geçen herşeyi sanki bir sürü kadınla yaşamışım gibi anlattım ilsa. özür dilerim. kendimden utanıp konuyu yeniden tavuğa getirmeye çalıştım ama ama gas anlattığım kadınlar (yani sen) hakkında "o da az kaltak değilmiş ehehe" diye ileri geri konuşunca çadırı terk ettim. dışarı çıktım reis'e "ne oldu lan hala bulamadın mı baltaları, saldırmıycaz mı adamlara" dedim. "abi buldum aha diye bi taş gösterdi yalnız sapı yok, sap takarsak olur" dedi. "sktir lan balta malta yok burada" diyip baltasız saldırmaya ikna ettim reisi. "baltayı bulmadan şurdan şuraya hareket etmem yerli inadı var bende" diyerek ısrarını sürdürdü. seni ve caş'ı çok özledim.

    189. gün

    beybi ilsa

    gas'ın ölmemesi artık kesinleşti. kanı akıyor ama keyfine diyecek yok, makara kukara yapıp duruyor milleti çağırıp çağırıp. bay filtzcırılt'a karşı da sinirimiz geçti geçecek. ekipte bir ben kinliyim toprak sahiplerine karşı. geçen reis koşa koşa geldi. baltayı buldu sandım sevindim. "abi" dedi ,"biz rock grubu kurmaya karar verdik sen de bize katılır mısın?". "oğlum sktirin gidin manyak mısınız" diye kızdım. "abi saçmalama o gün nasıl coşturmuştuk insanları. sen, ben, gas, profesör, maymun. bence şahane! bi düşün derim" dedi. aklıma yattı fikir ilsa. yurt çapında turneye gidiyoruz. sana yazmayı düşünmüyorum artık. caşı benim için öp.

    (bkz: copy paste değil alın teri)
  • naber derginin en sevdiğim iki köşesinden biri.

    --- spoiler ---

    sevgili ilsa! hücremde sensizim. yok bir de senle olacaktım. o zaman adama hapishanede misin yoksa sefa pezevengi misin diye sormazlar mı sevgili ilsa?
    --- spoiler ---
  • adam resmengora ve arog tarzı bir dünya kurmuş köşesinde. bu nasıl bir hayal gücüdür. seni tanımak isterim yiğidim.
hesabın var mı? giriş yap