• manu larcenet'nin, kendisini fransız çizgi romancılar arasında sağlam bir yere oturtmuş 4 ciltlik çalışması. ilk cildinin hatrına hepsi bir gecede okunur bitirilir.
  • inanılmaz iyi iş. nasıl bir zeka, nasıl bir kurgu, nasıl bir yetenek. daha çok çizgiroman okumalıyız. okuyun.
  • karakterleri, çizimleri ve görsel anlatım teknikleriyle başarılı bir çizgi roman. tahkiye oldukça başarılı. derinliği olan kahramanlar hemen kendini gösteriyor. zaman zaman woddy allenvari diyaloglarla karşılaşıyoruz. kadın-erkek ilişkileri ve baba-oğul ilişkisinin aynı çizgi romanda anlatıldığını hiç görmemiştim. çizgi roman seven herkes okumalı.

    not: türkçe baskısındaki 103. ve 110. sayfalardaki boş konuşma balonları orijinalde var mı bilmiyorum. bu konuda bir bilgim yok fakat umarım bir baskı hatası değildir.
  • çok başarılı çünkü bence çok sade.
    bir çırpıda bitirmek biraz hüzünlendirdi her güzel şeyin bitişinde ki gibi ama arada açıp bakabiliyorum sonuçta.neşeli,sinir bozucu,üzücü..gerçeğimle ziyadesiyle örtüştükten sonra,sıradan hayatımın yolculuklarına, bu çizgilerin, marco'nun ve diğer karakterlerin eşlik etmesinden tatlı bir huzur duyuyorum.teşekkürler manu larcenet ve emeği geçen diğerleri..
    bilirkişi eleştirisini şuradan okuyabilirsiniz
  • carpici ve vurucu bir hikaye. 30larinda bekar bir erkek olarak larcentin korkularinda kendimi buldum. arada gelen her seyi birakip kacip gitme istegi, baglanmaktan korkmak, ailenin gozunde bir hayalkirikligi olmak. asla babanin istedigi gibi bir adam olamamak.
  • narsistik şahsiyet özelliği taşıyan sanatçı tipini güzel tespitlemiş, harika çizgi roman:

    "harika bir sanatçı olabilirsin ama bu senin büyük bir göt olduğun gerçeğini değiştirmez. çok güzel şeyler yapan, çok çirkin bir insan olabilirsiniz. dünyanın bütün güzelliklerini kağıda yansıtırken, hiçbirinden nasibini almayabilirsin. çok garip: bir insan, kendi yarattığı şeyin nasıl bu kadar gerisinde kalabilir? eğer ortaya çıkan iş, sanatçıdan daha iyiyse, neden onun gelişimine yardımcı olmaz?"
  • muhteşem bir çizgi roman. asla spoiler vermeyeceğim. hem merak edin diye hem de tadını kaçırmamak için. okuyan herkes kendinden bir şeyler bulacak. oldukça sade, akıcı, kimi yerlerde diyalogları kimi yerde de karakterlerin surat ifadeleri kıkır kıkır güldüren, çoğunlukla "lan aynısını ben de düşünüyorum." dedirten, kaliteli bir iş.

    içinde şöyle bilgece sözler de bulunuyor: "hayat bize çok şey verir. bunu bir türlü anlayamayız; çünkü inatla azla yetinmeyi öğrenmişizdir." yaa. dedim bilgece diye.

    ama aklıma takılan bir şey var. kitabın orijinal adı le combat ordinaire. fakat bizimkiler sıradan zaferler diye çevirmiş. halbuki combat savaş veya mücadele demek. yani sıradan savaşlar diye çevrilse çok daha isabetli olurdu, çünkü zaten kitap da sıradan insanların sıradan savaşlarını anlatıyor. hepimizin verdiği, kimi zaman galip geldiği kimi zaman yenildiği savaşları... taslayacağım bilgiçlik bu kadar. muziplik tamamlandı.
  • günlük hayattaki meselelerimize tüm doğallığı ve samimiyetiyle eğilen, sadece ana karakterde değil bütün karakterlerde kendimizden bir şeyler bulabileceğimiz evrensel bir çizgi roman.
    kitapta süper kahramanlar yok, kendi halinde, kendi dünyasında yaşayan sıradan insanlar var. hayaller, umutlar, aile ilişkileri, aşk, iş, korkular, sevinçler, iyiler, kötuler, dersler, öğütler, değişimler, yenilgiler, zaferler ve şişman sigaralaaar var.
    çizgiler güzel ve nokta atışı yapan, konuyu daha doğrusu o anki duygu durumunu tamamlayıcı siyah-beyaz bölümler var.
    sevmekle kalmayıp bağrımıza basacağımız, bitmesini istemeyeceğimiz bir kitap.
  • müthiş bir başyapıt. türün okunması gereken en önemli kitaplarından. manu larcenet tüm ustalığını sergiliyor. aşk, sevgi, kendini gerçekleştirme, aile olma düşüncesi, babanın gölgesi gibi güzel konuları çok güzel işliyor.
  • bir oturuşta başlayıp bitirdiğim, hızlı tüketmiş olduğum için pişmanlık duyduğum, tadı damağımda kalan mükemmel bir çizgi roman. fransız bir fotoğrafçının gençlik döneminden yetişkinliğe geçiş evresi, anlam arayışı, kadın-erkek ilişkileri, aile ilişkileri, sanat dünyası eleştirileri, siyaset... bu kadar dolu, ağır bir içeriğin yanı sıra bir o kadar da keyifli bir üslup, zaman zaman okurken kahkaha attırabilecek kadar komik enstantaneler, kararında bir mizah... çok güzeldi cidden.

    --- spoiler ---

    son bölümde sarkozy'nin kazandığı seçimin ardından aslında ana karakterlerden biri olmayan 35 yıllık liman işçisi pablo'nun bu enfes tiradını da şuraya iliştireyim:

    bak sen... seçmenlerin yüzde 82'si "bir fikirleri" olduğunu fark etmiş... ve herkes bunun olağanüstü olduğunu söylüyor... bence bu oldukça endişe verici.

    35 yıllık aktivistlik, bütün ideallerimi sildi süpürdü; güzel paradoks değil mi? doğası gereği, bir militan asla kendini sorgulamaz ve hatasını kabul etmez. bu, entelektüel sahtekarlığın doruk noktasıdır. ve "fikir sahibi olmak" şöyle bir şeydir: zerre çaba harcamadan her şeyi kategorize edebilirsin. ve birdenbire herkes bu fikirlerin kendi kendine türediğini hissetti. eğer bir fikrin varsa, kendini önemli hissedersin. bir mücadele içinde olduğunu düşünürsün. bu şu ara çok moda. "vatandaş" olmanın tanımı bu oldu. ama bu çok ucuz bir mücadele. sonuçta akşam 8'de evinde oturuyor oluyorsun. oy vermeye gitmeden önceki akşam yemeğinde, ravyoli ve dondurma arasında kalan zamanda yaptıkları "jaures şöyledir, de gaulle böyledir" tartışmasına dayalı gamsız bir mücadele. sanki babasını evlendiriyor. hah hah... sadece seçim zamanlarında vatanseverlik coşkusuna kapılan insanlara hiç güvenmiyorum. bu genelde -pazar sabahı koşusunda giyilmesi için filipinli çocuklar tarafından imal edilmiş- spor ayakkabılardan almak için para kazanan adamların işi.

    kaçımız ne için oy verdiğimizi bilecek kadar kültürlüyüz? bir toplum görüşü için oy vermiyoruz, daha çok bir medya imajına oy veriyoruz. ya da daha kötüsü, bir aile geleneğine uyarak oy veriyoruz. ve bu şekilde, önemliyiz diye kendimizi kandırıyoruz. bununla tatmin oluyoruz. ama eminim yarın hepimiz önemsiz olmaya devam edeceğiz. kimse bu olanları değiştirmek için oy vermiyor. beklenen şey değişim değil!

    ama şimdi korktukları için onları suçlamıyorum. bunun için iyi bir sebepleri var. dünya sağır edici ve umutsuz bir kaostan başka bir şey değil. radikal dincileri ele alalım. cellatlıktan keyif alan kadim bir ırkın üyeleri. hepsi ezbercilikte sınıf birincisi ve "kafirleri" öldürdükleri zaman cinayet işlediklerine inanmıyorlar. ve bunun karşı cephesinde uluslararası finans dünyasının dev patronları var ve gönüllü bir şekilde kendi hazinelerinin esiri olmuşlar. cellatlar, hepsi cellat... tüm kıtaları kana buladılar, bütün insanları ayıplıyorlar ve bunu da yaşlı bir köpeğin kafasına küreğin tersiyle vuruyormuş gibi yapıyorlar.

    ama şimdi fikir sahibi insanlar var! tüm dünya fikir sahibi insanlarla dolu! ve pastanın üstündeki çilek: göçmenler... insanlar, onlardan da korkuyor. bu korku, fransızca anlayacak yaşa geldiğimden beri hiç değişmedi. tüm pis işlere el atmaya gönüllü olan onlar olmasına rağmen, insanlar yine de göçmenlerden korkuyor. bu çok gizemli bir konu... ve ayrıca fakirler de... burunlarının dibinde fakir komşuları olması, onları da fakirmiş gibi gösteriyor. emlak değerlerini nasıl düşürdüklerinden bahsetmeye bile gerek yok... bu yüzden onları yoldan çekip bir arada yaşayabilecekleri banliyölere tık ve işler daha riskli bir hale gelmeye başlayınca da bam! evlerine postala! ama bu süre zarfında nesiller değişti ve tüm çocuklar iğrenç birer fransız olarak doğdu! onları evlerine de gönderemezsin. onlar zaten evlerindeler! ondan sonra "fransa fransızlarındır!"... ha ha! yani diyelim ki hepsine bir nokta koymak istedin ya da baktın ki ortalık fazla kaynamaya başladı, biraz daha sert davranıp hapishaneleri doldurabilirsin. gerçi sertleşmek konusunda yeni bir şey yok! daha önce denenmemiş bir şey değil ve hiçbir zaman da uzun ömürlü olmadı.
    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap