*

  • butun gun boyunca okey oynamis bunyenin olmayan okey tasi sesleri ve kahkahalar duymasi durumu
  • insanda o taslari oynayanlara tek tek yedirmeyi ve tahtalari kafalarinda kirmayi dusunduren igrenc sesler. seslerin geldigi yone bakildiginda ciliz bir isik gorulur, illa ki suh bir kahkaha vardir ortamin teyzesi tarafindan atilan. (bkz: uyku biraz uyku tek istegim buydu)
  • allah ile karisi eğlenir, eğlencenin sesi esrarengiz okey taşı sesi olarak insana taşınır:
    - tttşkkk.
    - ahahha...
    - okey attın sevgilim bana.
    - evet allahım. kulların da duysun, herkesler bilsin!
    - hastasiyam.
    - yıldızlar şahidim allahım...
    - okey, okey.
  • araştırma ekibinin kayıtlarından bulunabilen tek şey bir video kaydı:
    (tek kişi, belli ki kamerayı kendisi kurmuş, kaydı başlatıyor)
    -hnnh... ben ahmet özokey.. 18 nisan 2002.. burada çok garip şeyler oldu.. bütün kayıt materyelimiz kayıp, umarım bu kayıt birilerine ulaşır... kamp yapmak üzere ilk geldiğimiz haftalarda her şey normaldi, ne bir okey taşı sesi ne de başka bir ses oluyordu geceleri... nisanın ikisinden itibaren olaylar garipleşmeye başladı.. okey taşı sesleri duymaya ve doğal olarak araştırmaya başladık... bir süre sonra fark ettik ki, taş sesleri belli bir düzen içinde geliyordu.. ne olabileceğini anlamaya çalıştık...

    ilk aklımıza gelen bunların mors koduyla verilen sinyaller olabileceği idi.. dolayısıyla incelemeye çalıştık ama değildi... her gece saat 22:00 gibi başlayan sesler saat tam 12yi vurduğunda kesiliyordu... her gece farklı düzende sesler geliyordu... ekibimizin bilgisayarcısı murat, 'acaba?' diyerek gelen sesleri binary olarak düşünüp incelemeye aldı. sonuç pozitifti! gerçekten bize bişeyler söylüyordu bu sesler...

    binary veriyi bilgisayara verdiğimizde, karşılaştığımız şey gerçekten korkunçtu! jpg formatında rotten.coma taş çıkartacak vahşilikte resimler geliyordu ard arda... önceleri anlam veremedik. daha sonra resimleri yakından incelemeye başladığımızda bunların bulunduğumuz tatil köyünde çekilmiş fotoğraflar olduğunu fark ettik.. işte o an, ilk kez korktuğumu hissettim...

    ne yapacağımızı bilemiyorduk ama daha fazla orada kalmak istemediğimizden emindik.. dün gece eşyalarımızı toplayıp gitmeye hazırlanırken, saat 22'de sesler yine başladı. bu kez çok yakından geliyorlardı, sanki... kafamızın içinde gibi... kendimi korumak için daha önce düşündüğüm ama kimseyle paylaşmadığım yöntemi denedim... tanrım.. keşke herkese söyleseydim.. hepimiz yaşıyor olacaktık şimdi... walkman'imi kulaklarıma taktım ve bulabildiğim en gürültülü müziği bulup dinlemeye başladım.. okey taşı sesleri kesilmişti.. arkadaşlarıma da aynısını yapmalarını söyledim ama beni dinlemediler.. daha doğrusu... sanki.. duymadılar...

    hepsinin gözleri bir garip... deli deli bakmaya başlamıştı... daha sonra hepsi bir yöne doğru gitmeye başladılar.. onları takip edip etmemek konusunda tereddüt ediyordum ama merakıma yenik düştüm.. arada belirgin bir mesafe bırakarak (önlerinde bir bomba patlasa zarar görmeyecek kadar uzak, gözden kaybetmeyecek kadar yakın) peşlerinden gittim... bir burnun üstüne doğru yürüyorlardı.. uzaktan sanki ışık saçar gibi, radyoaktif gibi görünüyorlardı... içimde bir şeylerin ısındığını, aynı zamanda üşüdüğümü fark ettim.. ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum.. korku mu? yoksa okey taşlarının sırrını çözecek olmanın heyecanını mı? ya da arkadaşlarım için üzülmeli miydim? bilemiyordum... hala da bilemiyorum... tanrım....

    burnun üstünde tek sıra oldular... en öndeki arkadaş... mehmet... kafasını yukarı kaldırdı.. ne görüyordu bilmiyordum ama bir anda çok güçlü bir parlaklıkla beraber çok kuvvetli bir okey taşı sesi geldi. o denli yüksek ki, kulaklıklarıma rağmen duydum.. gök gürültüsü gibi, içimi titretmişti... parlaklık geçip de gözlerimi tepeye çevirdiğimde, mehmet artık orada değildi... aynı şey 7 kez tekrarlandı... ekibin 7 insanıyla da... hiç biri kalmayınca bir süre sessizlik oldu... ya da ben olduğunu sanmışım... başka bir şey olmayınca ne yapacağımı bilemez halde kamp alanına döndüm... tesadüfen ses kayıt cihazlarımızı açık bırakmışız ve tüm geceyi kaydetmişler... bu geceki binary veriyi bilgisayara verdiğimde gördüklerim, gerçekten kanımı etimden çekti... evet, tepenin fotoğrafıydı.. ve tüm arkadaşlarım, tanınamayacak halde, paramparça olmuş, sanki üstlerinden silindir geçmiş gibi sağa sola dağılmışlardı...

    bu sabah tatil köyünden çıkmaya çalıştığımda, kapıların yanına yaklaşamadığımı fark ettim... hayır hayır.. elektrikli ya da benzer bir şey değil... sadece ben yanlarına yaklaşmaya çalıştığımda, sanki kapılar uzaklaşıyor gibiydi... bütün günümü deneyerek geçirdim.. kapılar, duvarlar... tatil köyünü çevreleyen, sınırlayan her şey yüz metre yakınına gidene kadar yakınlaşıyor, ama ondan sonra ne kadar yürürsem yürüyeyim aradaki mesafe aynı kalıyordu...

    şansımı denizden denemek istedim... ne kadar zor olabilirdi ki? sonuçta arkadaşlarımla aynı kaderi paylaşmaktan iyi olacaktı her şartta... ama hayır.. deniz de aynı şekilde yüz metreden yakına yaklaştırmıyordu beni...

    anlayacağınız burada kapana kısılmış durumdayım... ufak bir hesapla 3-4 gün daha yetecek gıdam var.. eğer okey taşları beni daha önce öldürmezse... son pil ve kaset bitiyor sanırım... umarım bu kaset birilerinin eline ulaşır ve asla bizim yaptığımız hatayı yapmazsınız... ne olduğunu bilmiyorum... ama her ne ise, araştırmaya çalıştıkça size zarar verecek... uzak durun... lütfen...
  • 2002 mayısında gerrain ile beraber akbük'te tuttuğumuz devremülke geldiğimizde tatil köyünde bizden başka kimse yoktu. 'ooh sessiz sakin huzurumuza bakarız, yüzeriz içeriz di mi usta?' diyerekten yerleştik, her otel odasına her seyahatçinin yapacağı gibi, devremülk'e 'kendi evimiz' havasını verdik, 'tamamdır biz burda rahat ederiz' dediğimizde de tatil köyünün 10 dakika uzağındaki tekel'den biralarımızı cipslerimizi aldık, gelip televizyonun karşısına kurulduk.

    ilk birkaç gün pek bir şey yapmadan, yiyip içip sıçarak, mandalar gibi yüzüp güneş altında kuruyarak geçti. sonra 'lan nerde kalıyoruz biz du bi bakalım, çevreye göz atalım ne var ne yok, bakarsın bi iki çıtır düşer' yaklaşımıyla çevreyi turlamaya karar verip, bu turlara önce tatil köyünün içinden başladık.

    tatil köyünün kapısına denizden daha yakın bir evdi kaldığımız, o yüzden önce iç tarafları kurcalamaya karar verdik. genelde evler tek tip, pek bir özelliği olmayan, beyaz boyalı, ahşap kepenkli iki katlı, küçük bahçeli ve bahçelerinde hiç bir şey olmayan evlerdi. arada biri iki tane -belli ki kışın bir ara gelinmiş- özenli bahçe gördük ama sitenin geneli 'ölü' idi.

    sitenin evlerle dolu kısmını kurcalamayı bitirdiğimizde öğlen güneşi beynimizi kaynatmaya başlamıştı, dolayısıyla verandaya çekilip bi el tavla attık. tavlayı koltuğumun altına alıp, o sırada biraz da demlendikten sonra, tatil köyünün animasyon-disco benzeri aktivitelerinin bulunduğu alanını gezmeye çıktık.

    her şey gayet normaldi normal olmasına, ancak olasılıkla yazın gudik gudik animasyonların yapıldığı boş alanın ortasında bir çadır vardı. herhangi bir yaşam belirtisi yoktu ortada, olasılıkla kamp yapmaya gelip sonra çadırı toplamaya üşenen birkaç para bok kampçıya ait bir çadırdı. ya da bir yerlerden bir çadır bulmuş evsiz biri kalıyordu, ama her ne ise bildiğim şey, o an orada olmadığı idi.

    'hadi bi bakalım, bakarsın yalnız kamp yapan iki çıtırdır' diyerek çadırın yanına gittik. içeride kimse yoktu ama yarısı kutularda yarısı ortalıkta bir çok alet edevat vardı: bilgisayarlar, ses kayıt cihazları, kablolar, hassas mikrofonlar filan.. bi hayli meraklandım, gerrain 'hadi abi ne işimiz var, bak zaten hatun olsalar böyle aletlerle işleri olmaz, olsa da chat yapan kız güzel olmaz' dediyse de inatlaştım, 'sahipleri gelene kadar bekleyelim be paşa ölmezsin?' diyerekten kendisini ikna edince, gittik biralarımızı çerezlerimizi ve tavlamızı aldık, çadırın başında nöbet tutarcasına beklemeye başladık.

    saatler geçti ama ne gelen ne giden vardı. saat gece 12ye geliyordu, halen kimse yoktu ama zaten niye orada olduğumuzu unutacak kadar alkole muhabbete tavlaya vermiştik ki kendimizi, bunun pek de farkında değildik.

    o andan sonra duyacağımız ilk zar sesinden kusacak hale geldiğimizde saate bakmayı akıl edince saatin sabah 3 olduğunu fark ettik. halen gelen giden olmaması, bu kadar pahalı aleti edevatı ortada bırakmış olmaları garibimize gitti. 'lan?' diyerekten biraz daha derinlemesine araştırdık çadırı, ve yukarıda sözü geçen video kaydını bulduk.

    mengus: mnagoyim iki gün kafa dinlemeye geldik bak neyin içine girmişiz yine.
    gerrain: aha! macera?!
    mengus: eh.. bi nevi. de hani dinlence hani tatil?
    gerrain: aman be hacım düşündüğün şeye bak ya.. bak gelmişiz bleyr viç gibi ortamın içine düşmüşüz daha ne istersin?
    mengus: olm ölecez diyorum sana bak adam okey atıyo milletin kafasına?
    gerrain: türküz abi biz bize bişi olmaz.
    mengus: e onlar da türkmüş?
    gerrain: yok tanıyorum ben o elemanı. half elf o.
    mengus: e hadi bakalım.

    diyerekten bulabildiğimiz kayıtları (bir iki sayfa telefonla konuşurken çizilmiş gibi şeyler ile o video kaydından başka pek bişey bulamadık aslında) inceledik. gerrain, elinde olmayan sebeplerden dolayı çizimlerden, çizimleri yapanların psikolojik durumlarını çıkartmaya çalıştıysa da ben kendisini ignore ettim o esnada, fazla ileri gidemedi.

    videoda bahsedilen burnu görebiliyorduk kamp alanından, önce pek istemedik gitmeyi ama ikimiz de aslında deli gibi merak ettiğimizi biliyorduk. ortalıkta bizden başka/bizi alt edebilecek erkek bulunmadığından, başımıza bir şey gelecekse bunun meraktan olacağı kesindi, ama yine de dayanamayıp tepeye bakmaya gittik.

    tepede hiç bir şey yoktu.. tek bir kemik bile.. insanlardan hiç bir şey kalmamıştı geriye, yalnızca bir okey taşı: sarı 12li.

    kamptaki enstrümanları kullanarak analizini yapabiliriz belki diyerek taşı çok dikkatli şekilde yanımıza alıp geri döndük.

    kamp alanındansa evin uyumak için daha iyi olacağını düşündüğümüzden, eve döndük. yatağıma yattım, uyuyamayacağımdan emindim, bayılmayı umarak gözlerimi kapadım.
  • sabah yatağımdan çıkıp bi iki bişeyler atıştırmaya mutfağa gittiğimde gerrain'i çökmüş gözlerle kahve fincanının başında buldum.

    kendim de aynı şekilde olduğumdan emin olduğum için, tek kelime etmedim. kendime bir kahve koyup masaya oturdum.

    g: napacaz?
    m: bilmem? hakkaten uğraşmaya değer mi yani. ne bileyim millet ölmüş filan.
    g: eh pek bi şansımız yok sanırım artık.
    m: nası la?
    g: dışarıdaydım, yeni geldim. o kapıların 100 metreden yakınına yaklaşamama geyiği var ya?
    m: ee?
    g: geyik değilmiş o..
    m: siktir la beni mi yiyon sabah sabah?
    g: işim mi yok be.. git kendin bak.
    m: fair enough.

    dışarı çıktım, sigaramı yakıp kapıya doğru yürüdüm. gayet de yaklaşıyordum kapıya. bir süre sonra sadece bana öyle geldiğini acı şekilde fark ettim... ne kadar yürürsem yürüyeyim kapıya yaklaşamıyordum. sanki yürüyüş bandında gibiydim. "yapılan iş: 0"

    moralimi fazla bozmamaya çalışarak eve döndüm.

    en azından sesleri duymaya başlayınca ne yapacağımızı biliyoruz dedik, açlık meselesine de tekel bayii'nin telefonunu önceden almış olmanın sağladığı ferahlıkla gayet rahat yaklaştık, 'madem kaçamıyoruz, bari neymiş çözelim' diyerekten kendimizi maceranın içine atıverdik.

    araştırmaya elimizdeki okey taşından başlamaya karar verdik. malzemeyi laboratuardaki alet edevatla irdelerken, 'lan keşke malzemeye girseydim be bak işe yarardı' diye sızlanan benim aksime malzeme derslerini ilgiyle takip etmiş, üstelik organik malzemeler ile ilgili bir araştırma da yapmış olan gerrain 'vayanunagoyim' diye bir tepki verdiğinde uykuyla uyanıklık arasında gidip geliyordum.

    m: noliy la?
    g: olm bu malzeme var ya.. bu plastik filan değil..
    m: e tamam zaten mistik filan bişiler egzotik bişey olması allahın emri. neymiş?
    g: ikinci sınıf korku filmi çekiyo olsak neden yapılmış olurdu bu?
    m: insan kemiği?
    g: doğal olarak.
    m: hmm hakkat çok klişeymiş be abi. neyse, lan bu kadar teknoloji yapmışlar bi internet bi bişey yok mu burda ya?
    g: abi du bakayım şu anten şu kablo hmmm.. bekle evden bişeyler alayım geleyim burdan biz nete çıkarız.
    m: he ya bak süper. hem belki kurtuluruz da burdan birileri gelir alır bizi bi iletişim.. şevk..
    g: hakkaten ya. du ben bi koşu aleti edevatı alayım geleyim.
    m: ha canına yandığım..

    gerrain evegittiğinde ben de bilgisayarı kurcalamaya başladım, nasıl bağlarız ne ederiz diye düşünürken, kasanın kapağının gevşek olduğunu dizimin kasaya çarpmasıyla fark ettim. bu kadar düzenli insanlardan beklemeyeceğim bir hareket olduğundan, bir bakayım dedim. kasayı açtığımda kasanın içinin okey taşlarıyla dolu olduğunu fark ettim.

    sırasıyla: sarı 2,4, yeşil 1,2,6 ve mavi 3 ile 6 vardı.

    bismillah? diye düşünürken bu sayıların aslında rastgele sayılar olmadığını fark ettim. her renkten elimizdeki taşlar, sıraya dizildiklerinde, kendinden önce gelenlerin toplamının iki katını veriyorlardı. yani mesela yeşil: 1x2=2; (2+1)x2=6 gibi. burunda bulduğumuz sarı 12 de sarı serisini tamamlıyordu. niye bu kadar azlar diye düşünürken, okey taşları ile bu serileri devam ettirmenin olanağı olmadığını fark ettim.

    gerrain elinde bisürü garip malzemeyle geldiğinde 'ne anlama geliyor olabilir?' diye düşündük taşındık, bir çözüme ulaşamadık, bu sebepten bu sorunu bir süre erteleyip, hatta mümkünse bir daha hiç düşünmeyip bizi kurtaracak birilerini bulmak üzere internete bağlandık.

    ne var ki sözlük down'dı, icqya bağlanamıyorduk ve o kadar çok mailimiz birikmişti ki, mail atabilmek için en az iki saat daha beklememiz gerekiyordu.

    google'a girdik ne arayacağımızı bilemedik. önce bir iki 'sex free redhead' gibi aramalar yaptıktan sonra yine bir 'acaba?' diyerekten, bulduğumuz sayıları google'da arattık.
    2,4,12 den texas instruments'ın bir digital to analog converter (dac)ı (pci-20003m-2/-4 12 bit), 1,2,6 dan rosalyn tucker'ın bach partitas 1-2-6 çaldığı bir cd, 3,6'dan ise en ilginci, incil'den bir pasaj çıktı: "i the lord do not change. so you, o descendants of jacob, are not destroyed"

    bunları bir araya getirmeye çalışınca çok ilginç bir fikir türedi. ama yine de emin olmak için okey taşı seslerini yeniden duymak zorundaydık.

    beklemeye başladık. madem kapıdan çıkamıyorduk, "o" her kim/ne ise artık orada olduğumuzu biliyordu ve muhakkak bizi de kendine çekmeye çalışacaktı.

    kayıt enstrümanları hazır şekilde saatin 22 olmasını bekledik. yanılmamıştık. sesler başladı. kayıt düğmesine bastık ve walkmanlerimizi kulağımıza takıp bilgisayarın başına geçtik. sözlük hala downdı, icq halen açılmıyordu ama en azından mail atabiliyorduk. bir iki tanıdığa mail attıktan sonra ses kayıt cihazına baktık, artık ses gelmiyor gibiydi. walkmanleri kapattık, gerçekten de sesler kesilmişti.

    sesleri incelemeye başladık. binary veriyi bilgisayara verdiğimizde yine birtakım zarar ziyan fotoğrafları gördük ama benim düşündüğüm daha farklı bir şeydi.

    byte'ları dümdüz değil, sayı dizilerindeki gibi okuduğumuz byte'ın indexi kendinden önce gelenlerin toplamı olacak şekilde 1, 2 ve 3ten başlayarak okutmak idi.

    bunu yapacak basit bir program yazdıktan sonra sonuçları gözlemek için programı çalıştırdık.
    1,2,6,18 diye giden seriden elde ettiğimiz, tahmin ettiğimiz gibi, bach'ın 1. partita'sının girişi idi.
    2,4,12 diye giden diziden elde ettiğimiz ise daha ilginç idi. bir haritaya benziyordu ama neresi ya da ne olduğunu kıçımızı yırtsak da bulamadık.
    3,6,18 diye gideni ise en ilginciydi. içimizi mutluluk dolduran bir ses, 'ben, tek tanrı... değişmeyenim...' diye başladı 'şüphesiz ki bu siz yakubun soyundan gelenler yok olmayın diyedir.' diye devam etti. tam o esnada çok garip bir ses geldi, daha derinden, daha çatallı bir ses: 'aha bu da okey.. hahhaa verdim elineee!'
  • (bkz: triska)
  • g: o neydi lan?
    m: allah? tanrı? okey? fenomen? du bakim bi daha dinleyelim...

    'ben, tek tanrı... değişmeyenim... şüphesiz ki bu siz yakubun soyundan gelenler, yok olmayın diyedir... ahha bu da okey! hahhaa verdim elinee!'

    g: haydaa. hadi bu aha bu da okey araya karışmış olsa, diğeri ne?
    m: ne bilim. ama bence o okey araya karışmış gibi değil. hmm... dosyayı okuduğumuz sıra...hmmm bayt.. bit.. zümküfül.. fopen.. hmmrss
    g: napıyon la?
    m: du bi.

    'betan, yeğenim eski yakuzalar limon oldu! ahha bu da okey! hahhaa verdim elineee!"

    g: naptın abi?
    m: aynı diziyi okumaya farklı bir yerden başlattım.. hmm.
    g: e ne ifade ediyo şimdi bu?
    m: duyduğumuzun herhangi bir şey olabileceğini, tamamen rastlantısal bir mesaj almış olabileceğimizi, o taşlardaki sayılarla bunların hiç bağlantısı olmayabileceğini, ama olabileceğini de.
    g: hiç bişey yani?
    m: definitely.

    o gece de pek bir şey anlamamış olmanın verdiği huzursuzlukla yataklarımıza yattık. önceki gecenin uykusuzluğu, kendimizi koruyabiliyor oluşumuz ve halen rahatımızın yerinde oluşu sebebiyle manda yavruları gibi uyuduktan sonra, ertesi gün öğlen bir civarında uyandığımda, gerrain halen uyuyordu.

    kahvemi alıp televizyon karşısına geçtim. televizyonu açtığımda şaşırdım, hiç bir kanal çekmiyordu. kablolarla ayarlarla oynadım ama değişen bişey olmadı. vazgeçip olasılıkla geçen yaz burada kalanların aldıkları focus, marie claire gibi şeyleri okumaya verdim kendimi. 45 dakika kadar sonra gerrain de kalktı, o da kendine geldiğinde biraz daha araştırma yapmak üzere kendimizi tatil köyünü biraz daha incelemeye verdik.

    önceden ilgimizi çeken kışın uğranmış evlerin etrafını biraz daha incelemek istedim, sonuçta onlar da kimse yokken buraya gelmişlerdi. ilk iki evde ilgi çekici hiç bir şeye rastlamadık ancak üçüncü eve geldiğimizde, ağzım açık kaldı. zira kepenkler açılmış, bahçede fıskiye çalışıyordu. bu da birinin daha burada olduğu anlamına geliyordu!

    kapıyı çaldım, içeriden 30 yaş civarında, ince yapılı bir kadın çıktı. kısa kumral saçları pek özenli olmasa da düzeltilmiş, buğday-beyaz arası tenli, yeşil gözlüydü. şaşırmış, biraz da agresif bir tavırla 'buyrun?' dedi.

    m: merhaba. biraz vaktiniz varsa size bir konuda akıl danışmak istiyoruz.
    k: tabii. siz verandaya oturun, ben geliyorum.

    içeri gitti, birkaç dakika sonra elinde üç fincan çayla geri geldi.

    k: sizi dinliyorum.
    m: bir hafta kadar önce buraya tatil yapmak amacıyla gelmiştik, tatil köyünde dolanırken aşağıda bir çadır bulduk...

    diye başlayarak hikayemizi anlattım. kadın sözümü hiç kesemeden sonuna kadar dinledi. bazı yerlerde şaşırmış bazı yerlerde üzülmüş görünerek(ama asla heyecanlı görünmeden) sustu.

    k: yine mi...
    m: ne yine mi?
    k: ah keşke böyle bir araştırmaya girmeden önce çevreden birilerine sorsaydınız bunlarla ilgili bişeyler.. ah.. ne üzücü..
    m: bilgilerinizi bizle paylaşmak ister misiniz?
    k: ah tabii.. özür dilerim.. çocukluğumdan beri bu tatil köyüne gelirim, bu ev ailemindi, son beş senedirse yalnızca bana miras kalmış durumda.
    g: başınız sağolsun.
    k: teşekkürler.. her yıl buraya gelip babamın ektiği çiçeklere bakarım, yenilerini ekerim, bu bahçeyi canlı tutmaya çalışırım. onlardan bana kalan tek şey, tek anı bu. neyse, konu bu değil. çocukluğumdan beri buralarda bir gariplik vardı. yaz kış, kafamıza estiğinde gelirdik buraya. bizden başka kimse olmasa da geceleri okey taşlarının çıkarttığına benzer sesler duyardık. metafizik konularda çok katı bir insan olan babam, sesler yoksayılamayacak kadar şiddetli geldiğinde dahi 'yok böyle bişey, doktora gitmeniz gerek' diyerek bize gülerdi, ama içten içe onun da korktuğunu bilirdik annemle. yine de biraz 'bilinmeyenden korkma' eğilimiyle yetiştirildiğimden, çok uzun seneler araştırmaya, öğrenmeye korktum bu seslerin ne olduğunu. açıkçası halen de 'tam olarak' ne olduklarını bilmiyorum. ancak sağdan soldan öğrendiğim kadarıyla, bundan altmış sene kadar önce bu kasabada yaşamış ve ahalinin deyimiyle 'deliydi hanımım, garip garip işlerle uğraşırdı. kimse sevmezdi bunu, dokunduğu keçiler inekler hastalanır, haftası çıkmadan ölürdü' bir insanın işi bu.
    m: nasıl yani?
    k: sormasanız da anlatacaktım, dolayısıyla lütfen... bölmeyin...
    m: özür dilerim.
    k: yine böldünüz (gülümsedi.. böyle gülümsenebileceğini tahmin bile edemezdim, ama bu konumuz dışında) neyse. sağdan soldan öğrendiğim kadarıyla bu adam bir çeşit büyücüymüş. çok iyi niyetli olmasa da, kimsenin deva bulamadığı hastalıklara çare bulurmuş. köylüler kendisinden hem çok korkarmış, hem de bir iş olduğunda son çare olarak ona giderlermiş. asla başarısız olmamış. zamanla bu başarıları onu daha ileri gitmeye itmiş. hayvanlarla, insanlarla deneyler yapmaya başlamış, köylüler o dönem ortalıkta dolaşan yaratıkları 'ne insan ne hayvandılar, rabbim bizi onların şerrinden korudu, artık bize hiç bişey olmaz hanımım.. konuşmuyorlardı, garip sesler çıkartıp yalnızca sağa sola zarar veriyorlardı. hepsini öldürdük ama bizden de çok insan öldü o dönem' diye anlatıyorlar. adamın yarattıklarını tamamen öldürdükten sonra kendisini köyden kovmak için evine yürümüşler. eve yaklaşırlarken adamı kapıda görmüşler. onlar eve yaklaştıkça adam da onlara yaklaşmış.. karşı karşıya gelmişler, aralarında bir on metre kadar ya var ya yokmuş. tam üstüne atlamaya hazırlanırlarken, adam bir anda yok olmuş. o günden sonra ne bir daha görmüşler, ne de haber almışlar adamdan.. ama o gün başlamış bu okey taşı sesleri. tüm bildiğim bu.
    m: vay ki vay hey ki hey...
    g: breh breh..
    k: ama anladığım kadarıyla, ortada yalnızca okey taşı seslerinden fazla bişeyler var. bu her ne/kim ise, birilerini öldürüyor, ve bu birilerini neye göre niye seçtiği hakkında, kendisini araştıran insanlar olduklarından başka bir bilgimiz yok. dün geceki okey taşı seslerini ben de duydum ama ne bir yere çekildiğimi hissettim ne de başka bişey.
    g: ilginç. kulağımızda walkman'ler olmasa ne olurdu acaba.
    m: bilmiyorum, bilmek istediğimden de emin değilim. ama şimdi bi saniye, bu adam neymiş sonuçta? büyücü filan gibisinden bişeyler mi? ve bu adamın bir adı yok mu? ya da an içinde daha önemlisi, sizin bir adınız yok mu?
    k: (yine gülümsedi) elbette var, adım 'bile gerçek'. bu adamın adınıysa tam bilen kimse yok ama halk arasında duman han derlermiş, evinden sürekli garip renkli dumanlar çıktığından. evet, olasılıkla bir büyücü. gerçi büyüye filan inanan bir insan değilim, ama yine de olayları tanrıya bağlamaktan daha mantıklı geliyor böyle bir durumda.
    m: kesinlikle.

    (bu gecelik bu kadar. ölmeden önce yatayım, yarın devam ederim artık. kurgunun içine sıçan olursa da ahım yedi ceddini rahat bırakmaz inşallah)
  • (quod errat continuum)
    biraz da havadan sudan konuştuktan sonra kalktık, kapıya yaklaşamama hadisesini bile de denemek istedi, kapıya doğru beraberce yürüdük. yüz metre limitine geldiğimizde ben yine kapıya yaklaşamamaya başladım, bunu ona söylediğimde 'şaka mı yapıyorsun? az kaldı işte çıkıyoruz kapıdan' dedi. bense halen kapıyı yüz metre uzaktan görüyordum. sonra bir anda bile kapının öbür yanına geçti, bizse bu tarafta kalmıştık.

    bile geri geldiğinde şaşırmış görünüyordu. 'bir anda yanımdaydınız, sonra sizi uzaktan görür oldum.. inanılmaz bişey bu. daha az korkutucu şartlar altında eğlenceli bile bulabilirdim aslında'

    hava yavaştan kararmaya başladığında, bişeyler atıştırıp üçümüz birlikte kamp alanına gittik. saatlerimiz yine 22 ye yaklasiyordu, bu sefer cadirimizin icinde degil, burna biraz daha yakin bir yerlerde bekleyip sesleri orada kaydetmeye karar verdik. walkmanlerimizin pillerini kontrol ettikten sonra yavas yavas yurumeye basladik. okey tasi sesleri gelmeye başladığında sakince kulaklıklarımızı taktık, birbirimizi kontrol ettik, kimsede bir gariplik olmadığından emin olunca yürümeye devam ettik.

    kulaklığımdaki müziği bastıracak bir konuşma sesi olduğundan emindim dışarıda, tonunu algılayabiliyordum ancak ne kadar ne olduğunu öğrenmek istersem isteyeyim, kulaklıklarımı çıkartmaya cesaret edebileceğimi sanmıyordum.

    gerrain ile bile'ye baktım, onlar da fark etmişlerdi olasılıkla konuşmaları, zira yüzlerinde 'cikartmak? cikartmamak?' gibi bir ifade vardı, tıpkı bende olduğu gibi. hepimiz gözgöze geldiğimizde, çıkartmanın kötü bir fikir olduğu konusunda hemfikir olmuştuk.

    o esnada aklıma bir fikir geldi ama ziyadesiyle güvensiz olduğundan diğerlerine çaktırmadan yapmalıydım.
    aynı zamanda kayıt fonsksyonu olan walkman'imi çalmadan kayıt moduna geçirecek, böylece dışarıdaki sesleri walkmanin filtresinden duyacaktım. öngördüklerim doğruysa, bunun bana zarar vermemesi gerekiyordu, ama şiddetle yanılıyor da olabilirdim.

    afedersiniz götüm ata ata kayıt moduna geçirdim walkman'i.. duyduğum sesler şok ediciydi:

    - taş çalma la..
  • - aman han'ım, ne demek taş çalmak hele sizin karşınızda
    - sıssss! gördüm taş çalıyodun! cezanın ne olacağını biliyorsun herhalde?
    - ...
    *çttttttannnnnnkkkkk*

    tam o anda gözümüzün önünde bir adamın vücudu yoktan var oldu.. gerçi buna adamın vücudu denebilir miydi bilmiyorum, zira daha çok et ve kemikten yapılmış sürreel bir tabloyu andırıyordu yerde.

    dehşet içinde (hep bu kalibi kullanmak istemiştim) eve koştuk. olayın şokunu atlattığımızda gerrain ile bile'ye yaptığımı anlattım. önce 'maynak mısın lan' gibisinden tepkiler verseler de, duyduklarımı anlattığımda onlar da şaşkınlığıma katıldılar. 'hanım' dedikleri adam, duman han olsa gerekti. ama karşısındaki -ve olasılıkla önümüzdeki- kimdi? niye böyle bişey olmuştu?

    bir yandan o burna gidip kulaklıksız şekilde ne olduğunu görmek için yanıp tutuşuyorduk, diğer yandan ölümden ölümüne korkuyorduk. yapılabilecek en mantıklı şeyin yatıp uyumak olduğuna karar verip yataklarımıza çekildik, evine dönmek istemeyen bile'ye de salonda bir yatak yapıp uyumaya çalıştık.

    sabah kalktığımda, yine kimsenin uyuyamamış olduğu gayet belliydi. hepimizin kafasındaki tek soru olan 'bile halen kapıdan geçebiliyor mu?' kolayca ve tahmin edildiği şekilde cevaplandı: üçümüz de içerideydik artık.
hesabın var mı? giriş yap