• çok da öyle ahım şahım bir roman olmamasına karşın tarık akan'a bir kez daha hayran bıraktıran kitaptır. adam sanki milyonlarca kadının aşık olduğu, kapısında yattığı, askerliğini yaptığı şehirde boşanmalara sebep olan, filmlerini hala bile izleten türkiye'nin gelmiş geçmiş en yakışıklı aktörlerinden biri değil de, birazcık film çevirmişliği olan kendi halinde bir aktörmüş gibi anlatıyor kendini, kitabın tek bir satırında bile birçok ünlü ve önemli insana özgü bir böbürlenme, bir kendini beğenmişlik havası okunmuyor. insanları seven, sıcakkanlı, aklı az buçuk memleket meselelerine çalışan, doğduğu büyüdüğü mahallede yaşayan, cezaevinden çıkar çıkmaz annesinin kucağına yatıp bitlerini temizleyen ortalama bir insanın öyküsünü okuyoruz sanki kitapta.

    bir de onca çekmiş bir kuşağa haksızlık etmekten korkarak söylüyorum ama bunun birkaç örneğini gördüm; 80 öncesinde aktif siyaset içinde bulunmayan, genel bir dalgaya kapılıp iki üç ilişki kuran, herkesin katıldığı birkaç mitinge, 1 mayıs'a falan katılan insanların çoğu "denizlerin arkadaşı" olmakla övünür, 3 günlük hücre anılarını mevsimlik işkenceden geçmiş gibi anlatır. (çoğunlukla da "biz bi hata yaptık, siz yapmayın gençler" diye biten konuşmalardır) tarık akan'ın anlattıklarında bu eğilimin zerresi yok, korkusunu da, sevincini de, tiksintisini de hiç kahramanlık taslamadan, kendini olduğu yere koyarak o kadar güzel, o kadar gerçek ve abartısız anlatmış ki keşke yine yazsa birşeyler, keşke yine okusak diye düşündüm kitap bitince.

    iyi bir roman değildir evet ama iyi bir adamın romanıdır. belki başkalarının tarık akan'la ilgili yazacağı biyografilerden, çekeceği belgesellerden çok daha güzel anlatmıştır bize tarık akan'ın kim olduğunu.
  • belki çok sıkınca 1 buçuk saatte okunabilecek bir anı kitabı. belki uslubu çok zayıf.
    açıkçası dün bu kitabı okuduğumda şu yapılan eleştirilerin hiçbiri aklımın ucundan geçmedi. sadece bu yazılanların tüm çıplaklığıyla gerçek oluşu tüylerimi diken diken etti.

    6 çocuk sahibi polis memurunun çocuğu yaşındaki bir genci bir hiç uğruna öldüresiye dövüşü,yine bu polis memurunun işkenceden gelen bir gence gazetedeki ölü kardeşinin fotoğrafını göstermesi, her biri bugün kendini cesur sayanlardan defalarca kez cesur gençlerin, ayak tabanlarının yaratık ayağı haline getirilmesi, cinsel organlarından vücudunun çeşitli yerlerine elektrik verilmesi, bunların arasında kitapta en ihtimam gösterilen kişi olarak tarık akan'a yerleri süpürürken "çöplerinizi dışarı atın vatan haini yerleri süpürecek" denmesi,aylarca insanlık dışı koşullarda yaşaması, hiç bir fiziksel işkenceye bile maruz kalmasa 5 dk sonra ne olacağının bilinmemesi sürekli aşağılanmanın,korkunun hüküm sürmesi..
    ve bunları sadece fikirlerini ifade ettikleri için yaşayan gencecik,donanımlı,pırıl pırıl ve vatanını kimilerinden çok daha fazla seven,düşünen insanlar..

    kitapta benim dikkatimi çeken ve herkesin dikkatini çekmesi gereken bu gerçeklerdi. insanımız vurguyu nereye yapması gerektiğini gerçekten bilmiyor.
  • 12 eylül sonrası çok kitap kaleme alındı; roman, öykü, anı, otobiyografi vb. tarık akan ise anı türünü tercih ederek, hapishanede yaşadığı azap dolu haftaları şaşırtıcı bir dil işçiliğiyle anlatmış. açıkçası bu denli güzel bir türkçe beklemiyordum.

    kitaptaki tek bir detaya işaret edeceğim:

    aynı şehirde yaşadığın bir insanla tesadüf eseri karşılaşmak çok düşük bir ihtimaldir; çünkü istanbul'dan söz ediyoruz. ama tarık akan içeri düştüğünde, rastgele tıkıldığı bir hücrede ruhi su'nun oğlu barış ile karşılaşıyor ve birbirlerine sarılıyorlar.

    gene ilk kez hapishaneden içeri girdiğinde, o sırada salıverildiği hemen anlaşılan mehmed kemal ile karşılaşıyor. demek ki şöyle bir hapishaneyi turlasa, tüm koğuşlara ve hücrelere bi girip çıksa daha kimlerle karşılaşacak!

    işte böyle bir dönem. aydınlık insanların apar topar içeri tıkıldığı lanetli yıllarda, tanış olunan insanlarla, aynı şehirde karşılaşmanın imkânsız, ama aynı hapishanede buluşmanın mümkün olduğu karanlık bir dönem.
  • "müdür:
    "bak tarık, bize yalan söyleme... seni ezeriz!" dedi.
    işte bu 'ezeriz' sözü bana dokundu. içime oturdu. sinek miydim ben? soruyu yanıtlamadım. zaten soru neydi onu bile unutmuştum. t. yineledi:
    "seni ezeriz tarık!"
    doğru yerime dokunduğunu anlamıştı. moralimi bozduğunun farkındaydı. o iskemlede oturan yorgun bedenimin, bunca gündür yaşadığım gerilimin ardından iyice yıpranmış duygularımın, düşüncelerimin ortasına kocaman bir delik açtığının farkındaydı. bana bir çay söyledi. hüseyin'in anlattığı askerlik hikâyesi aklıma gelmedi bile. çayımı bitirene kadar bana hiç soru sormadılar, beklediler. hepsi karşımda duruyordu. çay bitti. hâlâ öylece duruyorduk. aralarında fısıldaşıyorlardı, hiçbir şey anlamıyordum. bardak elimde kalmıştı, ne yapacağımı bilemiyordum. yanımda masa varmış gibi geliyordu bana, bardağı o tarafa uzatıyordum, olmuyordu. biraz sonra öbür tarafa uzatıyordum, olmuyordu. o yanda masa olmadığını bildiğim halde karşıma doğru uzatıyordum, gene olmuyordu tabii. sinirlerim bozulmuştu. hiç kimse elimdeki bardağı almıyordu. elindeki boş çay bardağını bile bir yere koyamayan zavallının biriydim. ne kadar da acizdim. gözyaşlarını kontrol edemedim. gözlerim doldu, doldu. gözyaşlarını akmasın diye kendimi zor tutuyordum. birden boşaldı, kumaş gözbağımın altından akmaya başladı. bardağı fırlatmak istiyordum.'onun yüzünden,' diye düşünüyordum, 'onun yüzünden, onun yüzünden!..'

    ellerim sırılsıklam terlemişti. adamlar hâlâ karşımdaydılar. neden sonra akıl edip, boş bardağı sandalyemin bacağı boyunca yere bıraktım."

    tarık akan, anne kafamda bit var, can, sayfa 85-86
  • bu kitabın bahsi geçince hücredeki çiş kokusunu duyumsarım. o çiş kokusu,o zulüm türkiye de solun üstüne basıldığı ilk andı.
    80 sonrasında sol bırakmadılar,ılımlı islam projesini darbeciler eliyle uyguladılar. güle güle tarık abi. devrimci cumhuriyet aydını,sinemacı,alçakgönüllü güzel insan.
  • --- spoiler ---

    ''sana hiçbir şey olmayacak, göreceksin bak.elini kolunu sallayarak dışarı çıkacaksın.'' böyle bir girişle okuyucusunu seksenlerin korku dolu belirsizliğine götüren, bir solukta okunan, hüzünlü, etkileyici bir kitaptır. beni en çok etkileyen yeri tarık akan kafasında bit olmadığını bildiği halde annesinin dizinin dibine oturup sadece annesinin elleri kafasında gezinsin diye defalarca kafasını inceletmesidir.ağlatır. --- spoiler ---
  • o dönemleri yaşamamış-duymuş fakat bugünleri yaşayan-hisseden biz gençler için ülkenin 30 yılda sadece 1-2 yıl ileri gidebildiğini gösteren kitaplardan bir tanesi.

    bizler için saatlik keyif ama her satırında empati ile o günlerdeki gençlerin anne babası olunca insanın boğazı düğümleniyor. çığlık atmak istiyorsun.
  • kitabın bir bölümünde, işemenin ne denli güzel bir şey olduğunu hüzünlü bir şekilde bize anlatan tarık akan'ın güzel kitabı. yanlış hatırlamıyorsam tarık akan bu kitabın tüm gelirlerini aziz nesin vakfına bağışlamıştı.
  • bir çırpıda okunan 12 eylül romanı. çok etkileyici.
    benzeri bir çok kitap var ama bana kitapta ilginç gelen bir uğur dündar bölümü var. izninizle paylaşıyorum;

    saat on dolayında ilk kez gördüğüm bir polis hücreye geldi:
    “hadi bakalım tarık, gel!”
    elim ayağım kesildi. midemden yola çıkan ılık bir yumru tüm bedenimi dolaştı. yutkundum. hüseyin’le göz göze geldik; bakışlarımızla vedalaştık.
    ayakkabılarımı giydim. polis koluma girdi. a.nın kulübesinin yanındaki büyük demir kapının yanında yüzümü duvara çevirdi, gözlerimi bağladı. demir kapı açıldı. polis koluma girdi, yürüdük. ara sıra, “merdiven var,”, “merdiven bitti,” gibi şeyler söylüyordu.
    durmadan yürüdüm. günlerce hiç hareket etmediğim için soluk soluğa kalmış, yorulmuştum. yanımdan geçenlerle birkaç kez çarpıştık.
    “başını eğ!” başımı eğiyorum. “basamak!” ayağımı kaldırıyorum. sonunda durduk. gözlerimi açtılar. bir yazıhanedeydim. her yer lambri kaplıydı. “müdür” yazan bir kapının önünde dikiliyorduk. içeriye birileri girip çıkıyordu. sonunda beni de içeriye soktular. müdür t. masada oturuyordu, tam karşısında uğur dündar duruyordu. onu bakırköy’den tanıyordum. kapının yanında ayakta dikildim, ama hiç halim yoktu, sırtımı duvara yaslamıştım.
    uğur bana döndü:
    “geçmiş olsun tarık.”
    müdür, mesafeli bir yakınlık göstermeye çalışıyordu:
    “nedir bu halin tarık, perişan görünüyorsun?”
    “aşağısı bit ve pire kaynıyor, geldiğim günden beri ne sorgum yapıldı, ne bir şey.”
    müdür, “oğlum biraz dayanıklı ol. bak aşağıdaki ibnelere, ne kadar dirençliler.”
    “insanlık dışı koşullarda yaşayıp etkilenmemek dayanıklılık ya da dirençlilik sayılmaz ki. hepimizin yaşamları kısıtlandı. körü körüne bir bekleyiş içindeyiz. katlanmak her geçen gün zorlaşıyor. insanca tepkiler vermekten vazgeçmeye dayanıklılık diyorsanız, gerçekten de dayanıklı değilim öyleyse. artık nereye gönderileceksem gitmek istiyorum; hapishane ya da her neresiyse...”
    müdür, “oğlum sana iyi davranıyorlar, değil mi? aşağıda sana sıcak yemek söyleyeyim; biraz beslen, kendine gel. senin sinirlerin bozulmuş, böyle olmaz.”
    o sırada kapı açıldı. bir polis, “müdürüm çözüldü, ötmeye başladı,” dedi.
    müdür hemen yerinden kalkıp hızla dışarı çıktı.
    ben uğur’la odada yalnız kaldım. yıllar sonra ilk kez karşılaşıyorduk. aramızda bir dostluk, arkadaşlık olmadığı gibi gençliğimizde yumruk yumruğa kavga etmişliğimiz bile vardı. soğuk bir hava ve yapmacık jestler aramızda dolandı.
    “tarık, benden istediğin bir şey var mı?”
    “yok, sağ ol.”
    “ben trt genel müdürü olacağım; nezaket ziyaretine geldim. dışarıda herhangi birisine söylemek istediğin bir şey varsa yardımcı olabilirim.”
    “yok, teşekkür ederim.”
    müdür içeri girdi. sinirden eli ayağı titriyor, ana avrat küfrediyordu. sol elini ovuşturuyordu; belli ki canı yanmıştı. kolonya döküp ovuşturmaya devam etti. bir yandan da çocuğa sövüp duruyordu:
    “yahu bunlar şerefsiz! adama, ‘öt lan, konuş!’ diyorum; piç, horoz gibi ‘güügüürüüügüüüü! güügüürüüügüüü!’ diye ötüyor. ulan, suratında az daha elimi kıracaktım.”
    güleyim mi, ağlayayım mı, şaşırmıştım. az kalsın kıkırdamaya başlayacağım, diye korkuyordum. kendimi zor tutuyordum.
    müdür, sonra uğur’la bir şeyler konuşmaya başladı. biraz sonra da zile bastı, bir polis geldi. müdür, bana dönerek, “sen şimdi bunu film yaparsın değil mi?” dedi.
    yanıtlamadım.
    “götürün bunu,” dedi. “bir de jilet verin, tıraş olsun.”
    polis koluma girdi, kapının dışında gene gözlerimi bağladılar. aşağıya indik.
    hücreye gelmiştim. hüseyin şaşkınlıkla sordu:
    “ne oldu tarık, çabuk geldin?”
    anlattım.
  • tarık akan'ın 80 dönemi anılarını anlattığı kitabı. milliyet'te can dündar'ın yazı dizisinde anlatılanlar yeterince dumur edici kitabın tamamı nasıldır bilemiyorum. ama sonuçta bu da bir türkiye gerçeği
hesabın var mı? giriş yap