hesabın var mı? giriş yap

  • maç sonrası spiker sabri sarıoğluna soruyor roma'da çok zor bir 90 dakika bizi bekliyor diyebilir misiniz?

    sabri : roma'da çok zor bir 90 dakika bizi bekliyor.

  • bu ülke bu kadar haini nerede yetiştirdi diye soruyorsun ya. " ne istediler de vermedik? " bu lafı hatırladın mı kızgın dinci? şimdi gidip padişahın efendin için şehit olabilirsin.

  • hukuki açıdan; cezalandırılması gereken bir suç eylemi.

    dini açıdan; güzel ahlak üzerine bina edilen bir dinin hakim olduğu iddia edilen topraklarda insanların kendilerinin inançlarını yiyecek kadar "aç" hissettiklerini gösteren olay.

    siyasi açıdan; insanların hakkını alamadığını düşündüğünü ve hakkını almak için fırsat kolladığını gösteren sosyal turnusol.

    sosyal açıdan; karşılıksız sosyal yardımlar ile çalışmadan kazanmaya alıştırılmış insanların, bir gün sosyal yardımlar ile yetinmeyebileceklerini hatırlatan rezalet.

    etik açıdan; kamyon şoförü ile ilgilenmeden ekmeklerin yağmalanması ile, insanlıktan ne kadar uzaklaştığımızı gösteren hayat dersi.

    al capone açısından; "çocukken her akşam yatmadan önce ve aklıma geldiği her an tanrı'ya bana bir bisiklet vermesi için dua ederdim. bir gün tanrı'nın çalışma tarzının bu olmadığını anladım. ertesi gün gittim kendime yeni bir bisiklet çaldım ve her akşam yatmadan önce tanrı'ya günahlarımı affetmesi için dua ettim."

    edit: dostlar, devrim bebek için son 5 bin tl kalmış, haydi asılalım küreklere(bkz: #60102536).

  • bugün 28 ocak 2010 ankara'da kar yağışı olayı ile bir arada düşünüldüğünde yalnızca dumur değil, sinir, stres, soğuk ve nihai son (başta ayaklar olmak üzere komple) uyuşukluk olarak başımdan geçti bi tane. böyle de iğrenç bir girişi olur entry'nin. utançla devam:

    aslında servise binmek üzere çıkmıştım evden. şoför, yollar kapandığından gecikeceğini ve zahmet olmazsa biraz yukarıda beklememi, bu yağışta aşağıya inemeyeceğini söyleyince tamam dedim, ağzımı da şu güzel ortamı da bozmayım diye mutlu mesut başladım yokuşu tırmanmaya. sanıyorum ki, ben gidene kadar servis de gelmiş olur, binerim hemencecik ısınırım. dayan yalnızlığım. çıktım baktım yollar felaket, trafik kilitlenmiş, servis mervis hak getire. bekledim biraz daha, aradım, kaza yapmış ama 10 dk 'ya geliyorum dedi. kafamda bu iki veriyi bağdaştıramadım. başımın çaresine bakayım, ne gelirse binip gideyim diye durağa doğru yürüdüm ya da süründüm. bu ikisinden biri, zira bilincim bulandı soğuktan. yıllarca görmediğim arkadaşlarıma gülümsemem bu yüzdendi ulu orta...

    başıboş bi otobüs geldi. üzerinde semt, gideceği yer filan yazmıyor: ego genel müdürlüğü yazıyor. kapılarını açtı bekliyor. normal olarak sordum: "abi, bu otobüs nereye gidiyor?" abim sinir yapmış, muhtemelen egosuna da, belediyesine de, karına da trafiğine de giydiriyor içinden. diyor ki bana:"arkadaşım, etrafına bi bak ne görüyosun?" (yıllarca görmediğim arkadaşlarımı?) "hiç bi tane otobüs gördün mü?" (sen varsın ya, yiğidim?) "sence bu yoldan otobüs iner mi?" (pas?) sıralıyor soruları. yahu tamam da sen nereye gidiyorsun? abi yalnızca gidemeyeceği yerlere odaklanmış inatla cevap vermiyor! nihayetinde, ben de allah'ın bi kuluyum der gibi "ben ring için geldim." lafını alabildik ağzından. ama bununla bitmedi tabii, ring de nerenin ringi? hangi yöne gidecek? abi düğmesine basmış gibi başa sarıyor: bu karda kışta ilerlemenin zorluklarından bahsediyor. baktım anlaşmanın imkanı yok, en azından ayaklarım ısınsın diye bindim otobüse. istisnasız her yolcu ile aynı diyalog yaşandı, otobüs nereye gidiyordu ve evrensel ahlak yasası var mıydı? ikincisini ben uydurmuş da olabilirim çünkü buzu çözülen ayaklarımın sızısı inanılmazdı. sessizce izledim ve doyurucu bir cevap alamamalarına rağmen otobüse binen insanlarımıza hayret ettim... insanları gerçeklerle yüzleştirmeye and içen belediye şoförünün hiç de spesifik sayılmayan "gidebildiğim yere kadar gideceğim..." cevabı üzerine hakkımızda denilebilirdi ki: (bkz: bindik bir alamete)

    - ulus'tan geçecek mi?
    - geçer diyemem.

    hayır öyle bi boyutta ki, şoför bizi çok alakasız bir yerde de bıraksa cümlesi belli: "ben size mutluluk vaadetmedim."

    sonunu bilmediğim bir yolculuğa çıkmayı hep istemiştim de, bu kadar da ucuz değildi be abi.

  • tek taş pırlantaya 25 bin tl, gümüş çikolatalığa 5 bin tl, evin içindeki beyaz eşya, mobilya gibi eşyalara da 70 bin tl vermezseniz o kadar da abartılı olmayan bir meblağ olsa gerektir.

    evlilik öğrencilik yıllarındaki gibi "bir arkadaşınla eve çıkmak" gibidir.

    "yok aabi öyle olmuyor, sen bi evlen görürsün" demeyin, alnınızı karışlarım. tabularına sıçtıklarım...

  • kelimenin çıkış noktası "to poach"/torbalama 'dan geldiği için aslında altı biraz eşilse sadece bizdeki sözlük anlamı ile, yani yasak avcılıkla açıklanamayacak, türk milletinde hiç yerleşmemiş bir derin kültürdür bu. avı vurup torbaya atıp lorda idareye yakalanmadan hemen kaçmak anlamında bir fiildir.

    yalan yok ben avcı bir kültürden geliyorum. dört beş jenerasyondur balıkçılığı kara avına tercih eden babam hariç hepimiz kara avından hazzeden ailenin bireyleriyiz. avcılığı da "hayvana kaçış şansı vermeyen avcı katildir" düsturuyla yaptık hep. av peşinde koşuyor olmanın hazzını hayvan öldürmenin üstünde tuttuk. ondan mobiletle otomatik av tüfeğiyle avlanmaya gidip yemeyeceği halde dokuz bıldırcın vurup çok bir halt etmiş gibi sırıtan selfie çeken yurdum insanıyla benim yıldızım hiç barışmadı. ne muhabbetlerinden ne de avdan bir zevk almadım.

    sonra devran döndü belçika almanya polonya kırsallarında karacaların zıpladığı dümdüz çayırlar, yabandomuzlarının fırıl fırıl koştuğu kara ormanlar, ördeğin binbir türünün olduğu bataklıklar safkan setterler puanterler görünce bu ortama ben de dahil olmak istedim. trende gniezno havalisinden geçerken iş arkadaşıma polonya'da geyik avının usullerini sorma gafletinde bulundum. orada kendi başına istediğin araziye çıkıp avlanmak gibi bir şey zaten yok, av arazisi olan bazı otellere veya üçüncü kişilere dört günlüğü bin euro muadili zlotyden başlamak üzere para ödeniyor. yanınıza rehber ve ekstra öderseniz köpek veriliyor. bir şey vurursanız pişirtebiliyor veya taksidermiye yollayabiliyorsunuz. bunun turizmi falan el yakan bir şey. çalışan kesimin altından kalkabileceği bir hobi değil. ancak kafama hep takılan ve yatmayan kısmı, bir özel “arazinin” avcılıkta tek değişmez şart olmasıydı. devletin ormanına girdim avlandım yok. bütün ülkede yıllık 227 geyik avlanabiliyor ve bunlar yılda 3600 baş üredikleri ve doğal düşmanları artık olmadığı için avcılık işte hayvanlar rahatça ürerken sayıları kontrol altında tutabiliyor. ama rasgele gider vurur kotayı dinlemezseniz hayvan başına beş yıl falan hapsi var.

    sonra gel zaman git zaman belçika'da üsün içinde devriye atarken aracın önüne cart diye çıkan ve selektöre kornaya aldırmadan yolun ortasında tüm ihtişamıyla korkmadan durmaya devam eden, abartmıyorum başından kuyruğuna 1 metre çeken kırmızılı mavili rengarenk bir erkek sülün gördüğümde yanımda oturan belçikalı polise sülün/pheasant nasıl avlanır nasıl izinlere tabidir diye sorduğumda yine aynı ketum cevap silsilesi beni karşıladı. burada avlanabilmek tezkereye ruhsata tabi olsa da ne avlanılacağına karar veren otorite avın üzerinde gezdiği arazinin sahibi olarak belirlenmiş. av arazisinin kiralanması olgusu var. federal araziye tüfeğimi aldım girdim diye bir şey yok. avcılığa izin verilen devlet arazisi yoktu, sadece bazı özel araziler vardı.

    ancak sonradan gördüklerim içinde asıl avcılık kültürünün bambaşka olduğu yer ise ingiltere oldu. burada avcılığı golf ile aynı kulvarda sadece yılda 100k kazanan insanların kendilerini meşgul ettikleri, giyim kuşamın edinilen silah kadar değerli olmasının beklendiği paçalardan elitizm akan bir şeye dönüşmüş buldum. ruhsat ve arazi izinleri haricinde avcılık bir tür dışarıda sosyalleşme aparatı haline gelmiş ki insan gitse de kendini survivor adasında kameralara karşı oynuyor falan gibi hisseder. boş silahlarla da gidilse bu tip bir avcılık kendini göstermeye çalıştığı şekilden hiçbir şey kaybetmez. bence.

    bu arazi olgusunun bizde olmadığı halde bu evropalıların av denkleminde neden bu kadar merkezi bir yere sahip ola ki deyu düşünürken herkesin beni uyardığı yasak avlanma, poaching terimine dikkat kesildim. mesela bu anlayışı ingiltere'ye getirip bizzat koyan kişi 1066'da ingiliz tacını ele geçiren norman kral william the conqueror idi. bu adamların kültürlerinin temelinde avcılığın zaten hiçbir zaman toplumun alt sınıflarına ait olmamış/olamamış bir olgu olması yatıyor. william the conqueror geldiği gibi ülkeye bir bildiri/proclamation yayınlamış ve ormandaki tüm dişi ve erkek geyiklerin, yabandomuzlarının, tavşanların ve karacaların sadece krala ve derebeylerine ait olduğunu söylemiş. köylülerin et ihtiyacı ise artık yalnız domuzlardan, koyunlardan ve sığırlardan karşılanabilmiş. geyik eti artık köylüye yasak olmuş. geyik vuran bir köylü gördüklerinde william the conqueror devrinde ibret-i alem için hemen asmışlar. sonraki plantegenet kralları döneminde köylünün hemen sağ el işaret ve orta parmaklarını daha ok atamasın diye kesmişler. suçun tekrarında ise gözlerini oymuşlar. üçüncüsünde ise asmışlar. mesela açın robin hood okuyun, kralın geyiklerini vurmuş "much" isimli karekterin babasının parmakları ve gözleri yoktur. hatta hatta aynı balladın devamında kral aslan yürekli richard ülkesine keşiş kılığında geri döndüğünde hemen robin'in kendisine ikram ettiği geyik etine direkt dikkat kesilir. bir şey demez ancak büyüklüğünden demez. köylülerin soylulara ait hayvanları vurup yediğini alenen gördüğü anda içinde bulunduğu alarm durumu bugün sokakta yanında kokain çekilmiş emniyet müdürünün verdiği tepkilere benzemektedir. bu 11. yüzyılda yazılıp temeli atılan orman hukuku/forest law günümüzdeki vaziyetin dibini ta o zamanlardan döşemiştir. avcılık lordların tekelinden işte bugün arazisi toprağı ve avlanmaya maddi gücü yeten insanların sporuna evrilmiştir. bunda da soylular ve toprak sahipleri topraklarından aşağı sınıfları çıkarmada çok başarılı oldukları için yasak avcılığı diğer avrupa ülkelerine göre çok başarılı ekarte edebilmişlerdir.

    yani polonya'da geyik avcılığı yapabiliyorsunuz tabii, belçikada da sülün avlayabilirsiniz. ancak çok büyük rağbet olmamasının üç ana sebebi var.

    1-kültürlerinde bu pek olmadığından yanaşmıyorlar gibi. dedelerinin dedelerinin dedeleri kral 2. wladyslaw jagiello zamanında karaca geyik yüzerken yakalanıp asıldı diye nesiller boyu süzülüp gelen bir korku olmasa da çekingenlik var. kralın lordun korkusunun yerini de sonra başka idareler almışlar. ondan hiç yerleşmemiş bir şeye atıf yaptığınızda konuyu "ama ne gerek var" boyutuna indirgiyorlar. günümüzde markete girdiğinizde eti çok daha az eforla alabiliyorken çok da haksız değiller. avcılık o yüzden o taraflarda pek yok.

    2- o hobiyi kaldırabilecek mali kaynakları olan avrupalı cruise ile karayiplere veya avustralyaya falan gitmeyi yeğliyor. o tip paralardan bahsediyoruz.

    3- avcılıkla modern batılı insanın hayat görüşünün kavgaya tutuşup eninde sonunda avcılığın yeniliyor olması. safariye gidip trophy için fil veya aslan avlayan cem boyner gibi kişilerin toplumda aşırı bir kızgınlık yaratması. bu rahatsızlığın işte tavşan avının falan uzantısı olarak görülmesi.

    yani monarşi temelinden derebeylikten gelen her avrupa ülkesinde avcılık aşağı yukarı böyle. ancak bizdeki avcılık kültürüne oranla yasak avcılık terimi doğaya vs zarar verilen bir suçtan ziyade hırsızlık temelli bir suç. kanunun lafzı öyle demiyor olsa da ruhunda aslında siz lordun leydinin falan istihkakını çalıyorsunuz. polonya macaristan belçika ingiltere bence bu ekolden geliyor. av dendi mi de günümüzde önden bir tipinize bakıyorlar siz o sosyetik düzeyde misiniz diye. nitekim avusturya ve almanya'daki özellikle yivli tüfek avcılığında bu arazi bulabildiğiniz sürece toplumun alt sınıflarınca da sürdürülebilir bir etkinlik olarak kalmıştır. buradaki avcılık usulleri ve anlayışı da olması gerektiği gibi çok disiplinli bir avlanma dönemi ve yasak takibi, çok düşük kotalar, ihlallere göz açtırmadan hapis vesikaya el koyma gibi cezaların kimsenin gözünün yaşına bakmadan uygulanması, ruhsat ve tezkere verilirken kişinin psikolojik testlerine kadar ayrıntıya inilmesi yüzünden çok üst standartlardadır.

    bizde ise genelde avlanma sezonu açılır, havada uçan kaçan ne varsa otomatik av tüfekleri taşıyan terminatörler tarafından sabahtan öğlene yokedilir ve kahvehanelerde çay içerken “eskiden keklik çok idi şimdi gelmiyorlar cehape zihniyeti yüzünden” diye veryansın edilir. sonra bir posta daha çıkılıp kişi başı 20 kuş daha öldürülür.

    ondan türkiye’de avcılığı öldüren ve düzelmesini engelleyen ana sebep tezkere çıkartıp tüfek edinmiş herkesin avcı olabilmesi, meskun mahal harici aşağı yukarı istediği her yerde avlanabilmesi ve hazine arazilerinde avcılığın serbest olabilmesidir. nitekim tarihinde hiç lordu leydisi şatosu derebeyi ve bunlara ait hektarlarca arazinin olmamış olması yüzünden kendi insanına hazine arazisini yasak edecek tarihi bir nedeni veya altyapısı da yoktur. batının hırsızlık temelli poaching’i ile türk hukuk sisteminin hayvanları koruma temelli yasak avcılığı bu yüzden aynı etkiyi hiç yaratamamıştır. lazım değil diye köpeğini öldüren köylülerin olduğu ve bunun diğer köylülerce normal addedildiği bir ülkede hayvanları korumayı falan açıklamak zor iştir.

    yani neymiş pek de kaale almadığımız, çağ dışı bulduğumuz aristokrasi hayvanı daha iyi koruyabiliyormuş. tımar sistemini yerli aristokrasiye döndürmeyen osmanlı’ya o konuda ben de çok dargınım.