hesabın var mı? giriş yap

  • ne laga luga yapıyorsun hocam? samimiysen çık bildiğini anlat sonra da davutoğlu'na söylediklerim yalan mı? diye sor. bu siyasiler hep böyle.

  • az önce ankara çayyolu beğendik mağazası açık büfe kahvaltı bölümünde başıma gelen olaydır. kasiyerin verdiği bilgiye göre, mağaza müdürünün talimatı ile, simitlerde kahvaltının kg fiyatı ile tartılarak satılmaya başlamış. bu sayede az önce 1(bir) adet simite 5.25 tl ödemiş oldum. şimdi bodrum'da 50 tl'ye lahmacun yiyenleri daha iyi anladım. gerçekten insan kendini çok farklı hissediyormuş. :)

  • bunu çok yakınlarım hariç kimseye anlatmadım. burada zaten kim olduğumuz belli olmadığı için yazmamda bir sorun yok.

    yıl 2010, amerika'nın alaska eyaletindeyim*

    orada yaşamaya başlayalı yaklaşık iki ay olmuştu. şehrin yaşam tarzına artık alışmıştık. mesela sokakta yürüyen bir tek insan yoktu. sadece biz türkler yaya idik, herkes arabayla geziyor.

    birgün marketten çıktım bisikletimi bağladığım yere doğru ağır ağır yürüyorum. arabanın birinde şoför koltuğunun yanında bi tane yaşlı adam oturuyordu, adam aynı dedem. ama bukadar benzer yani. kendimi ona bakmaktan alamadım çünkü aşırı benziyor. o da bana bakıyor. artık o kadar uzun bakıştık ki adam elini yavaş yavaş kaldırıp bana selam verdi. yavaş yavaş diyorum çünkü galiba adam felçliydi, felçli tanıdığı olanlar bilir, hani ilkokulda hoca parmak uçlarımıza cetvelle vururdu ya, parmaklarımızı birleştirirdik, hah işte eli öyleydi. o şekildeki elini yavaşça başına kaldırarak selam verdi ve gülümsedi.

    ben iyice heyecanlandım çünkü benim dedem de felçli. adamın yanına gitmek istedim ama hasta olduğu için birileri adama zarar vereceğimi düşünür diye çekindim ve gitmedim. arkama baka baka gittim ve adam da hiç gözünü benden çekmedi.

    türkiye ile aramızda 11 saat var. yani alaskada sabahken türkiyede akşam oluyor. ben ertesi gün sabah yani türkiyede akşamken bizimkileri türkiyeyi aradım, normal konuştuk ettik. dedemin öldüğünü söylediler. ne zaman dedim dün dediler. yani benim o markette dışarıda o adamla selamlaştığım an.

    dedem yaklaşık 25 sene felçli yattı, yatalaktı yani. çok zor yıllar geçirdi. ben dedemin normal halini hiç göremedim. bir kere bile sohbet edemedik yani adam zaten yatalak. ama hep sıcaklık hissederdim adamcağıza. severdim yani.

    lafın özü bu olay bana pek tesadüf gibi gelmedi. dedemin zaten hayatımızda bir yeri yoktu ki hatırladım özledim aklıma geldi ölümü de ona denk geldi desem. adamın öldüğü anda benim birini ona sanki oymuş gibi benzetmem, elin amerikalısıyla vedalaşır gibi selamlaşmamız bana gülümsemesi kaybolana kadar birbirimize bakmamız..

    dedemin kafamdaki görüntüsü hep o adamın görüntüsüdür, diğer hallerine dair gariptir ama hiç bir anı yok. hep o gülümseyip bana selam verdiği anı hatırlıyorum.

  • resmen kendisinde huzuru bulduğum kanal. hayatımın en mutsuz dönemini yaşadığım şu günlerde mecburiyetten yapmak zorunda olduğum işleri yaparken açıyorum bi kenara bergen-oslo tren yolculuğunu mesela sıkıldıkça pencereden bakar gibi yola bakıyorum. sonra arada açıyorum arkaya da güzel bi müzikle beraber bi sigara yakıyorum oh mis. sanırsın şu anki hayatımdan çıkıp gitmişim yolu seyrediyorum norveç'te. sinir stres dağılıyor valla. he tabi bunu 7-8 saat izleyemedim hiç ama yapmam gereken bir sürü iş varken açıp boş boş bilgisayara bakmayı tercih edecek kadar sevmediğimi anladım yaptığım şeyi. yazarken farkettim hem huzur veriyor hem aydınlanma yaşatıyor hiç çaktırmasa da çok faydalı bi kanalmış lan bu. iskandinav yaptıysa bi bildiği vardır tabi.

  • (bkz: beko) . özellikle avrupa'da çok iyi bir imajı var ve baya popüler. amsterdam'daki mediamartkin satış temsilcisine göre bosch'tan daha çok tercih ediliyor ve bosch bazı ürünlerini beko'ya urettiriyor.

  • dogma 95 hareketinin kurucularından biri olan thomas vinterberg'in en son filmidir.
    başrolünde oynayan mads mikkelsen ile 2012 yapımı jagten filminden bu yana ikinci defa bir araya gelen ikili, yine harika bir iş çıkarmış ki, oscar, bafta, golder globes, cannes, toronto gibi büyük, küçük bir çok festivalde 52 defa aday gösterildi ve seçkiye girdi.

    --- spoiler alert ---
    buradan sonra yazılanlar ciddi oranda spoiler içerektir.
    --- spoiler alert ---

    film temelde, belli bir seviyeyi aşmayan alkol tüketiminin dünyayı daha iyi algılamamızı ve aslında alkolün belli oranda gerekli bir şey olduğunun teorisini kendileri üzerinde deneyen bir grup lise öğretmeninin hikayesini anlatıyor.

    bir grup lise öğretmeninin öğrencilerle ilişkilerini, hayata dair boşluklarını ve genel depresif ruh halini bize tanıtarak başlayan film, orta sınıfın içinde sıkışıp kaldığı 'evden işe, işten eve' psikolojisini çok güzel hissettiriyor. yetmezmiş gibi karakterimizin ailesi ile iletişimsizliği ve gitgide yalnızlaşması izleyiciyi daha da büyük bir depresyona sürüklüyor.

    bu dört arkadaş, aralarından birinin* doğumgünü sebebi ile buluşup biraz eğlenmek istiyorlar, tam bu noktada ikinci aks ve kırılma yaşanmaya başlanıyor. yemeğin başlangıcında protagonist karakterimiz martin'in, bir çeşit orta yaş bunalımı ya da bir varoluş bulantısına girmiş son derece net hissediyoruz. hayatın ortasında sıkışmış, sıkıcı bir insan olmuş, keyif alamaz olmuş ve hissizleşmiş bir tavır ile seyirciyi olacaklara hazırlıyor.

    yemek devam ederken nikolaj, norveçli psikiyatrist finn skårderud’den ve onun teorisinden bahsediyor. bu teoriye göre, insanın vücudundaki alkol oranının düşük olduğunu ve bu oranın az üstünde alınacak promilde alkolün, bireyin daha yaratıcı ve keyif alabilir olacağından bahsediyor.

    bu teoriden ilham alan dört öğretmen, gün içinde az oranda alkol tüketip sonuçlarını gözlemlemek ve bunu hakkında bir rapor tutup, bir çeşit psiko-sosyolojik deney yapmaya karar veriyor. resmen bilimsel bir deney olma yolunda emin adımlarla yürüyen bu dört arkadaşın, beklenen şekilde bütün hayatları düzelmeye meyilleniyor. çünkü, alkolün rahatlatıcı ve sakinleştirici etkisi hızlıca kendini hissettiyor. öğretmenlerin çevresindeki insanlarla, eşleriyle, öğrencileriyle kurduğu iletişimin pozitif olarak değişmesi ile bu aniden değişimi gözlemleyebiliyoruz.

    bu noktadan sonra, yaptıkları deneyi biraz daha ileri safhaya taşımaya karar veren dört öğretmen, promil seviyesini arttırmaya karar veriyor. yönetmen filmin trajikomik faslının resmen başladığını izleyiciyi biraz gülümseterek ama bazen de gerginlik vererek ispat ediyor. öğretmenlerin alkol etkisiyle fazlaca neşeli olması, bir tatlı çakırkeyflik halleri güldürürken, tamamen yasadışı şekilde okul içinde gündüz vakti alkol tüketmeleri ve sürekli yakalanmaya ramak kalmaları izleyiciyi fazlaca geriyor.

    fakat deneyin üçüncü safhasına geçtiklerinde hikayelerinin trajediye doğru sürükleneceğini hissetsek de, engellenemez şekilde olaylar gerçekleşiyor. üçüncü ve son aşamada alkolün doruk noktasına ulaşarak bilincin kaybolması ve kontrolü tamamen bırakmak fikri yer alıyor. buna önce çekimser kalsa da, martin dionysos’un yoluna saparak, belki 'ne olacaksa olsun' düşüncesi ile belki de bir çeşit bağımlılık hali ile yeni bir boyuta geçiyor.

    varoluşçuların hayatı anlama üzerinde metotlarını ve söylemlerini yoğun olarak gördüğümüz filmde, yönetmen, varoluşçuk felsefesinin ilklerinden kierkegaard'a atıfta bulunmayı ihmal etmiyor. elbette bu tesadüfen yapılan atıf değil. kierkegaard'ın hareket etmenin ve sabit kalmamanın faziletleri üzerine söyledikleri ve kaygı, korku, endişe gibi kavramların hareket için en önemli tetikleyiciler olduğunu filmin dört kahramanı ve protagonist karakterimizin yolculuğunda açıkça görebiliyoruz. yürüyüş her zaman bir yere varmak için yapılmaz, bazen de varolmak için yürürüz. hareket ettiğimizce varoluruz.

    filmde kullanılan ikilemler, varoluşçuların çokça ilgilendiği bazı harika ikilemlerin yansıması olarak karşımıza çıkıyor. düzenli,sıkıcı bir hayat ve heyecan dolu, dengesiz bir hayat, apollon ve dionysos, risk ve garanticilik, kaygı ve koyvermişlik, kusursuzluk ve olduğu gibi kabullenme benzeri ikilemler, seyircinin gözü önünde inceleniyor. hangisinin daha doğru olduğu, yine vinterberg sineması şanına yakışır şekilde seyirciye bırakılıyor.

    finalde, artık kendini gerçekleştirmiş, hem ailevi hem profesyonel olarak istediği düzeye tekrar gelebilmiş bir martin görüyoruz. dionysos'un tarafına geçtiği için artık 'kusursuz' davranışlarda bulunmasına gerek kalmamış olsa gerek ki, filmin başından beri merak ettiğimiz caz baleti performansını nihayet filmin son anında görebiliyoruz. martin'in aslında hüzünlü olması gereken bir gündeyken, what a life? şarkısı eşliğinde umarsızca dans edişi ile varolmanın hafifliğini hissediyoruz ve kierkegaard'a bir kez daha hak veriyoruz.

    'kaygı, özgürlüğün baş dönmesidir'

  • 2 sene önce istanbul-stockholm arasıydı benimki. uçuş boyunca en korktuğum an tuvalette işimi hallettikten sonra sifona benzeyen bir şeye basmam sonrası kopan gürültüydü. o kadar derinden, o kadar dehşet vericiydi ki "uçağı düşür düğmesine mi bastım lan!!!?" diye sırtımdan kıçımın arasına doğru anında bir ter süzülmüştü. gürültünün sürdüğü o 5,6 saniye içerisinde national geographic'deki "uçak kazası raporu" programının bizim uçağın düşüşünü konu alan bölümünü bile kafamda canlandırmıştım. hem bok yoluna gidecek, hem de uçağı benim düşürdüğüm ortaya çıkınca "dünyanın en gerzek uçak yolcusu" olarak anılacaktım. sesler kesildiğinde yanlış bir şey yapmadığımı anlayıp, 40 yıllık uçak yolcusu gibi gözüm kapalı sifona basabildiğim için övündüm kendimle. tuvaletten çıkıp koltuğuma doğru yürürken de herkesin suratına "işte bu iş böyle yapılır. tuvaleti yaptıysan sifonu çekecen abi." gibisinden bakarak gururlu bir tavır takındım.