hesabın var mı? giriş yap

  • dünkü bölümünde şöyle bir sahnenin yaşandığı program:

    ivana ezgi'ye tarzsın/diılsın demeden önce nur yerlitaş'a döner;

    ivana: bu kokusu ne?

    nur yerlitaş: ne kokusu be manyak mı ne bu da aaa!

    ivana: bu ne koku ya? yıldız kokuuuu!

    ivana yıldız'ı böyle esprili vermek istedi de nurella ne zannedip panik oldu onu anlamadık.*

  • bornova küçükpark'ı mesken tutmuş, doğulu, boyacı çocuklardan biriyle girilen diyalogdan alıntıdır:

    ...
    m.o.k: sesin güzel mi senin, bi şarkı söyle bakayım bize
    boyacı: söliyim abi, sorı sorı'yı** sölliyim mi abi?
    m.o.k: söyle bakiyim
    boyacı: sorrı sorrı, kimin yoorı, en güzeali, beanim sorıı. nasıl abi?
    m.o.k: ehehe, aferim. bi de mavi mavi'yi söyle bakalım
    boyacı: *biraz düşünür* moovi moovi, kimin yoorı, en güzealii, beanim sorıı, yok moovi..
    m.o.k: puhaha, lan ibrahim tatlıses'in mavi mavi'sini bilmiyo musun sen
    boyacı: *kendinden emin bir şekilde* abi o moavi moavi diilki mosmavi..

  • - şikayetiniz nedir?
    - ishalim doktor bey.
    - bırakın teşhisi ben yapayım lütfen, siz şikayetinizi söyleyin sadece.
    - günde 10 kere cayır cayır sıçıyorum.
    - ishal olmuşsunuz.

  • 5 dk önce yaşanmıştır :

    70'li yaşlarda bir amcamıza çikolata ikram edilir. kutuda iki çeşit çikolata vardır. biri dark, diğeri ondan daha dark. sütlüsü hiç yok yani.

    amcamın eli en siyah olana uzanır. ikram eden arkadaş der ki : "amca sen şunu al, onu yiyemezsin" amcam bozularak nedenini sorar, zira dişlerini yeni yaptırmıştır. başka bi arkadaş da durumu açıklamak istercesine "amca o bitter" der. ama elbette amacına ulaşamamıştır. zira amcam şöyle cevap verir :

    "eşşoleşşek biterse bitsin."

  • "sanat bizim kendimize bile itiraf edemediğimiz duygularımızın, özelliklerimizin, hallerimizin tercümanıdır.
    bir romanda, kendimize dair bir hali görür, yalnız olmadığımızı hissederiz.
    bir şarkıda, derinlere gömdüğümüz duygularımızı duyar, kendimizle barışırız.
    bir resimde, farkına bile varmadığımız bir yönümüzü görür, kendimizi tanırız.
    bir fotoğrafta, başka hiç bir şeyin, bir cümlenin hatta koskoca bir romanın anlatamayacağı bir hali görür, duygulanırız.

    sanat bizim insanlığa karşı umudumuzu yitirmememizi sağlar. hayata karşı umutlu olmamıza yardım eder. bazen kimsenin bizi anlamayacağı hissine kapıldığımızda yanımızda olup bizi anlar; kimi zamansa yoğun duygularımıza teselli verir."

    demiştim birbuçuk yıl önce yazdığım bir entry'de. sanatın seyirci, dinleyici, okuyucu için böyle işlevleri var.

    peki sanatı yaratan kişi için, sanatçı için sanat ne ifade ediyor. hissedilen, bilinen ama kavranamayacak olanı alıp, farklı forma sokarak, kendi içinde işlenebilir hale getirmesini sağlıyor bence sanat. deleuze kişinin kendi nevrozlarıyla yazmadığını, dünyanın hastalığın insanla karıştığı belirtiler bütünü olduğunu ve edebiyatın bir tedavi girişimi olarak karşımıza çıktığını söyler.

    ona hem katılmıyorum hem de katılıyorum. kişi nevrozuyla yazar, nevroz bizim dışına çıkabileceğimiz içsel bir oda değildir. sanatçıyken nevrotik değilim, ama hayatımda nevrotiğim; sana karşı nevrotiğim, ona karşı değilim gibi bir hâl söz konusu değildir. çünkü bunlar bilinçdışı mekanizmalardır. nevroz aklı kapsar. insan nevrozuna dair bazı şeyleri sezer ama bunlar, uyanınca bir anlık anımsanıp sonra hemen unutulan bir ruya kadar gerçek gelir insana.

    üstelik herkes bir ölçüde nevrotiktir. nevrozun şiddeti ve insan ilişkilerine yansıma düzeyi, bunu büyük bir sorun olarak yaşayıp yaşamayacağımızı belirler. bence sanatçı nevrozunu, sanat üzerinden sağaltmaya çalışır. nevrozuyla yazar yani, ve burada deleuze yanılır bana kalırsa.

    ama şurada haklıdır. sanat bir tedavi girişimidir, gerek sanatçı için gerekse eserin içinde kendine ayna bulacak bizler için.

    orhan pamuk okurken, onun yarattığı obsesif dünyalarda yazarın kendisinden bir iz olmaması mümkün müdür? kendi obsesyonunu ve belki mimetik arzusunu okuruz satırların arasında. ve tam bir nevroz öyküsü gibi birçok kitabında yineler bu pattern. ne de olsa nevroz yinelemenin hikayesidir.

    martin gore dinlerken şarkılarının sözlerinde sadomazoşist öğeler kulağımızda çınlar. acı çeker, eteklerin katları arasında kaybolur, günaha girer, suç işler, cezasını çeker, psikoza bu obsesyonu ile direnir o sözlerde. bunu yaşamayan birinin bu hikâyeyi böyle anlatması pek güçtür.

    dostoyevski kumarbaz isimli romanını, kumar borcunu ödemek için yazmıştır. romanı otuz günde bitirirse var olan borcu silinecek, bitiremezse tüm kitaplarının telifini borçlu olduğu kişiye devredecektir. dostoyevski büyük bir kumar bağımlısıdır. romanıyla borcunu ödemesinin yanında belki kendini sağaltma çabası içindedir. nitekim kumarbazın özünü en iyi anlatan romanı yazmış, tasviriyle okuyacak tüm kumarbazlara ayna tutmuştur.

    özetle sanat ilkin sanatçının kendi devasıdır ama bunu paylaştığı insanlar yani biz okuyucu, dinleyici ve izleyiciler bu eserlerin kiminde kendimizden bir şey buluruz, eser bize göremediğimiz bir açıyı sunar, bazen teselli verir, bazen yarenlik eder.

    sanatçının devası, toplumun devası oluverir. böylece sanatçı toplumun, toplum sanatçının parçası olur, sanatçı ve okuyucu birbirinin içine geçer, birbirinin farklı görüntüleri olur, sanat hepimizi kapsar, yaramızı sarar, bizi birleştirir, sağaltır.

  • tabldotu bile farklı diğerlerinden. ulan hayatınızda bir kere dürüst olun yahu. komik bile değilsiniz.

    edit: sevgili siyasal islamcılar, baktığınızı görmekten acizseniz bana mesaj yollamayın. hepinize tek tek cevap verecek değilim.

    ilk ve son kez yazıyorum, kuvvetle muhtemel elindeki tabldot porselen. ilk bakışta plastik ya da köpük sandım ama parlıyordu. diğer fotoğrafta görüldüğü üzere öteki tabldotlar askeriye usulü, tenekeden. hiç yoksa yine ayrıcalık geçilmiş. gereksiz bir pr çalışmasından ibaret!

  • 63 yaşındayım, sabah güneşi selamladıktan sonra kahvaltımı yapar kahve içerim. akşamları genelde 4-5 gibi yemek yerim. emekli ikramiyasiyle kendime çok güzel bir kompüter dizdirttim. internetini, spotify'sını, netflix'ini, ne lazımsa bağlattım. arada iki dizi atıyorum, biraz sözlüğe takılıyorum. face'e girmedim, sarmadı. gençliğimde biraz çapkındım herkes orada şimdi, yüzlerini göresim yok. 20-25 senedir takip ettiğim rss feed'ler var onları okuyorum ara ara. akıllı telefon almadım, gözüm seçmiyor, hem parmaklarım da kalın dar geliyor. gözlük modeli çıkarsa alrım. arada hayrına nude atan arkadaşlar var burada, gelişmeler yaşanıyor falan. yani tüm bunlara rağmen sözlüğe girdiğim için neden utanmam gerektiğini anlayamadım. gençler bi garip.

  • özel gösterimine katılarak izlediğim hemşerimin filmi.

    ne yalan söyleyeyim beklentilerimi tam karşılamadı. bunun sebebinin kendisinden kaynaklandığını düşünüyorum. çünkü kendisi o kadar güzel işler çıkardı ki sinema filminde kendi çıkardığı çıtasını aşmasını bekledim. özellikle fakir ve zengin videoları gerek kamera gerek hikaye gerek espri olarak çok çok üst seviyeydi. sinema filmi içinse bu videolarını kıstas aldığımdan daha az başarılı bir iş çıkmış geldi gözüme.

    spoiler
    aslında hikaye kurgusu yerinde. bölümlere ayrılmış bir hikaye aktarılıyor izleyiciye ve bunu da röportaj verirken yaptığı için otobiyografik bir belgeselmiş hissi de uyandırıyor. bu sebeple hoşuma gitti.

    ancak filmde rakibi olan koray pek de işin içine girmiyor. bir tek kurşunluyor ancak ondan sonra başka bir görevi yokmuş gibi filmden sessiz sedasız çıkıyor.

    şahin'in oyunculuğu videolarda daha doğaldı sanki. videolarda alışık olduğumuz tiplemesinden öte burada biraz daha aklı başında tiplemesini oynadığından mıdır nedir biraz yapay geldi.

    mehmet ise belli bir standardı var ve hiç sırıtmıyor. yaşı da genç olduğundan ileride başka projelerde de karşımıza çıkacağını umuyorum.

    mahsun ise bildiğimiz mahsun. kotarabilmiş bu işi. fukoyu çektikten sonraki tiplemeleri bizim alışık olduğumuz tipleme. güldürmeyi başardı ancak öyle çok ince siyasi espri filan yoktu. siyasi espriler direkt göze batacak şekilde yapılmış ki izleyici kitlesinden ötürü anlayabilsinler diye yapılmış da olabilir.

    bir eleştiri de adana insanının ulusal medyada lanse ediliş şekline katkı verdiklerinden dolayı yapmak isterim. filmde “al şu parayı uyuşturucu alırsın” diye dayıya para vermesi, zaten ünü pek de iyi olmayan adana'ya zarar veriyor. daha önce adana sayfasında da yazmıştım: adana'nın böyle tanıtılması adana sayfalarının da işine geliyor. etkileşim alıyor çünkü. ama bu şehri görmeyen de sanıyor ki adana'daki herkes böyle cono, müptezel, bağımlı gibi takılıyor.

    yok demiyoruz. adana sütten çıkmış ak kaşık da demiyoruz. var olanı ört bas edin de demiyoruz ancak sürekli böyle lanse edilmesi, kentin bitki örtüsünün bu tiplemelerden oluştuğu algısını yaratıyor.

    spoiler

    yine de memleketimden birisinin ününü adana sınırları dışarısına çıkartarak bir şeyler başarması gurur verici olduğu gibi istanbul dışında yaşayan insanlara da ilham kaynağı olması açısından olumlu karşılıyorum.