hesabın var mı? giriş yap

  • 12 sayfa entry'i okumama rağmen şu sonuca varmış bulunuyorum.

    yaklaşık %70'lik bir kısım kafese konan maymunlar(bkz: organizasyonel şartlanma) deneyinde olduğu üzere, bilmeden soru soranlara saldırıyor.

    %20'lik bir kısım biliyor ancak biraz uzun ya da fazla terimsel yazdığından anlatamıyor.

    %5'lik kısım halen iyi niyetle anlamadığını belirtiyor

    %5'lik kısım iyi sade bir şekilde anlatmayı başarıyor.

    ben de son %5'lik kısımda olmayı umut ederek mümkün oldukça kısa bir şekilde size anlatmaya çalışacağım.

    türk lirası convertible yani uluslarası piyasada değişime konu olabilecek bir para birimi değildir. yani biz paramızı sadece ülkemizde kullanırız. ve ancak ülkemizdeki usd ve euro gibi paraları tl ile satın alabiliriz.
    ülkemizdeki yabancı para stoğu da sınırlı olduğundan, biz para basıp döviz talebi yarattıkça paramız döviz karşısında değersizleşecektir. böylece borçlarımızı ödemek için para basmak yeterli olmayacaktır.

    bu yüzden, turizm ve ihracat gibi, yurda döviz girişi sağlayan işlemler teşvik edilmektedir.

  • servisi var, yemeği var, maaşı da diğer yerlerden biraz daha iyi diye kabul edersiniz. yalnız yaşıyorsunuzdur ve çalışmak zorundasınızdır.

    sabah 6'da çalan alarmı erteleme lüksünüz yoktur. 30 dk. içinde elinizi yüzünüzü yıkayıp, ne giyeceğinize karar verip yola çıkmalısınızdır çünkü 10 dk. uzaklıkta olan servisi bekletme lüksünüz yoktur.
    servise binersiniz, günaydın dersiniz ama kimse cevap vermez. yeni olduğunuz için nezaket, henüz bünyelerinde filizlenmemiştir. birkaç karşılıksız girişim çabasından sonra artık siz de suratsız bir şekilde güne başlarsınız.

    işe gelirsiniz. sizden birkaç yaş küçük direktörünüzün aslında uzmanlık alanı bambaşkadır ama "dışarıdan adam almayalım" milliyetçiliği yüzünden sizin yıllardır yaptığınız iş için artık yöneticinizdir. emin olduğunuz şeyleri bilmediği yetmiyormuş gibi, öyle olmadığı iddia eder. çünkü size karşı küçük düşmek istemez. aynı şekilde aynı işi yaptığınız insanlara da yardım etme çabanız kötü karşılanır. "olupta" diye bir kelimenin var olduğunu iddia eden insanlarla daha fazla savaşamazsınız.

    12.30'da yenecek öğle yemeği için 10 dakika önceden sıraya girmeniz gerekir. 100'den fazla kişinin çalıştığı firmada geç kalırsanız size yemek kalmaz çünkü. 10 dakika önceden sıraya girerseniz direktörünüz işi aksattığınızı düşünür. 10 dakikada dünyayı kurtarmak yerine aç karnınızı doyurmayı istemişsinizdir. yemek asla 12.25'te verilmez bu arada, kuraldır. 12.30 olduğu an dağıtım başlar. iki ana yemek, iki yardımcı yemek seçeneğinden azar azar da olsa iki ana yemekten yeme lüksünüz yoktur. birini seçmek zorundasınızdır ama bu sadece sizin için geçerli. yıllardır orada çalışan insanlar iki ana yemekten yiyebilir, çünkü onlar hak etmiştir... toplamda 1 saat olan yemek için "bari biraz nefes alayım" diye dışarı çıkarsınız. 2 dk. geç kalsanız direktörünüz şakayla karışık(!) geç kaldığınızı size hatırlatır. sigara içmezsiniz mesela ama sigara içen insanlar günde 5 kere sigaraya iner. o göze batmaz. o normaldir çünkü ama sizin gecikmeniz çok ayıptır. olmayacak iştir. delirip sigaraya başlamanıza ramak kalmıştır.

    gün içinde diğer çalışanların sürekli tacizine maruz kalırsınız. yeni kız olarak, bütün eski çalışan hatunlar size bakmaya yüzünüzden değil ayakkabılarınızdan başlar. sizi süzüp sonra yanındaki arkadaşının kulağına fısıldar ve gülüşürler. çalışma arkadaşlarınız hırslıdır. sürekli açığınızı ararlar. ayağınızı kaydırmak için ellerinden geleni yaparlar. hele bir de başarılıysanız boku yediniz. her türlü pamuk ipliğine bağlısınızdır. çünkü kariyerinizi iş arkadaşlarınız belirler. onlar sizi sevmiyorsa başarınızın zerre önemi yoktur. bu arada başarı için çok basit "tebrikler" kelimesini bile duyamazsınız. hele bi hata yapın, dünyayı başınıza yıkarlar.

    içinize kapanık olma lüksünüz(!) yoktur. sürekli insanlarla iletişim kurmaya çalışmak için bir bahaneniz olmalıdır. karşınızdakiyle gerekiyorsa demet akalın'ın yeni çıkan şarkısının ne kadar güzel olduğunu, victoria secret'ta indirim olduğunu konuşacak kadar kadın olmalısınızdır. böyle şeyleri sevmiyor olmanız sizi suratsız yapar. kimseye kendinizi sevdiremezsiniz.

    gün biter. uzak bir noktada oturduğunuz için servisin kalkış saatinden 5 dk. önce aşağıda olmak istersiniz. kaçırma lüksünüz yoktur. çünkü kaçırırsanız şirket size bunun için ödeme de yapmaz. 5 dk. önce indiğiniz için iş arkadaşlarınız şikayet eder, işten erken çıkıyorsunuz diye. daha sonra geç çıkarsınız, iki kez servisi kaçırırsınız. paşa paşa toplu taşımayla saatler sonra eve varırsınız. kaçırmadığınız günler için ise artık kural değişmiştir. kadıköy'de oturduğunuz halde, servis sizi acıbadem'de bırakmaya başlar. çünkü 5 yıldır orada çalışan kişi "ben onun yüzünden evime 10 dk. geç kalıyorum" diye şikayet etmiştir. siz de deneme sürecinde olduğunuz için elbette(!) onun sözü geçer. sizi başka bir semtte bırakırlar. çünkü o kişi evine geç kalmamalıdır. siz diğer insanlar bırakılırken evinize 1 saat geç kalırsınız, o bir kriter değildir. deneme süreniz bitse bile bu değişmez.

    bundan sıkılıp artık işe daha yakın oturan sevgilinizde kalmaya başlarsınız. işteki mutsuzluğunuz ilişkinize de yansır. rahatladınız mı sanıyorsunuz? hayır. bütün gün karşı karşıya oturduğunuz direktörünüz iş çıkışı iş konuşmak için "bira içelim" der. iş arkadaşlarınızla sosyalleşmeyi sevmemeniz sizin asosyalliğinizdir. birkaç kez reddedersiniz, sonra da akşamları aramaya başlar. bütün gün tek kelime konuşmaz, akşamları dakikalarca iş konuşur. artık sevgilinizin "yeter ya bu ne akşam akşam" bağrışları itibariyle, direktörünüzün "tamam ya yarın konuşuruz" diyerek telefonu kapatmasını sağlarsınız. direktörünüzün sizden hoşlantısına cilveyle karşılık verememişsinizdir ve artık sizinle çalışmak da istemiyordur.

    hafta sonu çalışmamak üzere işe girmişsinizdir ama orada sürekli değişen görev tanımınız gibi bu da değişir. hafta sonu işe gelmek rutindir. iş hep vardır. işini seviyorsan gelmek durumundasındır. konsere gitmek, içmeye çıkmak, sosyal aktiviteler falan mı? saçmalıktır.

    memur değilim. bana "işi çok kafana takıyorsun, salla başını al maaşını" diyorlar. 24 saatimin 14 saatini alıp, bir de bu saatler süresince beni mutsuz eden bir yer için fazla mı duygusalım? bana sadece uyumaya fırsat verip, onun dışında at kadar stres yükleyen bir yeri çok mu kafama takıyorum? tüm bunların içinde bir de "yaratıcı" olmamı bekleyen bir yer için fazla mı yetersizim yoksa?

    edit: yeni mezun değilim, ilk iş deneyimim de değil. 11 yıldır çalışıyorum. yaptığım işte ödüller almış bir insanım. bu sadece başıma gelen talihsiz bir olay.

  • 99 depreminde gölcükte yüzlerce gördüm.. ama en zoru ablam ve kardeşimin öldüğünü görmekti. diğer hepsini unuttum da onların soğumuş bedenlerini unutamadım.. minicik bedeni upuzun yatırmışlar.. sapsarı ipek saçlarını okşadım kardeşimin, ablamın elini tuttum buz gibi.. morlukları vardı başını çarpmış miniğim.. ablam ezilmiş yaralanmış ağlamış yanaklarında izi.. bir ömre yetecek acıyı bir gecede yaşadım, yaşadık... ruhumun ateşi söndü bir daha da ısınmadı yüreğim...

    debe editi: (bkz: 23 nisan 2016 devrim yilmaz'a yardim kampanyasi)

  • bergüzar anneler maratonunda tur bindirir diyen arkadaş, bergüzar parasızlık hastalık çeke çeke sürünerek annelik yapmış da mi annelikte tur bindirecekmis? şimdi ingiltere'ye de taşındı. sorunsuz tekdüze bir hayatta çocuğa sabah kahvaltı akşam yemek hazırlayıp - onu da yardımcıyla - iki lafın birinde annelikten bahsetmekle, annelikte şampiyon falan olunmuyor. sen anne görmemişsin.

  • açıkçası videoyu izlerken şunu fark ettim; orda bulunan kitlenin yarısı çöp. ne dinlemeyi biliyorlar, ne uygun soruları sormayı, ne aralarından 3-4 kişiyi seçip kendilerini temsil ettirmeyi... kendinden büyük ve karşısında bulunan insana “melih istifa et lan!” diye bağırmak cesaret falan değil, saygısızlıktır. rektörü desteklemiyorum ama bu hıyarları da desteklemiyorum artık.

    vay anasını satim ya, resmen herif sabırtaşıymış. böyle mal tiplerin rektörü olacağıma cidden ben istifa ederdim.

    not; saygı konusunda geleneksel birisi değilim. büyüklerin yanında bacak bacak üstüne atmak gibi saçma şeylerde saygı aramam. fakat iletişimin temeli dinlemek ve saygı duymaktır. bağırmadan, yükselmeden.

    not2: ayrıca o arkada bağıran cırtlak sesli feminist, evladım olsan cebine uyuşturucu koyar polise ihbar ederim. bu ne lan? susmuyo karı, susturamadılar.

  • teşekkür editi: ilk giriyi yazdıktan bir hafta sonra annemin solunumu hiperkapni (kanda karbondioksit yükselmesi) nedeniyle durdu. acil serviste 1 gün boyunca non-invazif mekanik ventilasyona (maske ile solunum cihazı) bağlandı. sonrasında ankara üniversitesi göğüs hastalıkları bölümüne yatırılarak prof. dr. demet karnak tarafından takip edildi. bir hafta sonrasında taburcu oldu.

    şu an oldukça iyi. oksijeni sadece uyurken kullanıyor. bipap cihazını günde 2 saat kullanıyor. bilinci yerine geldi. ne diyebilirim ki? beklentimin o kadar ötesinde ki günlerdir sevinçten ağlıyorum.

    arayan, ilgilenen, mesaj atan, dua eden, konuyu üstte tutmak için uplayan ve aklıma gelmeyen birçok konuda destek olmaya çalışan herkese çok teşekkür ederim. mesajlarına yanıt veremediğim yazarlardan da özür diliyorum. allah hepinizden razı olsun.

    üst edit: arayan, mesaj atan, ilgilenen herkese çok teşekkür ederim. birkaç doktor ismi verdiler. yarın onlarla görüşeceğim.
    biraz rahatlatacak öneriler sunanlar oldu. onları da uygulamaya çalışacağım.
    maddi destek önerisinde bulunanlar da oldu. böyle bir ihtiyacımız olmadığını belirtmek isterim.

    merhaba;
    ankara'dan yazıyorum.
    annem 67 yaşında, 23 yıldır akciğer sarkoidoz hastası. 14 yıl önce de mitral kapak replasmanı ve triküspit t ring annüloplasti yapıldı. beş yıl önce geçirdiği pnömoni nedeniyle evde oksijen kullanmaya başladı.

    yaklaşık 3 ay önce kalp yetmezliğinin ilerlemesine bağlı ödem, solunum sıkıntısı gibi şikayetlerle yeniden kardiyolojiye başvurduk. yaklaşık 8 kilo ödemi attı. eski kilosuna geri döndü. pro-bnp düzeyin 330'den 400'e düştü. bnp düzeyi 120'ye düştü. oda havasında oksijen satürasyonu % 87'ye kadar çıktı ki çok rahatlamıştı.
    20 gün öncesi spo2 oda havasında % 60'a kadar düştü. akciğer enfeksiyonu olabileceği söylendi. iki hafta kadar çeşitli antibiyotikler aldı. sonrasında da antibiyotikleri kesildi.

    sorun şu ki annemin kliniğinde herhangi bir düzelme olmadı. iki yastıkla bile hala uyuyamıyor. sürekli boğulurcasına kalkıyor ve otruduğu yerde uyukluyor. en son yapılan ekoda pulmoner basıncı 65, ef: 56. bir önceki ekosunda ef: 40, pulmoner basınç 85'ti.

    annemi rahatlatacak bir önerisi veya farklı bir tedavisi olan bir doktor var mı içinizde veya böyle bir doktoru tanıyan?

    son akciğer röntgeni
    bir önceki akciğer röntgeni
    tomografi raporu
    tomografi.raporu
    tomografi raporu

    gerçekten çok çaresiz durumdayım. yardımlarınız için şimdiden teşekkür ederim.

    edit: yardımcı olmaya çalışan herkesten allah razı olsun. gerçekten yaşlı gözlerle okuyorum yazdıklarınızı.

    kaç doktora gittiysek yapılabilecek bir şey kalmadığını, sadece palyatif desteklerle devam edebileceğimizi söylediler. ben hemşireyim. durumun ciddiyetinin de farkındayım ama bir gecede oksijen düzeyinde % 27'lik bir azalmanın sadece kalp yetmezliği ve sarkoidozdan kaynaklandığına inanamıyorum.

    akciğer nakli çare olur belki diye başkent hastanesine danıştım. yaşı itibariyle annemin akciğer nakli sırasına alınmayacağını biliyorum. annemle kan grubum uyuyor. dokularımız da uyarsa kendi akciğerimden vermek istedim ama türkiye'de henüz canlı vericiden akciğer nakli yapılmıyormuş. artık ne yapabileceğimi bilmiyorum.

    kullandığı ilaçlar:
    diltizem 1x 120 mg
    digoksin 1x1 tablet haftada 5 gün
    coumadin 1x 2,5 mg
    lansor 1x 15 mg
    lasix tablet haftada 2 gün
    cozaar 1 x 50 mg

    edit: son kan tetkikleri
    kan tetkikleri 1
    kan tetkikleri 2
    kan tetkikleri 3
    kan tetkikleri 4

    bilinç bulanıklığı, nörolojik defisiti yok. inr ve hemogram tahlillerini üstte ekledim.

    iletişim bilgilerim şu şekilde:
    e-mail: y.eskigulek@gmail.com

  • hayat büyüdükçe, yaş aldıkça zorlaşıyor, zevk alınan şeyler azalmay başlıyor, hayatın soğuk yüzü kendisini daha çok hissettirmeye başlıyor, sevdiklerinizin sağlık sorunları başlıyor, kayıplar başlıyor, filmin sonunda da kendi sağlık sorunların ve ölüm. hani lisede okula gidip geldiğin, sınavlardan yakındığın, annenin, babanın sağlıklı ve genç olduğu dönem, anneannenin,babaannenin, dedenin, amcanın teyzenin de hayatta olduğu dönem,bir pazar sabahı annenin seni nis gibi bir kahvaltı sofrasına oturtmak için yataktan kaldırışı, işte o yataktan kalkarken söylendiğin an var ya, hayatının en güzel anı…şu an hiç olmadığın kadar yaşlı, ama ileride hiçbir zaman olamayacağın kadar gençsin.