hesabın var mı? giriş yap

  • ulan bilmem kaç senedir şu dizinin ekmeğini yiyorsunuz. bilmem kaçıncı tekrar olmasına rağmen hala prime timeda gösteriyorsunuz.

    bir kere de yeni bir şey katın bari dizinin sevenini onurlandırın.

    hiç yabancı dizi izlemiyor musunuz?

    koyuyorlar oyuncuları, yapımcıları, senaristi, kostümcüyü filan sırayla aynı yönetmen koltuğuna; sırayla dizi hakkında konuşuyorlar. arka planla ilgili değişik şeyler anlatıyorlar.

    çeksene şöyle bir güzellik, bu kadar seveni diziyle ilgili bir şeyler öğrensin, mutlu olsun.

  • atılan çay "yeşil çay"mış. şimdi rahatladım lan. bu elim olaydan haberdar olduğumdan beri na şuramda yumru gibi takılıp kaldıydı 16 yaşında çocuklar neden demlik demlik çay içiyor diye.
    benim o yaşlarımda demlik demlik çayı bir solcular kafelerinde, bir de ülkücüler ocaklarında içerdi. aslında çayın kralını ışık evlerinde şakirt bebeler içiyormuş da haberimiz yokmuş. neyse.
    (bkz: çay şakirdin mazotudur)

    aklıma sosyete kafelerinde ellerinde kara kara rize/kaçak karışık çay içen, küp şekeri hızlı erisin diye kaşık darbeleriyle parçalayan zengin bebeleri geliyordu. bu uyumsuz, bu eğreti görüntü bana tarifi imkansız acılar zerk ediyordu.
    sonunda akşam gazetesinin haberinde söz konusu çayın "sıcak yeşil çay" olduğunu öğrendim de kendime geldim. o olur bak. yeşil çaysa olur.

  • lan fotografi millet gtume baksin diye koyuyorsun zaten sonra neden tribe grip icerigi engelletiyorsun

  • cem yılmaz gösteri yapıyor, film yapıyor, dvd'lerini piyasaya sürüyor para kazanıyor. kendisinin bu arabaları almasını istemezsen gelir kaynaklarına katkı sağlamazsın olur biter.

    sıkıntı benden zorla alınan paralarla 900 bin lira araba kirası verenlerde.

    edit. ayrıca ilberci nedir yahu?

  • istanbul'da daha çok var böyle tarihi imajı çizilerek çökülmüş ve kimler tarafından ne şekilde işletildiği belli olmayan yerler

    özellikle istanbul'un turistik yerleri bu tiplerden temizlenmeli, daha profesyonel modern ve turizme yönelik yöntemlerle işletilmeli

  • izmir seferihisarda yaptım askerliğimi. asteğmen olarak yapıyorum, öğretmen kökenli olduğum için nöbet tutmayan askere ceza vermek yerine, tutana ödül vereyim dedim. boyoz alıyorum sabaha karşı 4-6 nöbetinin ilk saatinde nöbet kulübelerine uğruyor bırakıyorum. bir süre sonra iki kişilik nöbet yerinde beni bekleyen 6-7 asker olmaya başladı. hoşuma gitti tabi bu böyle devam etti, çaylar demleniyor falan. bir gün askerin biri boyozdan bir lokma ısırdı çaydan bir yudum aldı, döndü bana dedi ki, komutanım top oynarken anamın verdiği domates peynir ekmekle, sabahın köründe senin verdiğin boyoz yarışır, ikisini de ömür billah unutmam dedi. o zaman fark ettim, anlatacaklar bunu yıllarca. boyozu askere dağıtıyorum diye ucuz veren fırıncı sen de sağol.

  • arda'dan 1000 defa daha mert, insan gibi bir insanın söylemi. bunu milyonlarca kişinin gözlerine bakarken demesi de ayrı bir güzellik. alkış!

  • daha ilk sahneden sonunu tahmin edebilmiştim, o kadar da abartmaya gerek yok...

    şaka lan şaka, film bittikten sonra bile anlamadım ne olduğunu da oturdum bi' defa daha izledim. evet.

  • 10 saniye. 400 metrelik bir binadan atladığınızda, yere düşene dek geçecek olan zaman.

    o gün dünya ticaret merkezi'ne gitmişsiniz. büyük ihtimalle iyi bir işte çalışıyorsunuz. geleceğe dair hayaller kurarak evden çıkmışsınız. büyük ihtimalle o sabah, o gün öleceğinizi düşünmüyorsunuz.

    camın kenarındasınız. içeride boğucu bir duman var. aşağı inme şansınız yok. itfaiyenin gelme imkanı yok. helikopterle kurtarılma imkanınız yok.

    o gün öleceğinizi biliyorsunuz artık.

    aşağıdaki insanlara bakıyorsunuz. yalnızca size bakan noktalar görüyorsunuz, o kadar küçükler. 400 metre aşağıdaki insanlar yaşayacak.

    10 saniye. rüzgar yüzünüze vuracak, kulaklarınızda basınç oluşacak. üşüyeceksiniz. muhtemelen yere düştüğünüz an, canınızın yandığını fark edene kadar ölmüş olacaksınız.

    atlamasanız dumandan zehirlenecek, yanacak ya da betonların arasında kalacaksınız.

    ------

    bu korkunç bir psikoloji. ilk olarak "neden ben" dersiniz, kabullenemezsiniz.

    "onca insan varken, hatta karşıdaki binadaki insanlar yaşayacakken neden ben?"

    rüyadaymışsınız gibi gelir. sanki o anı yaşayan siz değilsinizdir. sonra havadaki zehir, ciğerlerinize dolduğu an gerçekle yüzleşirsiniz. o anda, oradasınızdır, karar vermek zorundasınızdır ve hayat size yalnızca bir seçenek sunmuştur; 10 saniye.

    evimde, bilgisayarın karşısında o insanların psikolojisini anlamaya çalışıyorum. sadece düşünmek bile içimi ürpertiyor. beni korkutan şey ölüm değil, bu hayatın bir gerçeği. sadece çok kısıtlı bir an içinde ölüm şeklinize karar vermek zorunda kalma psikolojisi bu. doğduğunuzdan o yana, sizinle birlikte olan yaşama içgüdünüzü kaybediyorsunuz bir anda.

    yapabileceğim en iyi şey, hayatta olmayan sevdiklerime 10 saniye içinde kavuşabileceğimi düşünmek olurdu herhalde. gözlerimi kapardım ve kendimi boşluğa bırakırdım.

    edit: doğrudan benim yazıma atfedilmiş olmasa da, yine de "amerikalılar ölünce duygu sömürüsü, ıraklılar ölünce bir şey yok" gibi düşünenlere birkaç şey söylemem gerek. çaresiz insanların ölümle yüzyüze gelmesi ile ölen insanların nüfus kağıdında yazan vatandaşlıkların bir ilgisi olduğunu düşünmüyorum. hala bu konuda bile nasıl rövanş edebiyatı yapılabileceğini aklım almıyor.