• metro marketin otoparkında sırf gölge diye arabasız bir şekilde bekleyen yaya bir adam. otoparkta yer yok, oraya park etmek için yanaştım. bekliyorum bir hareket. dat yaptım yok, dut yaptım yok, abicim biri mi gelecek park için dedim, yok gölge diye burda bekliyorum dedi. ne bekliyosun peki dedim, sanane dedi. burası otopark, sen oto değilsen buraya park edemezsin dedim, güvenliğe anlat dedi. ben bekledim o bekledi. park yerleri boşaldı bu adam ayrılmadı oradan. adam diyorum ama bence otomobildi o. yoksa ne bileyim yaa, koskoca bir araçlık park yerinde tek bir adamın ne işi olur?

    bodrum deyince ilk aklıma gelenin bu olması da üzdü beni bu arada. millet bir hamburgere bir lahmacuna verdiği paraları yazar, ben ezik gibi bir yayanın park ettiği yer için onca dakika beklediğimi yazıyorum.
  • (bkz: küçük istanbul)

    aynı mekanlar, aynı insanlar, aynı trafik.
  • hidrofor,jeneratör,elektrik panosu,kömür deposu,yakıt tanlı ve tavandan geçen 100 lük pimaş lar
  • bodrum deyince akla gelen, şehrin girişinde bulunan tabela üzerindeki dörtlük....

    merhaba!
    yokuş başına geldiğinde bodrum'u göreceksin.
    sanma ki sen, geldiğin gibi gideceksin.
    senden öncekiler de böyleydiler
    akıllarını hep bodrum'da bırakıp gittiler.

    halikarnas balıkçısı
  • dünkü yoğun yağış uyarısından sonra, bugün neredeyse boş olan plajlarda yürüyüş yaparken bodrum’a geldiğim ilk gün geldi aklıma.

    tek tük insanların olduğu boş şezlonglardan birine uzanarak bir bira açıp, seyyar hoparlörde retrotürk dinlerken yazmaya karar verdim.

    1986 yılının temmuz’u idi. hem okuyorum hem çalışıyorum. gazetede yeni işe başlamıştım. birinci sayfaya ve ekonomi sayfasına portreler çiziyor, hafta sonu eklerine cezmi ersöz’ün hikayelerini resimliyorum.

    fakülteden yeni çıkmaya başladığım bir kız vardı. bodrumlu. bodrum’a dönmüştü sömestr bitince. özledim. içim deli kaynıyor. haftada tek gün iznim var. bir gün daha izin alabilsem cuma gecesinden gidip pazar gecesi döneceğim. servis şefi izin vermiyor. yeni işe girdim diye. sinir oldum. cuma öğlen gibi rahmetli çetin emeç girdi odaya. herkes çeki düzen verdi kendine. adam gazetenin en tepesi. yanıma geldi, “cezmi’nin hikayesine çizdiğini çok beğendim, hafta sonu eklerine daha çok çizdireceğim sana” dedi. ağzım kulaklarımda. odadan çıkarken koştum arkasından, derdimi anlattım. elini omuzuma attı, “sen çizer adamsın duygusal olarak beslenmen lazım, git tabii” dedi. teşekkür ettim, oleeey diye servise girdim, şefe dilimi çıkardım. homurdanıyordu. hemen çıktım.

    varan’ın 302 otobüsüyle gitmiştim. son dakika bilet aldığım için en arkada 5’li koltukta pencere kenarında zıplaya zıplaya tepedeki hoparlörden tüm otobüs ortak müzik dinleyerek.

    sabah 9 gibi girdik bodrum otogara. indim, paçama yapışan veletler var; “pansiyon, pansiyon” diye çekistiren. bodrum’u hiç bilmem, uğraşmadan paçama yapışan veletlerden birinin peşine takıldım. veli bar’ın arka sokağında bir eve götürdü, bahçede tavuklar, keçiler var. şalvarlı bir kadın tahta sofrada yufka açıyordu. çocuk “anne bu abiyi getirdim” dedi. kadın unlu elleriyle tülbentini düzeltirken, “hoş geldin oğlum, kaç gece kalacan” dedi, bir dedim, sadece bir. odayı gösterdi, eski, yaylı somyalı bir divan. tuvalet ortak. duş koridorda. o da ortak. çantamı bıraktım. hemen fırladım. hadigari barın az ilerisinde bir küçük hediyelik eşya dükkanları varı arkadaşımın ailesinin. onu arıyorum. buldum, henüz açılmamış. kahvaltı edebileceğim yakın bir yere gittim. heyecandan nabzım 180 filan atıyordur kesin. habersiz gelmiştim, sürpriz olacaktı.

    dükkana gittiğimde annesiyle beraber sokağa da tezgah kuruyorlardı. merhaba dedim. şaşırdı görünce. sakince yanıma gelip elimi sıktı. ben koşa koşa birbirimize sarılacağız diye hayal etmiştim halbuki. anneme belli etme diye fısıldadı kulağıma.
    okuldan arkadaşım diye tanıştırdı annesine. sonra beni biraz gezdireceğini söyleyerek izin istedi, çıktık.

    pansiyon işini hallettiğimi söyleyince kızdı. bana sormadan niye yaptın diye. yıllarca kulağıma küpe olmuştur o ayrıntı.

    bodrum icinde kısa bir tur attık. o zaman bodrum’da her yöne en fazla 10 dakika yürüyüşte merkez biterdi. kale yanında, iskelede dolmuş gibi çalışan pancar motorlu bir kayığa bindirerek bardakçı koyuna götürdü beni.

    koy henüz boştu. hiç ev de yoktu orada. kocaman kare bir tahta iskelesi vardı, üzeri güneşlenen insanlarla dolu, geri kalan boş kumsaldı. zeki müren’i gördüm orada. tek başına oturuyordu. “her gün buraya gelir” dedi arkadaşım. elimi tutup kumsalın ıssız tarafına götürdü. el ele yürürken ağladığını gördüm. “ne oldu?” diye sordum. “sus” dedi parmağıyla.

    ne oluyor ya?

    ayakta sarıldık, uzun uzun öpüştük. öptükçe sicim sicim gözyaşı akıyordu. dudaklarımız gözyaşlarıyla ıslandı bir yandan. tuzlu ve tatlı öpüş. otur dedi sonra. kumsala oturduk. elim elinde, kucağına koymuş iki eliyle sımsıkı sıkıyor, bırakıyor, sıkıyor tekrar. başı eğik, kaldırdığında bana değil denize bakıyor.
    yaklaşık 20 dakika kadar elim elinde, gözyaşları ellerimizi de ıslatmış, konuşmadan oturduk. içimde bir sızı başladı.

    “ben okulu bırakıyorum” diyerek başladı konuşmaya. başı hala eğik, gözler bende değil. “ingiltere’ye gidiyorum.“ dedi. bunu derken ağlamaktan kızarmış gözlerle baktı.
    “neden?” dedim.
    “ailevi sebepler, anlatamam. sorma lütfen. benim kararım değil. bir daha geri döneceğimi de sanmıyorum. o yüzden beni bekleme, bugün burada öpüşerek bitirelim, öp beni” diye boynuma sarıldı.

    yaklaşık 2 saat oturduk. hiç konuşmadık bir daha. doya doya tuzlu ve tatlı öpüştük, sarıldık. dilim tutuldu. hiç bir şey diyemedim. derken ayağa kalktı, “annem söylenir şimdi, gitmeliyim” dedi. üzerindeki kumları silkeledi. gözlerini kuruladı, saçlarını düzeltti. ayakta sarıldı son kez, dudağıma yumuşacık tek bir buse koyup, “hoşçakal” dedi, döndü, hiç arkasına bakmadan uzaktaki pancar motorlu sandala binip gitti.

    motor o müthiş pata pata sesiyle gözden kaybolana kadar ardından baktım. sonra kumsala bıraktım kendimi. yığıldım daha doğrusu. ayaklarıma dalgalar değiyor ara sıra kıpırdamadan uzun süre gökyüzüne baktım. tek tük martı uçtu. onlar bile gitmişti. doğruldum, gözlüğümü çıkardım. şortumun cebindeki ıslanabilir her şeyi de çıkardım, kenara koydum. üstümü çıkarmadan kimsenin olmadığı yerde uzun uzun yüzdüm. hayatımda en uzun suda kaldığım süre odur.

    üzerim tuzlu ıslak çıktım. eşyalarımı aldım, şıp şıp damlayarak sandal’a gittim, bindim. kalkmasını beklerken zeki müren’le göz göze geldim. görmüş müdür ne olup bittiğini acaba diye düşünürken motor çalıştı titreterek, kalktı. paşa da beni izledi gözden kaybolana kadar, ya da bana öyle geldi.

    tuttuğum için zılgıt yediğim pansiyona gittim. kadın bahçede, ateşteki tencereyi karıştırıyordu. yemek saat 6’da, bahçede dedi. odaya çıktım. ıslak kıyafetimle duş aldım. sonra çıkardım onları, kimse yoktu. koridorda çırılçıplak duşun altında aşağıdan kapı sesi duyana kadar durdum.
    odama kaçtım hemen. çıplak uzandım. yatakta uyurlarken kurudum.

    kuru kıyafetlerimi giyip çıktım, pansiyoncu “yemek yemedin oğlum” dedi. elimle istemediğimi anlattım. saat 21’e geliyordu. barlar sokağına indim, veli barın önünde paşayı gördüm. zeki müren’i yani. sokaktan geçen hayranlarıyla o kibar ve müthiş türkçesiyle konuşuyordu. yine göz göze geldik. eliyle çağırdı. yanındaki küçük sehpanın diğer yanına oturdum. rakı içiyordu, “içer misiniz? ikramımdır, kabul buyurunuz lütfen” dedi. o insan kırılır mı? kabul ettim.
    benim rakım gelene kadar sokaktan geçenlerin selamını aldı. insanlar bana da bakıyor, bu kim diye. hem bir gurur, hem tarifsiz bir merak; paşa beni niye davet etti diye.

    rakım gelince paşa ilk davrandı kadehine, bana doğru o güzel gülümsemesiyle bakarak; “uzun zamandır bu kadar içten, bu kadar saygılı, bir o kadar duygu dolu sevda bitişi izlememiştim. sevdanıza genç beyefendim” dedi. nutkum tutuldu. dilim de. kem küm ettim, geveledim heyecandan. “heyecanınızı anlıyorum efendim, rahat olunuz. ayrılıklar da sevdaya dahildir, lütfen bunu unutmayınız” elim ayağıma dolanıyor, bir şey diyemiyorum heyecandan. bir dikişte bitirdim rakımı, teşekkür ederek iznini rica ettim. “müsaade sizin efendim, şeref duydum, lütfen çok içmeyiniz bu duygularınızla, iyi akşamlar diliyorum.”

    garip bir duyguydu. içim karmakarışık. hadigari bara girdim. yürümek istemiyordum. tıklım tıklım. o tarihteki bar 20m2 ya var ya yok. barmenin önünde boş bir tabure buldum. sıkış tepiş çıkıp oturdum o yüksek tabureye. etrafımdakilerin çoğu yabancı. türkçe konuşan yok pek. bir piña colada söyledim. o zamanlar pek gözde. ikinciden sonra bir de bira söyledim. paşanın çok içmeyiniz bu duygularla sözü kulağımda. chris de burgh’ün the lady in red şarkısı belki 5. kez çalıyor. yeni patlamış, her yer bunu çalıyor.

    derken bir el omuzuma dokundu. baktım kısa saçlı sarışın bir turist kız. “hello” dedi. kadehini kaldırdı. kaldırdım. bir şeyler söyledi. anlamadım. o tarihteki ingilizcem: “yes, no, it is a pencil” seviyesinden bile az. biraz fransızcam var o kadar. cevap veremiyorum. gülümsedim, anlamadım anlamında omuzlarımı silktim. güldü. konuşmaya devam ederken elini omuzuma attı. may neymis filan biliyorum. adını söyledi “jo”. ben de söyledim. doğru telaffuz edene kadar 10 kere filan söyledim. çok güldük. fransızca bilmiyor. barmenden peçete istedim. bir de kalem. çizerek semboller üzerinden gidiyoruz. hoşuna gitti. ben çiziyorum, o az da olsa çizerek cevap veriyor. vücut dilini de kullanıyoruz. derken yatak çizdi jo. gözüme baktı. ne çizeyim şimdi. baka kaldığımı görünce benim içkilerimi de ödeyerek elimden tuttu. çekiştirerek çıkardı bardan.
    hiç konuşmadan beni kendi pansiyonuna götürdü. seviştik sabaha kadar.
    gün ışırken uyandım, giyinirken o da uyandı. bir şeyler söyledi anlamadım. good bye diyerek dudağından öpüp gittim.

    yatmadığım pansiyonumdan çantamı alıp otogara gittim o pazar sabahı. varan’ın ilk otobüsüne bindim döndüm. bodrum anlamsızdı artık benim için.
    görsel
    görsel
    görsel

    edit:
    ben yazıyı post ederken “sev seni seveni, aşk nedir bileni, arama hiç boşuna, bırakıp da gideni” çalıyordu. gülümsedim. dalgalı ve rüzgarlı denize bakarak biramı yudumladım. önümden bir cüceye muhtemelen ınstagram için şuh videolar çektiren şahane vücutlu bir rus geçti. onları seyrettim. beklenen yağmur çiselemeye başlarken.
    edit 2:
    imla
  • hiç gitmediğim halde beyaz evler gelir
  • ünlüsünden ünsüzüne kadar, memleketteki bütün sonradan görmeler.
    zira, parayı sonradan bulmuş, yol yordam nedir bilmeyen bu cahil görgüsüzler; bodrum'da tatil yapmayı üst düzey bir mertebe zannederler. bunlara göre, bir müslümanın kabe'yi tavaf etmesi ne ise, bir zengininde bodrum'da tatil yapması odur. bu yüzden yaz gelir gelmez, etrafa caka satmak ve ne kadar paralı olduklarını dosta düşmana göstermek için soluğu bodrum'da alırlar ve yaradılışları gereği o andan itibaren de bodrum'un içine sıçmaya başlarlar.

    düzgün bir erkeğin "kadın" diye dönüp asla bakmayacağı, kıçı başı ayrı oynayan, tepeden tırnağa kadar basit, ucuz karılar ve bunların yanında erkeklikten nasibini almamış ve yaradılışları itibariyle de asla alamayacak olan ama önündeki 2 gr.lık ete güvenerek akılları sıra erkeklik taslayan, öyle davranmaya çabalayan ama çabaladıkça daha da beter olan erkek müsveddeleri.
    görgüsüzlükleri, cahillikleri, zavallılıkları paçalarından akar bunların.

    insan üzülsün mü kızsın mı bilemez, acımak'ta karar kılar.

    nerde sakinleri ve tatilcileriyle eski bodrum... nerde bu zavallı atıklar.

    ama, bodrum her zaman güzeldir o ayrı tabii... onun kıymetini bilen bilir. o yüzden, bu atıklara tahammül edilebildiği müddetçede tadına doyum olmaz.
  • bodrum’u bodrum yapan şey nem içermeyen tatli tatli esen havası ve koy koy girilecek mavi bayraklı denizleridir.

    geneli boyledir, bazi yerlerde ruzgar azalir dolayisiyla nem artar, (merkezi ve basık yerleri) bazi yerleri de asiri ruzgarlidir.

    o yuzden dağ taş ev oldu bodrumda. diğer tatil yörelerinden temel farkı bu.

    ayrica benim icin 25 senedir ikinci evimdir. cok severim
hesabın var mı? giriş yap