• ilkokul 3 yazı, evde ertesi yıl için alınmış okul çantama gerekli olabileceğini düşündüğüm ıvır zıvırı doldurup başlıyorum koridorda aşağı yukarı yürümeye.

    evet; falçata, çalar saat(?), el radyosu, dünya atlası, konserve açacağı, biley taşı, çakı, bir çakmak, evde bulunan eski bir dürbün ve bir de çarşaf aklıma gelen "muster list" bu.
    çanta hazırlanmış ama bir yere gidileceği yok, ağırlığının gerçekçi olduğunu düşünmek bile yeterince heyecan veriyor bana. bir yıl boyunca her fırsatta çanta bu şekilde dolduruluyor ve evde, mahallede, apartman demirlerinde, yan arsadaki dut ağacında sık sık denmeler yapılıyor.
    şimdi düşünüyorum da böyle zorlanarak doldurulduğu için atan dikişlerin üzerinden geçerek sağlamlaştırmak, daha sonra onlarca çantanın üzerinde yüzlerce metreye denk gelecek şekilde, sıkılıp-usanmadan dikiş dikebilmemin müsebbibi olsa gerek.

    aslında bana okul için alınan o uyduruk sırt çantasından ziyade aylar önceki yaş günümde halamın, benim için anlamı hakkında hiçbir fikri olmadan verdiği ilk isviçre çakım bütün bu hareketliliğin sebebi. hele ki çakının o muhteşem kırmızı plastik aksamının iki yüzündeki gri ve krem rengi parçaların birer kürdan ve cımbız olarak gövdede gizlice konumlandırılmış +2 fonksiyon olduğunu, geceleri yorganın altında el feneri eşliğinde kendisini haftalarca kurcaladıktan sonra bulmam yok mu? belki de bu hayattaki en muhteşem keşiftir kendi adıma...

    acısıyla, sıkıntısıyla derslerden ve öğretmenden nefret edilerek geçen upuzun bir ders yılı daha geride kalıyor. okuldan eve gelinen hemen her gün o kitaplar çıkarılıp, ertesi gün yapmadığım için okulda dayak yiyeceğim 22 maddelik ödev listesinin yazdığı defter uzak bir köşeye fırlatılıyor ve akşam anne-baba işten dönene kadar çanta gerekliler listemdekilerle doldurulup ev ve apartman içinde dolaşmaya çıkılıyor.

    bu sefer yaz tatilinde yine benim için çok anlamlı olan bir yere, akraba, eş-dost dışında hayatıma giren ilk karşı cinsin, yavru köpeklerin annesi geldiğinde onu orada yapayalnız bırakmayıp diğerleri gibi kaçmadığımda bana ilanı aşk eder gibi yaptığı büyülü sahil kasabasına, altınoluk'a gideceğiz. tabii ki bu tatil sırasında çantam da içinde olması gerekenlerle beraber yanımda olacak.

    teyzemlerin yazlığına yerleştiğimizin 3. akşamı, cinler-perilerle dolu olduğuna emin olunan zeytinliğe gidiyorum. o akşam koray başta olmak üzere sitedeki bütün piçler pelin'in çevresinde dört dönerek sahilde mutlu bir gece geçirirken ben yanlız başıma ağaçların arasındayım eve dönüş saati olan 24'e kadar, ama 2 yıl önceki köpek olayı ile kalbini fethettiğimi düşündüğüm pelin hayran kalıyor bana bir kere daha... yani bunun böyle olduğuna eminim ben o gece, ki mühim olan da bu zaten...

    ertesi gece; gelecek yıl öğreneceğim judo tekniklerini üzerinde denerken bir an tereddüt etmeyeceğim koray lavuğu mühim olanın bütün gece o zeytinlikte kalabilmek olduğunu, kendisinin ve kuzeninin köylerine gittiklerinde bunu hep yaptıklarını söylüyor, pelin de buna onay verince yapacak birşey kalmıyor tabi.
    tamam ben kalırım da, bu konuda evdekileri aşmak orada geçecek bir geceden daha büyük bir sorun teşkil ediyor önümde. anne ile yapılan umutsuz bir iki izin alma konuşmasından sonra bu işin kaçarak yapılacağı kesinleşiyor. battaniyeyi filmlerde gördüğüm gibi rulo yapıyorum ve 2 metre civarı bir don lastiği ile çantamın üst kısmına sabitlemeyi başarıyorum. akşam yemeği yenmiş ve ben sık sık yatak odasına koşup yatağın altına gizlediğim çantama göz atıp balkona geri dönüyorum. tüm site sakinleri yemeklerini yediler ve çocuklar kısa süre sonra deli sikmiş gibi toplaştıkları o arsada buluşup sahile inecekler. işte o sırada benim çantam olacak sırtımda.
    aslında mesele pelin değil, çünkü kış boyu çantamla yaptıklarım sırasında pelin öyle pek de fazla geçmiyor aklımdan, ama şimdi buradayım ve o yanıbaşımda. zaten yapmayı çok istediğim bir şeyi iki yönlü bir faydaya çevirmenin doğru bir hareket olacağını düşünüyorum sanırım.
    plajda yaktığımız ufacık ateşin başında geçen 1-2 saatten sonra, o büyülü ortamdan dağlara, 1000 metre uzaklıkta başka bir büyülü yere doğru yola çıkmanın vakti gelmiş...
    sağ elimle evdekilere farkettirmeden, çantayı balkondan bahçeye indirme aktivitem sırasında demire takılmış olan tişörtümün yırtık yeri ile oynayarak karanlığa yürüken, sonradan öğrendiğime göre koray lavuğu da aynı elini pelin'in omuzuna atmış o gece. tabi seneye bu zamanlarda benim göğsümde bir kesik izi, ama çok daha önemlisi o lavuğun da kırık 2 diş ve hayat boyu taşıyacağı yamuk bir buruna sahip olacağından haberi yok.

    anne babam karakola, jandarmaya haber vermiş, koray hemen ötmüş tabi, nereye ne şekilde gittiğimi okuyuvermiş anneme. aramışlar taramışlar ama bulamamışlar beni. ben de bulunduğum yerde aranıyor olduğumu farketmemiştim o gece. sabah ilk ışıklarla uyanıp eve dönüyorum, sitenin içine girdiğim an insanlar balkonlara çıkıp kınayan bakışlarla süzmeye başlıyorlar beni, kimisi azarlıyor, kimisi nerede olduğumu, kimisi de iyi olup olmadığımı soruyor. ulen bir ilgi oluşacağını biliyordum da beklediğim şey bu kadar boktan değildi. eve varıyorum ama bizimkiler evde değiller, beni aramaya devam ediyorlarmış haliyle...

    bundan sonra neler olduğu pek önemli değil, ta ki 3 gece sonra benim aslında tatil sonuna kadar sürmesi gereken cezam iyi halden bitirilip de sahile çocukların yanına indiğimde anlıyorum dünyanın kaç bucak olduğunu. herkesin selamının arasında bir selam var ki sormayın, pelin koray'ın dizine yatmış halde "naaber?" diyor bana. elim ayağım titriyor, dünya başıma yıkılıyor, oysa o köpeklerin annesi geldiğinde ben de herkes kadar korkmama rağmen kulübenin içine eğilmiş olan pelinin yanında kalmıştım, kalakalmamıştım, tercih ederek yapmıştım bu kalma işlemini. ama yıllar içinde çok net biçimde öğreneceğimiz üzere hesaplar bu şekilde tutulmuyor bu dünyada...

    o gece beni gaza getiren ya da yaptığıma engel olmak için zerre hamle yapmayan bu çocuklardan oluşan mahkeme tarafından yokluğumda yargılanıp, suçlu bulunduğumu anlıyorum. ben ortadan kaybolmuşken evde büyüklerinin fikirlerini duyup doğru belleyen bu arkadaşlar, yaptığımın çok düşüncesizce olduğunu, ya anne ve babama üzüntüden birşey olsaydı ne yapacağımı sorup duruyorlar bütün gece, en kötüsü bu düşünceyi savunanlardan biri de pelin...

    bir sayfa da böyle kapanırken, yeni öğretim yılı ile okul da açılıveriyor. öğretmene yalvarıyorum izcilik kolunda olayım diye, hadi olmadı itfaiye olsun, ama müzik kolu nedir lan!
    benim gibi adama yapılmaz, ben ki düdük çalarken bile bir beceriksizlik gösteririm. almıyor beni, izcilik kolunun bir üyesi olamıyorum o sene de, kim öğretti acaba öğretmen olacak bu kadına, gösterdiği bu davranış biçimini...

    ansiklopedilerden dağcılık ile ilgili olduğunu düşündüğüm herşeyi okuyup, her resime saatlerce bakıyorum. yıllar bu şekilde akar giderken, o dönem pek populer olan rus pazarlarında ordu malzemelerine yatırıyorum elime geçen her kuruşu. haftada 2 gün pazarda su-dondurma, ramazanda pide satıp yıllarca amacına yönelik kullanılma imkanı bulamayacak olan rus malı ilk çadırımı alıyorum ortaokul sonlarına doğru, aslında her gün gevrek (simit) satıp çok şey daha almaya niyetim var rus pazarından, ama buna izin vermiyor evdekiler...

    lise iki sonlarında, arkadaşların bilmem neredeki, olmayan yazlığına gideceğiz, anne babası da o sırada yazlıkta olacaklar şeklinde izinlerimizi alarak 4 arkadaş vuruyoruz kendimizi dağlara, o ne zig-zag'lar ama, o nasıl bir saatlerce yürüyüp de bir yere varamamak sormayın... nihayetinde 2. defa yıldızların altında kaldığımda arkadaşlarım da var yanımda ve içimde tarif edemediğim bir mutluluk...
    lise bitene kadar aynı yalanla 5-6 defa daha yapıyoruz bu aktiviteyi, yıllar sonra öğreniyorum ki aslında o arkadaşın yazlığına gitmediğime eminmiş anne-babam...

    sene 94, ben ilk defa üniversite kapısından içeri atıyorum adımımı, kayıt yapılırken bir bakıyorum ki kendilerine dağcı diyen havalı havalı arkadaşlar önünde dağcılık kulübünün adı yazan bir karton olan masanın üzerine, o sıralar pek çoğunun ne işe yaradığını anlamadığım bir takım malzemeler ile 2-3 parça kalın ve uzunca renkli ipi yaymışlar. çevrelerinde bir iki tur atıp da yanaşıp muhabbete başlayınca anlıyorum ki aralarından biri hariç, kalan güruh içinde pek de adam gibi adam yok. bu önyargım onlarla 2 haftasonu günübirlik yürüyüşe katıldığımda kesinleşiyor kafamda...
    10 yıl kadar sonra gidip seminer vereceklerim dışında, hayatımda bu iş ile ilgili bir kulüp-dernek falan da olmuyor bundan sonra.

    seneler geçmeye devam ederken ben hayli tecrübelenmişim, 20 yaşımdayken, ömrümün en az 365 gününü yıldızların altında geçirdim diyebilmeye başlamışım. kendim gibi kulüplerde tutunamayan 1-2 kalabalık sevmeyen arkadaşım daha var. onlarla gidiyoruz gidebildiğimiz kadar uzaklara ve yükseklere, kalabildiğimiz kadar çok kalıyoruz orada...

    bu bahsettiğim dostlardan biri ile kaz dağları üzerine konuşmaya başlıyoruz. oğlum diyorum ben oraları avucumun içi gibi bilirim, ilkokulda kamp yapardım ben o dağlarda.
    hazırlıklar tamamlanıyor, o günlerde çok gündemimizde olan birşeyi yapacağız hesaplarımıza göre. 4 gün boyunca yanımızda su ve yemek olmadan kamp yapıp tüm enerji ihtiyacımızı ormandan karşılayacağız.
    kampı kurduğumuz ilk gece, çamaşır makinası merdanesinden geçirip ezerek yassılaştırdığım köy ekmeğini çıkarıyorum çantanın en altından, yanında da 4 paket nescafe var. kamp arkadaşım durumdan biraz rahatsız, "bak başka şey yok ama değil mi?" diyor. evet gerçekten de başka gıda maddesi yok yanımda. o gece kısa samsun'larımızı yakmadan evvel, yarımşar ekmek kemirip yanında çam iğnesi kaynatarak berbat bir aroma verdiğimiz suda kahve yapıp zaman geçiriyoruz. ertesi sabah medeniyete dönmemize 3 gece kalmış halde gerçekten de yemeğimiz yok ve birşeyler bulmak zorundayız. 1 saatlik bir yürüyüş sonunda avcı bir dede ve torunu ile selamlaşıp yola devam ediyoruz.
    yerde kurumuş bir yarım incir görüyorum, evet bildiğim zehirli birşeye benzemiyor, ama bildiğim zehirsiz birşeye de benzemiyor bu incir. biraz koklayıp, çevredeki bitki örtüsünü değerlendirdikten sonra yemeye karar verip, bu yarısı koparılmış gibi duran kuru meyveyi ikiye bölüp, zararlı olma ihtimaline karşı basit bir güvenlik önlemi alarak 5 dakika ara ile, önce o sonra ben yiyoruz...

    1 saat civarı daha arandıktan sonra yeterli miktarda su ve yenebilir olduğuna emin olduğumuz bir miktar yeşillik ile kamp yerine dönerken dede ve torununu tekrar görüyoruz. dede yanına çağırıyor ve muhabbet başlıyor. aşağıda arı kovanları varmış bu dedenin, ava çıkmışlar torunu ile, hayvan izlerinden anlayıp anlamadığımızı soruyor. hemen büyük bir heves ve heyecanla bu konudaki bilgilerimizi dedeye aktarmaya başlıyoruz...
    yerdeki zeytin çekirdeğine benzer iki ucu sivrilmiş keçi pisliğini eline alıp, bakın bu geyiktir diyor, yuvarlak olanla karıştırmayın! sonra yürümeye devam ettikçe çevremizdeki hayvan alametlerinden bahsediyor. "buralarda mahlukat (ayı) boldur dikkat edin, silahsız gezmeyin" diye salık veriyor.
    az daha yürüyoruz ve yerden bizim incirlerden bir tane alıp "aha bu da mahlukat bokudur" diyor, ki muhabbetin sonrasını anlatmama pek lüzum yok...
    yıllar sonra döndüğüm altınoluk sırtlarında bir bok daha yemiş oluyorum...
  • tabiki riskleri vardır bütün kurallara uysan bile vucudunun sınırlarının zorlandıgı bir aktivitede insanın hata yapması mumkundur hata yapmasada kaza gecirebilir mesela karla kapanmis buzul catlagina basabilir, kornis basip ucuruma yuvarlanabilir, kar kulvarinda dusup kendini kazma ile durduramayabilir, tipi cikabilir veya sis basabilir ve bunlarin sonucunda kaybolabilir, hipotermiye (donma başlangıcı) girebilir ayı çıkabülür veya taş düşebilir.
    ama sonucta her sporun veya bedensel aktivitenin riskleri vardir. ayrica cok az insanın görebilecegi muhtesem yerleri görmek vucudunu sinirda kullanmak, kamp ve tirmanis geyikleri, yasananlar, zirvede hissedilen haz, onundekin takip ederken ve sadece yere bakıp sadece rüzgarı veya ayak seslerini dinlerken hissettiklerin muhteşemdir...
    kendini tanimak ve gezmek isteyenler siddetle önerilir.
    ayrıca bakınızda bakınız...
    (bkz: dagci)
    (bkz: zirve defteri)
  • dağ'da bir nokta olup kendim olma, kendimle buluşma hali.
    sevmeden ama çok sevmeden yapılamayacak,
    olmazsa olmazı güven olan,
    yaşadığımı/öleceğimi unutturmayan tutku.

    badin başta olmak üzre, tüm ekibe güven.
    attığın adıma, aldığın nefese, yediğin yemeğe, içtiğin suya güven.
    elin ayağın, canın ciğerin malzemene güven.
    misafiri olduğun dağa güven.
    ve elbette kendine güven.

    kendinden başkalarını düşünebilmek, hemde çook..
    paylaşmayı, birlik ve beraberliği öğrenmek.
    her mevsimde, her coğrafyada ayrı değerli ayrı güzel,
    an'larla/anılarla her daim amatör kalıp, tecrübe sahibi olabilmek.

    karın artık buz olduğu kaya bandında, ayakta bile duramazken hayata tutunmaya çalışmak.
    anneyi anmak özlemle.
    çaresizliği iliklerine kadar hissetmek.
    düşmeyi öğrenmek.
    sonra gücünün farkına varmak.
    tekrar ayağa kalkmak.
    şükretmek, teşekkür etmek tabiata.
    tanık olmak saf güzelliğine, heybetine.
    kıymet bilmek.
    saygıyla önünde eğilmek.

    adım adım adımlarken teslim olmak doğaya.
    onun izinde, onun izniyle yol almak..

    kimi zaman küçümseyerek sorulan "- dağlara yürüyerek mi çıkıyorsunuz?" sorusuna
    kısaca "- evet "diye sakince cevap verebilmek.
  • düşünmekten aciz bazı bireyleri rahatsız eden spor.
    öncelikle dağcılık dağa tırmanıp inmek değildir. dağcılık 'kamp ve yürüyüş' etkinliğini de içinde barındırır. bu etkinliklerin insanlarda hem fiziksel hem de psikolojik sağlık açısından olumlu etkileri vardır. yeni deneyimler insanı hayata bağlar ve zamanla dolu biri yapar.

    dağa çıkıyormuşsun da ne oluyormuş. orda duruyormuşsun, mal mıymışsın. sen spor yapmak adına götüne eşofmanını çekip yürüyüş yaptın mı hiç? ne oluyor ki yapınca? mal mısın? bir şeylerin spor, hareket adına, sağlıklı kalmak adına* yapıldığını kavrayabilecek durumda değil misin? üç yaşında mısın ki?
  • tribunlere oynanmayan tek spor dalidir.
  • dag tutkusu bir baskadir. geceleri cadir araligindan yildizlari izleyerek uykuya dalmak.. sabah arkadaslarinin sende suyun kaldirma kuvvetini uygulayarak aniden seher vaktinde uyandirilmak... pisen yemekten, yanan atesden, gecenin sessizliginden gucunu almak... kendini bir ruzgar gibi hissedersin dagda her seyinle daga sinmissindir. kamp atesi yakip sucuk ve kasar muhabbeti yapmak.. ictigin bir yudum sarabin bir sonra sana ne zaman gelecegini beklemek... dogada yok olmak ve herseyinle kendin olmak... sinirlarinin yettigince dagi yasamak.... bambaska bir tutkudur dag
  • "not only for me, but also, sooner or later for other mountaineers, the moment arrives when you think of nothing except the thrill of finding yourself alone on a mountain hanging on nothing enjoying the emptiness below. we think we're immortal, without any fear. but at a certain point this period comes to an end and we realize that it's time to change otherwise, sooner or later it'll be too late.
    in these moments it's difficult to remember to take a photo, we're too engrossed in our thoughts... we keep those images secret... and maybe it's right that we do."

    mauro bole

    kötü bir çeviriyle şöyle diyor yani:

    “sadece benim için değil, ama er yada geç bütün dağcıların başına, kendini bir dağda, tek başına sadece aşağıdaki boşluğun heyecanına kaptırmış olarak bulacağı bir an gelecek. ölümsüz olduğumuzu, hiçbir korkumuzun olmadığını düşünürüz. ama bir zaman gelir ve bu durum geçer, ve değişmemiz gerektiğini fark ederiz, aksi takdirde bunun için çok geç olacaktır.

    böyle anlarda bir fotoğraf çekmeyi hatırlamak güçtür, kendi düşüncelerimize o kadar dalmışızdır ki…o görüntüleri gizli tutarız…ve belki de bu yaptığımız daha doğrudur.”
  • cocukken yaptigim bir spor dali.

    habire boru hatti dosemek uzere acilan devasa iski lağım çukurlarında, belimizde ipler, sirtimizda canta, tam techizat, oooo komando komando naralariyla maceradan maceraya az dalmadik.

    oyle de ameleymisiz, simdi farkettim.
  • dagcilikla ilgili fikirleri, gazetelerde cikan olu dagci haberleriyle sinirli olanlarin anlamasinin imkansiz oldugu spor. dagcilik sirt cantasini takip yuzlerce metre yuruyup, kayalardan sektikten sonra eve geri donmek degildir. dag, kendi dengenizi kesfettiginiz ve vucudunuzu tanidiginiz yerdir. "buradan bir adim oteye gidemem" dediginiz yerden sonra 3 saat daha yurumektir. vucudunuzun sandiginizdan cok daha dayanikli oldugunu gorursunuz, yukariya cikana kadar "suanda dagda olmasam nerde olurdum?" dersiniz, sonra eve dondugunuzde, "dun bu saatte dagdaydim..." demeye baslarsiniz. en tepeye vardiginizda cantanizi cikarmadan donup yurudugunuz rotaya, astiginiz engele bakinca "buraya ben ciktim" dersiniz. dagdayken faaliyet plansizca uzar, 3 gun icin getirdiginiz yemegi 5 gune paylastirmak zorunda kalirsiniz, acliktan geberirsiniz, ayaklarinizin altini hissetmezsiniz, "bu son faaliyetti, tamam yeter artik" deyip faaliyeti tamamlayip sehre dondugunuzde muslugu gorursunuz, bi acarsiniz ki su akiyor... tuvalete gidersiniz, iner bi yemek yersiniz sonra gelip dagdaki fotograflara bakarsiniz.agriyan bacak kaslariniz, kayalara carpmaktan cizilimis/morarmis dizleriniz, kollariniz size haz verir. onlar hic acimaz. kayadayken ayak parmaklarinizla zar zor tutundugunuz o minik cikintidan size morarmis bir tirnak kalir, son anda elinizi atip dusmeden tutndugunuz kaya oyugundan size cizik parmak uclari kalir. ve siz bir daha cikmayacagim diye dondugunuz daga gitmek icin yine ilk hafta sonunu beklemeye baslarsiniz. gun yarilanmadan patlamayan afyonunuz saat 5te daga gitmek icin hazirdir. kahvalti icin ekmek almaya usendiginden her gun etimek yiyen bunyeniz karlara bata cika zirveye ulasmaya coktan adapte olmus, ilk hafta sonunu bekler. dagcilik iste bu yuzden tam olarak "aci cekme sanatidir."
  • doga sporlari icerisinde spor oldugunu en cok hissettiren, insanda bir sey basarma duygusunu en iyi tatmin eden spordur. insana hic bir sporda olmadigi kadar ozguven verir. saatlerce hatta gunlerce ugrastiktan ve binbir badire atlattiktan sonra hedefine ulasmak ve zirvede oturup etrafi seyretmek muhtesem bir duygudur (tabii zirvede tipi falan varsa bu zevk iskenceye donusur ama olsundur siz zirvedesinizdir).
hesabın var mı? giriş yap