• doğuştan gelen ya da sonradan edinilen kimi özelliklerinden ötürü belli bir kimlik grubuna dahil olan (ya da edilen) insanları ayırt edici kimi özelliklerinden hareketle küçümseyen ve neticede onların diğerlerinden daha aşağı ve hatta kötücül oldukları yönünde bir algı oluşmasına neden olan her türlü ifade, davranış ve süreçtir.

    dehümanizasyonun neden olduğu en vahim sonuç, dehümanize edilen insanların kendilerine yapılan kötü şeyleri hak ettikleri yönünde bir gerekçelendirmeyi yaygın hale getirerek ciddi boyutlardaki haksızlıklara karşı kitleleri körleştirmesidir.

    2010 yılı itibariyle internet üzerindeki sosyal ağlarda herhangi bir sorun görülmeden yoğun bir şekilde paylaşılmakta olan şu karikatür, dehümanizasyonun en tipik örneklerinden biri olarak değerlendirilebilir: http://i.imgur.com/hhnmw.jpg

    herhangi bir kimliği taşımakta olan insanlar hakkında aşağılayıcı ve ötekileştirici öğeler içeren bu gibi söz, yazı ya da ifadeler, onlara yöneltilen bir parça küçümseyici bakışlar, onlarla konuşulurken "siz"den "sen"e dönen hitaplar ve benzeri diğer küçümseyici ve hor gören tavırlar, bir süre sonra o insanlara yönelik olumsuz bir algıyı hakim kılar. bu gibi şeyler yaşanmaktayken farkında olmadan bu tekil gözlemleri biriktiren insanlar, bir noktadan sonra bu türden uygulamaları sorunlu görmek yerine, o kişilerin kendilerini birer sorun olarak algılamaya başlarlar.

    (bkz: sosyal psikoloji/@derinsular)
  • soykırıma giden süreçteki en kritik psikolojik aşama burasıdır ve aynı zamanda 7 aşamalı soykırım sürecinin dördüncü aşamasıdır. güç sahipleri ve destekçileri, hedefteki grubun “insan”lığını inkar ederler. hedef grubun üyeleri hayvanlara, parazitlere, böceklere benzetilir veya toplumun ahlaki değerleri bakımından aşağılık olarak kabul edilecek tanımlamalarla ya da hastalıklarla özdeşleştirilir. bu aşamanın kritik olmasının sebebi ise; güç sahipleri tarafından, destekçilerinin canavarlaşma hisleri ortaya çıkarılır ve hedef grubun korunması veya desteklenmesi güdüsünü taşıyan vicdanlı kişilerin de gözünün korkutulmasını sağlar, itiraz etmelerini engeller. bu aşama, büyük oranda kırılma noktasıdır. dehümanizasyon aşamasının tamamlanmasından sonra, doğal seyrinde, sürecin artık geri dönme ihtimali pek yoktur. çünkü; dehümanizasyonun en ürkütücü sonucu, dehümanize edilen grubun, kendilerine yapılan (sınıflandırma, simgeleme vs) ve ileride yapılması planlanan (soykırım) fiilleri, hak ettikleri yönündeki bir gerekçe artık genel kabul görür. bu kabullenme, haksızlıklara karşı diğer tüm grupları körleştirmekte, duyarsızlaştırmaktadır. yapılan haksızlıklar, vicdanlı insanlar tarafından dahi artık görülmez olur.
  • bir soykırım aşaması. hedefe alınan kitlenin, işinde ustalaşmış provakatörlerce katran karası bir propagandayla insanlıktan çıkarılarak canavarlaştırılması süreci. amaç, hedef kitlenin toplumun gözünde aşağılanıp, ötekileştirilip insan olarak algılanmamasını sağlamak. bu yolla, hedef kitlenin özgünlüğü buharlaştırılıp değersizleştirilir ve bireyleri ya devşirilir, yada, açıkça hedef haline getirilip dehümanize edildiklerinden, onları her an öldürülme ihtimali ile yüz yüze bırakır. dehümanizasyon, histerik bir ruh hali ile hedef kitleyi insanlıktan çıkardığından, ayrıca destekçilerine de daha kolay ve rahat bir şekilde suç işleme ve suça teşvik olma psikolojik alt yapısını sunar. daha kolay ve rahat saldırırlar, çünkü aslında saldıracakları kişi yada kişiler, insan değil, imha edilmesi gereken haşerelerdir.

    edit; çok tanıdık.
  • soykırımların sekiz aşamasından biri olan "insandışılaştırma" konusunda tarihimizden örnekler

    19134-1914 rum kaçırtması

    "ilk iş dahili tümörlerin [gayrimüslimlerin] temizlenmesi davası olunca milli dikkat izmir'e çevrilmişti." (kuşçubaşı eşref, 1913)

    hezimetle sonuçlanan balkan savaşlarından sonra iktidardaki ittihat ve terakki cemiyeti (itc) ‘dahili tümörler’ olarak görülen gayrimüslimleri ülkeden sürmeyi kararlaştırdığında ilk hedef ayvalık’taki 120 bin, çanakkale’deki 90 bin, izmir’deki 190 bin, urla ve çeşme’deki 130 bin rum’un kaçırtılmasıydı. ittihat ve terakki’nin yeraltı kolu teşkilat-ı mahsusa’nın liderlerinden kuşçubaşı eşref’in belirttiğine göre: “ege havalisindeki temizleme işini, ordu olarak pertev paşa’nın (demirhan) kumandasında olan dördüncü kolordu’nun erkânı harbiye reisi cafer tayyar bey (eğilmez), mülkî amir olarak izmir valisi rahmi bey, ittihat ve terakki fırkası namına da mes’ul murahhas mahmut celâl bey (bayar) ifa edeceklerdi. devletin bütün kuvvetleri, bu plânın tatbiki için harbiye nezareti’nin ve başkumandanlığın verdiği emirlere göre hareket edeceklerdi.”

    plan uyarınca kuşçubaşı eşref’in yönetimindeki çeteler rum köylerine baskınlar yapıyorlar, eli silah tutan rum gençleri, amele taburlarına sevk ediliyor, bunlar yol, orman ve yapı işlerinde çalıştırılıyorlardı. kaçışı hızlandırmak için ‘gavur’ izmir'in camilerinde hocalar gayrimüslimlerden mal alınmasını boykot için vaaz vermeye başlamışlardı. geceleri rum dükkânları renkli boyalarla işaretleniyor, yerli-yabancı tüm kurumlara rum çalışanları işten çıkarma emri veriliyordu. lafı uzatmayalım ekonomik boykot ve çete baskınlarıyla edremit, ayvalık, bergama, foça, menemen, karaburun ve izmir’in rumları kaçırtıldı. rum kaçırtmasının başındaki isimlerden, galip hoca namlı celal bayar, 1967’de yayımlanan hatıratında birinci dünya savaşı öncesi sadece izmir ve civarından 130.000 dolayında rum’un zorla yunanistan’a göç ettirilmiş olduğunu övünerek açıklamıştı.

    1915 ermeni soykırımı

    resimli tarih mecmuası’nın temmuz 1953 sayısında gazeteci salahattin güngör’ün ittihad ve terakki’nin umumi katibi mithat şükrü bleda ile yaptığı bir söyleşi vardır. bleda şöyle anlatır: “diyarbakır valisi doktor reşit bey, bir gün merkezi umumide beni ziyarete gelmişti. kendisine ciddi bir lisanla ‘siz’ dedim, ‘hekimsiniz ve bir hekim sıfatiyle can kurtarmakla vazifeli bir insansınız. nasıl oldu da bunca masumun sürü sürü yakalanıp ölümün kucağına atılmasına sebeb oldunuz?’ doktor reşid’in bana verdiği cevap şu oldu: ortada iki ihtimal var: ya ermeniler türk’ü temizleyecekler yahut da türkler tarafından temizlenecekler! bu iki ihtimalden birini tercih etmek zarureti karşısında uzun müddet tereddüt etmedim. türklüğüm hekimliğime galebe çaldı. onlar, bizi ortadan kaldıracaklarına, biz onları ortadan kaldırırız’ dedim. (…) biraz evvel, bana bir hekim olarak nasıl cana kıydığımı sormuştunuz. işte onun da cevabı: ermeni eşkıyası bu vatanın bünyesinde musallat olmuş birtakım zararlı mikroplardı. hekimin bir vazifesi de mikropları öldürmek değil midir? (…)’ doktor reşit gibi düşünenler o devirde eksik değildi.”

    yakın tarihe kadar kaç ermeni’nin tehcir edildiğini de bilmiyorduk. sayılar 2,5 milyon (ermeni patrikhanesi’ne göre) ile 413.067 (atase’ye göre) arasında değişiyordu. murat bardakçı’nın 2008 yılında yayımladığı talat paşa’nın evrak-ı metrukesi adlı kitapta 924.158 ermeni’nin tehcir edildiği yazılıydı. taner akçam, talat paşa’nın defterinde 18 vilayet ve kasabanın adının olduğunu, buna karşılık ermenilerinin sürgün edildiğini başka kaynaklardan bildiğimiz istanbul, edirne, aydın, kastamonu, suriye, antalya, biga, eskişehir, içel, kütahya, menteşe, çatalca ve urfa gibi merkezlerden sürülenleri de ekleyince 1 milyondan fazla kişinin tehcir edildiğini ileri sürdü. nitekim talat paşa’nın defterindeki listenin altındaki notta, sayıların yüzde 30 arttırılması gerektiği yazılı. böylece en az 1.2 milyon ermeni’nin tehcir edildiği ortaya çıkıyordu. 1983 yılında ‘resmî tarihçi’ kâmuran gürün “binaenaleyh hangi hesabı yaparsak yapalım türkiye ermenilerinin birinci cihan harbi içinde her türlü sebepten zaiyat (harp halinde bir toplum olduğu için bu tabiri kullanıyoruz) miktarı 300 bini geçmez,” diyerek ciddi bir iskonto yapmış ama ortada büyük bir katliam olduğunu inkâr edememişti.

    1918-1922 pontus soykırımı

    19 mayıs 1919’da 9. ordu müfettişi sıfatıyla samsun’a ayak basan mustafa kemal’in esas görevi, mütareke’yi tehlikeye düşüren bu çatışmaları önlemekti. bu dönemi kutsal isyan adlı romanında anlatan h. i. dinamo’ya göre mustafa kemal, havza’ya gelir gelmez bölgenin namlı kabadayılarından topal osman ağa ile görüşmüş ve “pontus belasından kurtulmayı topal osman’ın tecrübeli ellerine bırakmıştı”. topal osman da “siz hiç merak etmeyin paşam. bu pontus rumlarına öyle bir tütsü vereceğim ki, hepsi mağaralarda eşek arısı gibi boğulacak” demişti. falih rıfkı’ya göre topal osman basılan her türk evine karşı üç rum evini basmak, mezarını kendine kazdırıp diri diri adam gömmek, vapur kazanlarında kömür yerine canlı adam yakmak gibi zulüm ve işkencelerle bölgeyi rumlardan tamamen temizlemişti. yunan kaynaklarına göre 1914-1923 arasında 300 bin pontuslu rum hayatını kaybetti. stefanos yerasimos’un hesaplamalarına göre 1916-1923 arasındaki rum kaybı 65-70 bin arasındaydı. genelkurmay rakamlarına göre aynı dönemde rum çeteciler tarafından öldürülen türk sayısı ise 1.817’di.

    1916 kürt tehciri

    “köylülerimiz çoğunlukla kürd kavmine mensup cahil ve aşiret ahlakıyla davranır (...) kürdler vatan ve millet hissinden tümüyle mahrumdur. kürd köylüsü genel bütçeye katkının şerefini bilmediği için vergi vermek istemez. vatanı köy ya da aşiretten ibaret sandığı için askerlikten kaçar (...) bu hastalık, uygun sosyal tedavi yöntemleriyle iyileştirilebilir.”

    ittihat ve terakki cemiyeti’nin (itc) kürd politikasını itc’nin ideoloğu sosyolog ziya gökalp diyarbakır’da yayımlanan peyman gazetesine kürd aşiretleri hakkında makalesinden böyle yazmıştı. ziya gökalp kürdlerin sosyolojik durumunu ‘hastalık’ olarak tarif etmişti ama kendi ifadesine göre kürdleri ‘cerrahi bir operasyon ile milli bünyeden kesip atmak mümkün olmadığı için’, ‘temsil ve isticnas (asimilasyon ve benzetme) yoluyla’ bu ‘evram-ı habise (zararlı urları) bir münasip tedavi tatbikiyle zehirden ve vehametten (tehlikeden) tecrid ederek (soyutlayarak) evram-ı selime (iyi huylu ura) haline getirmek’ yoluna gitmek lazımdı.ziya gökalp’in bulduğu ‘sosyal tedavi usulleri’ arasında kürdlerin göç yollarının tespit edilip bunların zamanla daraltılması, mahkeme üyelerinin bölge halkından seçilmesi, arazi sahiplerinin memuriyete alınmaması, mahkemelerde (kürdler türkçe konuşmak zorunda kalsın diye) davalıların bizzat hazır bulunmasının mecbur kılınması, kürdleri eğitmek için köy okullarının kurulması vardı. ancak bu düşüncelerin ‘kuvveden fiile geçirilmesi’ ancak itc’nin iktidara tamamiyle el koymasını sağlayan 23 ocak 1913’teki babıâli baskını’ndan sonra oldu. 1916’da rus ordularının doğu vilayetlerini işgal etmesini bahane ederek bölgedeki kürd nüfus batı bölgelerine %5’i geçmeyecek oranlarda dağıtıldı.

    1930 ağrı isyanı

    ağrı isyanı sırasında harekâtı izleyen cumhuriyet yazarı yusuf mazhar, 16-20 ağustos 1930 tarihli cumhuriyet gazetelerinde tefrika edilen “ararat eteklerinde” başlıklı yazı dizisinde kürtler hakkında şöyle yazıyordu:

    “bunların alelade hayvanlar gibi basit sevk-i tabiilerle işleyen his ve dimağlarının tezahürleri, ne kadar kaba hatta abdalca düşündüklerini gösteriyor… çiğ eti biraz bulgurla karıştırıp öylece yiyen bu adamların afrika vahşilerinden ve yamyamlardan hiç farkı yoktur.”

    “bunlar -tarihin şehadeti ile sabittir ki- amerika’nın kırmızı derililerinden fazla kabiliyetli oldukları halde ziyadesiyle hunhar ve gaddardırlar… dessas (hileci) ve bediî hislerden (güzel duygulardan), medeni temayüllerden tamamiyle mahrumdurlar. bunlar asırlardan beri ırkımızın başına bela kesilmiştirler.”

    “bunlar ayrıkotu gibi sardıkları toprakta intişar eder (yayılır) fakat bastıkları yere zarar verir mahluklardır. birçok yerlere hastalık sirayet eder gibi sonradan yerleşmiş ve asli ahalisini -aşiret teşkilatındaki kuvvet sayesinde – körletmişlerdir.”

    dolayısıyla yusuf mazhar’ın çizdiği şu tablo gayet haklı, meşru görünmüştü muhakkak okuyuculara:

    “ağrı dağı tepelerinde kovuklara iltica eden 1500 kadar şaki kalmıştır. tayyarelerimiz şakiler üzerine çok şiddetli bombardıman ediyorlar. ağrı dağı daimi olarak infilak ve ateş içinde inlemektedir. türkün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. eşkıyaya iltica eden köyler tamamen yakılmaktadır. zilan harekâtında imha edilenlerin sayısı 15.000 kadardır. zilan deresi ağzına kadar ceset dolmuştur… bu hafta içinde ağrı dağı tenkil harekâtına başlanacaktır. kumandan salih paşa bizzat ağrı’da tarama harekatına başlayacaktır. bundan kurtulma imkânı tasavvur edilemez.”

    1934 trakya pogromu

    nihal atsız, 1933 sonlarında milli türk talebe birliği (mttb) ile birlikte çanakkale’ye yaptığı bir geziden edindiği izlenimlerini mttb’nin yayın organı birlik’te şöyle anlatır:

    “şehirde ne kadar çok yahudi, ne kadar çok çingene, ne kadar da rum bozuntusu var!.. buradaki yahudi de her yerde tanıdığımız yahudi’dir. sinsi, küstah, zelil, korkak, fakat fırsat düşkünü yahudi; yahudi mahallesi her yerde olduğu gibi burada da çığırtkanlığın, gürültünün ve levsin (pislik, mundarlık) merkezi. çarşıdaki dükkânların levhalarını okuyoruz. onda dokuzu bizi sinirlendiren nankör ve kahpe milletin isimlerini taşıyor. kuvvetli olduğumuz zaman karşımızda köpekçe yaltaklanan, bozgun çağlarımızda küstahlaşıp düşmanlarımızla birleşen tarihin bu hain ve piç milletini artık aramızda yurttaş olarak görmek istemiyoruz...”

    atsız, 1934 yılının mart ayında orhun dergisinde yayımlanan “komünist, yahudi ve dalkavuk” başlıklı yazısında şöyle der: "imanla bir kere daha düsündük ki: türk topraklarında yaşamak hakkı yalnız türk’ün olmalıdır. türlü türlü millet adları taşıyan bu soysuzları artık aramızda istemiyoruz. türk bünyesini mikroptan temizleyecek en güzel tedavi usulü: katliâm!”

    neyse ki sonuç katliam olmadı ama trakya yahudilerinin bulgaristan'a ve istanbul'a kaçmasına, giderek bu ülkeden ümitlerini kesmelerine neden oldu. yağma ve yok pahasına satışla elden çıkardıkları mal ve mülkleri de "özbeöz türk sermayedarına" can suyu oldu.

    1937-1938 dersim tertelesi

    mülkiye müfettişi hamdi bey, şubat 1926’da hükümete sunduğu raporda şöyle demişti: “dersim, cumhuriyet hükümeti için bir çıbanbaşıdır. bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti için mutlaka lazımdır.”

    “dersimlileri türk sananlar var… ben de onları hiçbir zaman türk saymıyorum. türkte bedevilik, iptidailik, vahşet, merhametsizlik ve kan içicilik seciye halinde mevcut olamaz. bunlar-benim kanaatimce- tarihin pek eski zamanlarından beri sarp dağlarda tanınan ve el değdirmediği için mümkarız (bitmiş, tükenmiş) olmayan hususi bir ırktandır.” (yusuf mazhar aren, haber, 29 haziran1937)

    sonucu dönemin malatya emniyet müdürü, sabık dışişleri bakanı ihsan sabri çağlayangil’in 1987 yılında kemal kılıçdaroğlu’na verdiği mülakattan öğrenelim:

    “dersim’i de yurdun öbür parçaları gibi hükümetin otoritesinin cari olduğu ve hükümetin üstünde tek bir otoritenin bulunmadığı yer yapmakta kararlı olduğunu, ağaların lafına kapılmamasını, meseleyi tekrar tezekkür etmelerini söyledi. bunlar kabul etmediler. sonra biz geri döndük. yani meclise. neticeyi söylüyorum. bunlar kabul etmediler. mağaralara iltica etmişlerdi. ordu zehirli gaz kullandı. mağaraların kapısının içinden. bunları fare gibi zehirledi. yediden yetmişe o dersim kürtlerini kestiler. kanlı bir hareket oldu. dersim davası da bitti. hükümet otoritesi de köye ve dersim’e girdi. dersim böyle bitti."

    1942 varlık vergisi faciası

    “hececi” şairlerimizden orhan seyfi orhon’un 24 eylül 1942 tarihli akbaba’daki yazısından:

    “kelle istiyorum! ben ki bir tavuk bile kesilirken bakamam; karıncaları, sinekleri öldüremem, kelle istiyorum. yumruklarım sıkılmış, dişlerim kısılmış, at meydanında kazan kaldıran yeniçeriden daha hiddetli bir sesle kelle istiyorum, vurguncunun kellesini!

    onun, mülevves kafasının bir çürük kavun gibi önümde yuvarlandığını görsem ferahlıyacağım.

    onun, iğrenç vücudunun boş bir çuval gibi karşımda süründüğünü görsem rahatlıyacağım. böyle, dünyayı sarmış bir ölüm kalım mücadelesi içinde ben, vurguncuya karşı merhamet tanımam, şefkat tamam, adalet tanımam, kanun, nizam, usul, hiçbir şey tanımam! bence onun cezası, para değil, hapis değil, dükkân kapamak değil, neyif değil; müsadere, yağma, falaka, işkence, zindan veya ölüm olmalı!
    (…)

    öyleyse siz de benimle beraber olun! gelin, yakalanıp cezasını çekecek vurguncunun arkasından- eski devirlerde olduğu gibi- gülbank çekelim:

    -vur vuranın, kır kıranın, destursuz bağa girenin, kara borsa fiyatına mal sürenin, el altından iş görenin, memlekete zarar verenin hali budur, hey!”

    yeni sabah yazarlarından aka gündüz (eski teşkilat-ı mahsusacı enis avni) 13 kasım 1942 tarihli yeni sabah’taki “reyler ittifakla verildi” başlıklı yazısında, memleketin yedi bölgesini dolaştığını, yarenlikler çerçevesinde yaptığı gizli ve açık ankette vatandaşlara ‘vurguncu hakkında ne düşünüyorsun?’ diye sorduğunu anlattıktan sonra aldığı cevapları paylaşıyordu:

    “mütalaalar, fikirler tümen tümendi: asmalı. kesmeli. kuşbaşı doğramalı. kıymasını iki çekmeli. gırtlağına erimiş kurşun akıtmalı. malını mülkünü millet hazinesine almalı. bir çınarın altına kazık çakmalı, sağ bacağını bu kazığa, sol bacağını da çekip yere indirilen çınar dalına bağlamalı, sonra dalı birdenbire bırakarak gövdesini eşek pastırması gibi ikiye ayırmalı. işkembesine zift doldurup güneşe asmalı. iki gözünü oyup bir avucuna vermeli. kırk katırın kuyruklarına bağladıktan sonra kırkına birden kırbaç atmalı. harbin sonuna kadar her gün yedi yerinden cımbızlayıp koparmalı. temmuz ortasında çırılçıplak edip çöplükteki sineklere peşkeş çekmeli. vesaire, vesaire... bu kanunun mucip sebepleri de bir noktada toplanıyordu. sekiz milyonun selameti için bin sekiz yüz kişi feda edilebilir. bu kanun ve bin sekiz yüz üzerinde reyler ittifakla verildi.”

    sonuç: varlık vergisi’nin yüzde 70’i istanbul’daki mükelleflere tahakkuk ettirildi. bunların da yüzde 87’si gayrimüslimdi. gayrimüslimler arasında da ermenilerin vergisi en yüksek orandaydı. bu yüksek vergileri ödeme süresi 20 ocak 1943 günü bitecek, ertesi gün hacizler başlayacaktı. haraç mezat satılan mallarının bedeli vergilerini karşılamayan bini aşkın mükellef eskişehir’in sivrihisar ve erzurum’un aşkale ilçesi’ndeki çalışma kamplarına gönderildiler. aşkale’ye gönderilen mükelleflerden 21’i (bir kaynağa göre 25’i) kötü hayat koşulları ve yetersiz tıbbi bakım yüzünden kampta hayatını kaybetti. sağ kalmayı başaranlar ise ancak 17 aralık 1943’te evlerine dönebildiler.

    1933-1945 nazi almanyası

    nazi vizyonunda, yahudiler, çingeneler, engelliler, lgbti’ler, medeniyetin farazi düşmanları asalak organizmalar (sülükler, bitler, bakteriler veya bulaşma vektörleri) olarak temsil edildi. yahudiler "taklitçiler", "intihalciler" ve "yerli gelişim için hiçbir yeteneğe, ruhun organik şekline ve dolayısıyla ırksal şekle sahip olmayan" "nihilistler"di. yahudiler her zaman bencil, maddi, yüzeysel ve şehvet düşkünü çıkarları tarafından yönlendirildiğini söyler.

    nazi ideologlardan rosenberg yahudileri asalak olarak nitelendirirken “çuval yengeci” örneğini veriyordu. çuval yengeci, cep yengecinin arka tarafını deler, yavaş yavaş ikincisine doğru büyür ve son yaşam gücünü emerdi.

    hitler 1943'te "bugün uluslararası yahudilik, tıpkı antik çağda olduğu gibi, halkların ve devletlerin ayrışma mayasıdır. halklar virüsten kurtulma gücü bulmadıkça da bu şekilde kalacaktır," dedikten sonra hem ölüm kampları hem paramiliter ölüm mangaları, nazilerin ölümcül bir veba olarak algıladığı şeyi yoketmeye çalışıyorlardı.

    etki-tepki

    nihai çözüm'ün mimarları, ölümcül ırk hijyeni programlarını uygulamakla meşgulken, rus-yahudi şair ve romancı ilya ehrenburg, stalin'in kızıl ordusu'na dağıtılmak üzere propaganda broşürleri yazıyordu. bu broşürde "almanya'nın hayvan nefesinin kokusundan" bahsediyordu ve almanları "savaş tekniğinde ustalaşmış iki ayaklı hayvanlar", “yok edilmesi gereken adamlar” olarak tanımlıyorlardı. ehrenburg, "almanlar insan değil," diye yazdı, "bir alman'ı öldürürseniz, diğerini de öldürün -bizim için bir yığın alman cesedinden daha eğlenceli bir şey olamaz."

    1970-1980'ler türkiyesi

    "sağ-sol", "sünni-alevi", "türk-kürt" çatışması diye kodlanan her olayda solcu, alevi, kürt olan "ahlaktan yoksun, karısını kızını başkasıyla paylaşan, kestiği et, pişirdiği yemek yenmeyen, cenabet, kafir, gavur, köksüz..." bir dizi terimle karalandı.

    1975-1979 kamboçya

    kızıl kmerler için düşmanlar, "bağırsakları içeriden kemiren yaratıklardı”, “solucanlardı" "ayıklandıklarında" "kayıp olmadıkları" gibi "idrarla dolu mesaneden başka bir şey getirmeyen" "parazitler" idiler. tam 2 milyon kişi “ölüm tarlalarında” katledildi.

    1994 ruanda

    "aşırı uç" hutular tarafından “hamamböcekleri” olarak etiketlenen yaklaşık 800 bin tutsi ve ılımlı hutu 100 gün boyunca, batılı ülkelerin gözleri önünde parası varsa mermiyle, yoksa palalarla katledildi, kadınlara tecavüz edildi.

    günümüz türkiyesi

    pkk veya ypg ölülerine “leşler” denmesi artık bir gelenek haline geldi.

    suriyeliler, afganistanlılar, yahudiler, lgbti bireyler için söylenenleri saymayacağım, çok sık duyduğumuz "çok seviyorsan evinde besle" sözü bile "insandışılaştırma" örneği.

    12 aralık 2022’de mhp genel başkan yardımcı semih yalçın “hdp/pkk kamilen itlafı (toptan öldürülmesi) gereken bir siyasi haşere sürüsüdür” dedi.

    16 aralık 2002’de mhp genel başkanı devlet bahçeli “zehirli haşeratla mücadele milli haysiyete muhteşem hizmettir. bölücülükle mücadele istiklalimize onur verici destektir. artık seçenek kalmamıştır: ya terörizm ya temizlik ya bölücülük ya da huzur. her siyasi parti tarafını ve tercihini yapmalıdır” diye ekledi.

    27 şubat 2023 günü rizespor başkanı ibrahim turgut, maçlarda “istifa” diye bağıran fenerbahçe ve beşiktaş taraftarlarını “lağım fareleri” diye nitelemesi son örnekti.

    tarihsel tecrübe, bize bu dile karşı uyanık olmamız gerektiğini söylüyor. ille de soykırım olması gerekmez, bireysel veya toplu saldırı, linç, yağma, kundaklama, etnik temizlik... hepsinde "insandışılaştırma" önemli bir merhaleye işaret ediyor...
  • sözlüğün çoğunluğunun her gün yaptığı
  • iktidarı elinde tutan egemen kültürün yaptığı sömürgecilik faaliyetlerini akla uydurmak için kullandığı, genellikle kültürel açıdan uygulanan yöntem. türkçede kelime olarak bir karşılığı yok ama çevirmek istersek gayrı insanîleştirmek diyebiliriz.

    dehümanizasyon faaliyetlerinin hepsinin temel amacı şudur:

    "muhatabımız şu şu şu sebeplerden ötürü bizce insan değildir, alt kültüre mensuptur. onu medenileştirmek ve özgür insanın etine batan dişlerini sökmek, en azından köreltmek için onlara yaptığımız her şey meşrudur. söz gelimi, bazı afrikalılar kendi kabile üyelerini yerler ve bu yüzden vahşi yaratıklardır. onları öldürmemizdeki asıl arzumuz onlardan ve topraklarından çıkar elde etmek değil, bu vahşilere haddini bildirmek ve medeniyet yoluna sevk etmektir."

    amerikan filmlerini bir düşünün. bu filmlerde ıraklı teröristler (?) sürü halinde dolaşan, hiçbir vicdan emaresi göstermeyen, çatışmada arkadaşının kaybına hiçbir duygusal tepki göstermeyip adeta bir npc gibi ateş etmeye devam eden, masum sivilleri katlederken bundan sapıkça bir haz alan insanlardır. bunun aksine amerikan askerlerinin özel hayatlarına, aile ilişkilerine, duygusal yönlerine çokça şahit oluruz.

    bu, arka planda şunu demektir:

    "bakın, size benzeyen, duyguları olan, belki bazen espri yapan, yani insan nitelikleri gösteren bir grup, size hiç benzemeyen, her yönüyle çağ dışı bir düşmana karşı mücadele ediyor. bu grup sizin için savaşıyor. eğer bu cana yakın fedakar askerler olmasa bu sosyopat tipler bir gün sizin mahallenizde de bomba patlatabilir. bu açıdan bakınca biz ahlaki bir mücadele vermekteyiz."

    dehümanizasyon bunu yapmakla kalmaz; bir yandan mağdura yabancılaşırken bir yandan da faile sempati duyarsınız. yani bir taşla iki kuş vurur. kendisine tepki gösterebilecek insanları öyle bir kontrol altına alır ki o insanlar bir süreden sonra ona tepki vermek bir yana dursun, onu destekler.

    bugünlerde filistin - israil meselesinde israil'in ve dolayısıyla batı'nın yanında saf tutan türkiye vatandaşlarının zihin yapısı bir de bu açıdan değerlendirilmeli.
hesabın var mı? giriş yap