• pazartesi sendromu yaşanmıştır. dinozorların üzerinde bi ağırlık varmış böyle. bi yorgunluk. "şimdi sabah sabah kim çıkıp avlanıcak amına koyim yaa" diyenler falan...
  • bu kitapta anlatılan şöyle bir olay var.
    başka bir yerden alıntıdır belki, bilmiyorum.

    şöyle bişeydi aklımda kaldığı kadarıyla:
    3 çeşit insan varmış.
    birinci grup kutsal kitabı okumayan ama inanalar.
    ikinci grup okuyup bişey anlamayan ama yine de inananlar.
    üçüncü grup ise, okuyup bişeyler anlayan ve "neden" sorusunu sorabilenler.

    kitap der ki: bu üçüncü grup mensupları, birinci ve ikinci grup ile tartışmamalı. zira birinci ve ikinci gruptakiler onu anlayamazlar ve bu tartışmadan kötü etkilenirler, zarar görürler.

    yani bir metinle karşılaşıyorsun ve bunu anlamak gibi bir eğilim oluşmuyor. daha genel düşünüyorum ben bunu. yani aslında etrafımızda gördüğümüz her şey farklı dillerde yazılmış metinler değil mi? bakıyoruz. görüyoruz. ama okumak, anlamak istemiyoruz.

    çünkü anlarsak, hayranlığımız bu anlama faaliyetinin bir uzantısı olacak. yani koşullandırılmış olacak. bu durumun duyduğumuz hayranlığın kalitesini düşüreceğini zannediyoruz.

    yani hiçbir mantık ve gerekçe olmaksızın yaşattığımız sevginin daha saf, daha asil ve daha doğru olacağını zannediyoruz. bu sevgiyi bir anlamlandırma çabasının sonucuna indirgemeyi kendimize ve hayranlık duyduğumuz kutsala yakıştıramıyoruz.

    bir genç kızı o kadar çok seviyorsun, o kadar çok hayransın ki; ona olan hayranlığın herhangibir akıl yürütme faaliyetinden etkilenemez. yani karşındaki metni (şiir gibi kız, öyle düşün) okumak, anlamak gibi bir eğilimin yok. hatta bilinçli olarak bundan kaçınıyosun. gerçek sevginin akıldan uzak bir duygu olduğunu düşünüyorsun. sevdiğin bu kız o kadar güzel, o kadar iyi ki; onu okumana, anlamana gerek yok sevebilmek için.

    işte tam bu noktada bu kız "eee peki en sevdiğim yemek ne?" diye sorabilir.
    cevabı bilmiyorsun.
    çünkü okumadın.
    çünkü anlamak kaygısı ile bakmadın ona bir saniye için bile olsa.
    her bakışın, hayranlığının bir ifadesiydi sadece.

    ve işte bu sorunun cevabını bilmediğin için.
    "demek beni sevmiyosun" sonucuna varır hemen kız.

    hem aşırı hayransın, hem de hiç tanımıyosun. hiç düşünmemişsin.

    yani bu genç senin sevgini samimi bulmaz. doğum gününü unut, aslında sevmediğini anlar.

    (bkz: gerekçelendirmek)
    (bkz: gerekçelendirilmemiş hayranlık)

    anlama faaliyetinin bir uzantısı olmayan, koşullandırılmamış hayranlığı yüceltme eğilimimizin nedeni gerekçelendirmek faaliyetinin gerektirdiği düşünsel yükü kaldıramıyor oluşumuz olabilir mi? yani "sevgi" kavramını böyle mitsel bir formda tanımlamamız, işin kolayına kaçmak olmuyor mu biraz? "aşk evliliği mi mantık evliliği mi" geyiğindeki aşk taraftarlarının "mantık" kelimesine karşı geliştirmiş oldukları yüz ekşitme haketidir beni şüphelendiren.
  • beyazıt akman romanı.

    kitabı ortadan bölüp ilk yarısını atsak güzel bir roman olacak. ilk yarı cüneyt arkın filminden farksız. üç tane iyi özellik var dünyada: müslümanlık, türklük, osmanlılık. bu üçüne de sahip bireyler çok iyi; ikisine sahip olanlar iyi; sadece birine sahip olanlar eh işte; üçünden de uzaksan kayıtsız şartsız kötüsün. diğer devletler, krallıklar, krallar felan hep kötü. peki neden kötü? bunun analizini yapmalısın. bu analiz yok. kötüler, çünkü kadınlara tecavüz edip puaaahahahhahah diye gülüyolar. müslümanlarda ise hiç kötülük yok, hepsi melek. ayrıca şöyle de bir mantık empoze ediliyor. osmanlının genişleme hevesi ve eğilimi yok aslında. diğer devletler osmanlıyı taciz ediyo. osmanlı da onlara dalıyo. eee kazanınca toprak kazanması kaçınılmaz oluyo. istemeden büyüyor yani osmanlı devleti. var mı böyle bi mantık hocam. biraz ciddi olalım. bu hıristiyanlar zaten hep kötü, bunlar kendi içlerinde bile anlaşamıyolar. mesela bektaşiler ile bektaşi olmayanlar çok iyi geçinirler ama katolik ve ortadokslar birbirlerini bir kaşık suda boğarlar. tabi bir roman taraflı da olabilir, olur. ama bu kadar olmasın. göze batıyo. bir övgüde abartıya kaçıldığı an, övgü etkisi yok oluyor. ilk yarıda konu da havada. meryem ile iskender ilişkisinde birşey anlatılmıyor. "roma kötüdür" diye bi cümle kurulsa zaten anlaşılır tüm o anlatılanlar. mehmet ile ilgili anlatılanlar da şundan ibaret "mehmet iyi yetiştirildi".

    fakat kitabın tam ortasında pis bakışlı şeyhülislam karakteri ile tanışıyoruz ve ilk defa bir müslümanın da birazcik kötü olabileceğine dair ufacık bir şüphe doğuyor içimizde. kitabın ikinci yarısı daha dengeli. nilüfer mevzuları da meryem mevzularına göre çok daha dolu. daha anlamlı. antropolojik gözlemler yapıyor adam. kendi kültürü ile karşılaştırıyor. zevkli yani. savaş sahneleri de iyi. daha sürükleyici. kendi tarihimizi övelim göklere çıkartalım kaygısı da biraz azalmış ikinci yarıda.

    bu arada genç adamın chicago institue of art'ta son notlarını bitirmesi, sonra müze görevlisinin genç adama "excuse me sir but museum is closing in fifteen minutes" demesi felan......... yani söylemiyim diyorum ama.........

    gerenk yok bunlara. tarihi romanlarda böyle şeyler yapma modası var ama geçmiş ile gelecek arasında önemli bağlantılar olduğu zaman bu anlamlı oluyo. yok notlarını toparladı, müzeden çıktı felan....

    eeee...?

    ayrıca 291.sayfa 56. bölümün ilk paragrafı niye öyle? başka yerlerde de var bu dar yazı biçimi.
  • bütün olarak gayet güzeldi de, osmanlı'nın ırk imparatorluğu olmadığını anlatmak için yapılan vurgular çok gereksizdi. bi' de bellini ile sinan bey arasındaki perspektif/minyatür tartışması neydi öyle ya hu?
  • beyazıt akman'ın iddialı romanı.

    tanıtım bülteninden:
    "osmanoğulları'nın öyküsü hiç böyle anlatılmadı"

    on beşinci yüzyılda, 19 yaşındaki genç sultan, bütün dünyanın kaderini değiştirmek üzereydi…
    doğu roma’nın merkezi konstantinopol’den kaçırılan alexander, yaşayabilmek için çocukluk aşkından ayrılmak zorunda kalır. aşkına tekrar kavuşmaya söz veren alexander, doğduğu topraklara hiç beklenmedik bir şekilde geri dönecektir. aradığı adaleti başka topraklarda bulmuş ama ilk aşkını hiç unutmamış bir yeniçeri olarak… aynı tarihlerde ve aynı coğrafyada, kaybettiği sevgili eşinin yasıyla birlikte elçiden çok seyyah olup çıkan italyan alberti balbi ise elyazması eserler kopyalayıp çoğaltan müslüman bir kıza; nilüfer’e vurulur. alberti’nin, adeta eski aşkının ve yasının doğal bir uzantısına dönüşen bu imkânsız aşkı satır satır döktüğü gizli defteri, gittikçe tarihin en önemli tanıklıklarından birine dönüşecektir. zira aynı dönemde, 19 yaşındaki bir sultan; genç mehmet sadece alexander ve alberti’nin değil; bütün dünyanın kaderini değiştirecek bir olayı, istanbul’un fethini gerçekleştirmek üzeredir…

    amerika’da yaşayan genç akademisyen beyazıt akman’ın üniversite kütüphanelerindeki kaynaklarla birlikte yerli ve yabancı yüzü aşkın eseri inceleyerek beş yıllık bir araştırmanın ardından yazmaya başladığı imparatorluk, göz kamaştırıcı bu epikle açılıyor. manisa’dan başlayıp italya’ya kadar uzanan, gütenberg’den bellini’ye değin pek çok tarihi simayı bir araya getiren roman, hıristiyan-müslüman ilişkilerine ve doğu-batı ikilemine dair pek çok şeyi yerinden sarsacak. şövalyelerle yeniçeriler arasındaki çarpışmalar, nakkaşlarla venedikli ressamlar arasındaki diyaloglar ve kültürlerle yürekler arasındaki gelgitlerle bezeli bu uzun soluklu aşk ve savaş romanı; çok uzun zamandır eksikliği hissedilen renkli ve görkemli bir imparatorluk panaroması sunuyor. alexander’ın aşkını, alberti’nin hüznünü ve mehmet’in azmini film izlercesine, bir solukta okuyacak, bir daha unutamayacaksınız.
  • beyazit akman'in romanda yer verdigi kurgusal olmayan her detayin kaynagini belirtmis olmasini oyle isterdim ki. kitabin sonunda degindigi birkac eser var, ama insan okurken adeta bilimsel bir makaleymiscesine parantez icinde kaynaklari gormek istiyor, cunku cok ciddi iddialar var. elbette ki bu bir roman ve elbette icinde kurguya yer var, hayalgucune yer var; ama insan zamanin papasinin kendi elleriyle acimasizca adam oldurusunun, ya da onbirinci konstaninin oglanci olusunun belgeleri olup olmadigini merak ediyor. ben hristiyan olsaydim, ozellikle papayla ilgili kisma gercekten icerlerdim. hristiyan olmamama ragmen icerledim nitekim; hangi dine mensup olursa olsun dini bir liderin bu kadar alcalabildigini gormek uzucu, eger asli yoksa bunun kurgusal olarak yazilmis olmasi dahi daha da uzucu.

    tabi istanbul'un fethine dair tarih kitaplari disinda bir malumatim olmadigi icin roman butunuyle cok hosuma gitmedi degil, ayrica kitapta detaylariyla yer ayrilmis olan batililarin osmanli hayranliginin uydurma olmadigina dair de yeterince bati edebiyati okudum; ama iste insan yine de daha kapsamli bir kaynakca gormek istiyor. belki de lisansustu egitiminin bir sillesidir bu, ya da belki de bilimsel dusunceyi benimsedigimi gosteren iyi bir seydir, bilemiyorum.

    --- spoiler ---

    kitabin en basinda verilen (sanirim) uc adet in medias res kisimdaki iskender'in (hani su cenevizliyi vurduktan sonra olen) bizim iskender olmadigini anladigimda resmen sevindirik oldum.

    eflak prensi vlad'in, molla gurani'nin yarasa hikayesini pek begendigini ve kendini sonralari bu hayvanla ozdestirecegini yazan kisimda fantastik janra yapilan gondermeye resmen kahkaha attim, guzel olmus.

    donanma kara yoluyla halice indirilince lonk diye istanbul'un fethedilivermedigini gormek bizim olayi ne kadar yuzeysel okudugumuzu ya da anladigimizi gormem acisindan guzeldi.

    kitapta yer yer girilen felsefi ve/ya bilimsel tartismalari (ozellikle perspektifle ilgili olan, ya da islam alimlerinin islamiyeti algilayisiyla ilgili olan kisimlar) biraz kel alaka buldum; ama ilgi cekici de olmadigini soyleyemem.

    --- spoiler ---

    bunlarin disinda, ben kendim yazarlik egitimi almadim ama cok fazla roman okuyan birisi olarak yazarin imparatorluk ii'yi yazmadan once birazcik daha yazarliginin torpulenmesi gerektigini dusunuyorum nacizane.

    ve fekat herkes alsin okusun, begendigini begenmedigini ayiklasin; ama arta kalan tarihi gercegi bir kere daha bellegine kazisin derim.
  • bence hakkında henüz gerekenden çok az entry girilmiş olan kitaptır. çünkü yazar osmanlı ve müslümanlıkla ilgili birçok algıyı değiştirmeyi amaçlamaktadır. bu çabası kitabın neredeyse her bölümünde görünmekte ve yine bence okuyanı bir miktar rahatsız etmektedir. okuyanlar da bu göze batan detayları "taraf tutmuş herif işte!" diyerekten yazarın yüzüne vurabilirler pekala.
    benim düşüncem ise şöyle; gerçekten başarılı bir araştırma olmasına rağmen, yazarın yazarlığının henüz olgunlaşmamış olmasına bağlı bu gibi hataları var, bazı yerlerde anlatımı basit değil, daha önce hiç bir kitapta okumadan sayfa geçmedim, ama bu kitapta bir iki sayfayı çok sıkıldığım için geçtim, sanırım fatihin hocasıyla olan felsefi geyikleri bölümüydü.
    ama; yazar kitabın sonuna doğru işi kıvırmaya başlamış gibi, son bölümleri nispeten rahat ve akıcı okunabiliyor. bunda yazarın maharetiyle beraber kaynakçasının artmasının da faydasının olduğunu düşünüyorum. kuşatma kısmının çok daha ayrıntılı şekilde kaynakları bulunabiliyor.

    son olarak da kaynak aldığı kitapların bir ikisini okumuştum, evet "ötekileri" eleştirirken daha ince dokundurmalar yapsaydı daha iyiydi (eminim yazar ustalaşmaya başladığında bu konuya çok daha dikkat edecektir) fakat çoğu avrupa kaynaklarına da ayrıntısıyla bakarsak, bir avrupalı fethi yazarken ne kadar tarafsız olabilmişse, beyazıt akman da o kadar tarafsız olabilmiştir (örn: crowley, bize göre tarihin gelmiş geçmiş en eşitlikçi liderlerinden olan fatih için "zorba tiran" yakıştırmasını kullanmıştır ki crowleyin kitabı bence gayet tarafsız olmaya çalışılarak yazılmıştır, çünkü bu sıfatların romayı ellerinden kaybeden batılı tarih yazıcıların elinden çıkma kaynaklara dayandığını ve bunların da tarafsız olamayacağını kendisi söylemektedir.). ayrıca islamın içindeki birçok öğretiyi bu kadar ayrıntılı anlatması bu kitabın büyük bir artısıdır. tabi bize osmanlı doğduğumuzdan itibaren korkulacak çapulcu birliği gibi öğretildiğinden, bunları görünce bir tarafımızla gülmemiz çok doğaldır.

    son olarak büyük araştırması için beyazıt akman'a teşekkür ediyorum, mail adresini bulabilirsem kendisine ayrıca bir teşekkür maili de göndermek isterdim, faceini buldum da onun mu değil mi emin olamadığımdan uğraşıp da yazı yazmadım. kitabın kim homoydu kim oğlancıydı kısmı değil de hattın ve minyatürün ayrıntılarını anlattığı kısımları gerçekten hoşuma gitti. belki bir başyapıt değil ama, benzer ve daha iyilerinin gelmesi için bir kapı aralar umarım, sayesinde dünya olayı başka bir pencereden de görmüş olur, belki biz de atalarımız hakkında daha çok birşeyler öğrenmiş oluruz.
    alın, okuyun, pişman olmazsınız.
  • akp yalakası bir yazarın kaleme aldığı sürükleyici, edebi dili kuvvetli, güzel bir osmanlı dönemi romanıdır. istanbul'un fethini ayrıntılarıyla anlatmak konusunda gayet başarılıdır. zamanında sayemde sınıfımdaki herkes okumuştu. ama yazarıyla internetten konuşma imkanı bulduğumda, beyazıt akman efendinin hiç de umduğum gibi biri çıkmamasına üzülmüştüm. akp'ye övgüler içeren bir gönderisine yaptığım eleştiriden dolayı beni hakaret kurşunlarına tutması sonucu kendisini engellemek zorunda kalmıştım. kitaplarının geliri acaba hangi cemaate gitti diye düşünmedim de değil.

    kitapta altını çizmeye değer gördüğüm cümlelerden bazıları, şunlardır:
    "en güçlü pehlivan, öfkelendiği zaman yerinde oturabilendir. dünyaya hükmetmek kendine hükmetmekle başlar."
    "büyük zaferler, büyük sabırların ürünüdür."
    "aristokrasi oligarşiye, demokrasi demagojiye, krallık zorbalığa rahatlıkla dönüşebilir." (hepsini anlarım da bu cümleyi bir akp sempatizanı nasıl kurmuş, onu anlayamam.)
  • ilginç bir kitaptır, size tarihi farklı bir şekilde anlatır ancak 1,618 sayısının fibonacci değilde el-harezmi'nin bulduğunu söylemesi gibi tarihi yanlışlıklar göze çarpabilir ve bu hataların devam etmesi sonunda sizi kitaptan soğutabilir.
  • beyazıt akman ın sanat eseridir. kitaba başladığınız andan itibaren dünya ile olan bağınız kopacaktır.
hesabın var mı? giriş yap