117 entry daha
  • 1913 yılında kuzey almanya’nın eichenwald adlı köyünde, 1. dünya savaşının arifesinde bir takım faili meçhul şiddet olayları yaşanır. köyün doktoru atıyla dörtnala giderken daha önce ağaçlar arasına gerilmiş tele takılıp düşerek aylarca hastanede yatmak zorunda kalır. hemen ardından çiftçi bir ailenin annesi baron’a ait kereste fabrikasında şüpheli bir iş kazasıyla hayatını kaybeder. köydeki toprakların yarısından fazlasına sahip olan baron’un oğlu kaçırılarak dövülür. yine baron’a ait bir çiftlik binası yanar. baron’un kahyasının yeni doğan bebeği kış günü pencere kasten açık bırakıldığı için ölümcül bir hastalık atlatır. köyün ebesinin zihinsel engelli çocuğu kaçırılarak işkenceye uğrar, gözleri dağlanır. bunların yanı sıra faili belli olan ve diğerlerine nisbetle önemsiz şiddet olayları da yaşanır. barones’in lahana tarlasındaki tüm lahanaların, karısı kazada ölen çiftçinin oğlu tarafından parçalanması, kahya’nın oğlunun baron’un oğlunun elinden düdüğünü alıp çocuğu da göle atması, papaz’ın kızının, babasına ait kuşu makaslayarak öldürmesi gibi…

    bütün bu şiddet olaylarını bir anlatıcının ağzından dinliyoruz. o anlatıcı olayların yaşandığı sırada köyde öğretmenlik yapan christian friedel’dir ve öğretmen öyküye, üzerinden uzun yıllar geçmiş bu olayların ilerde yaşanacakların anlaşılmasında anahtar rol oynayacağı bilgisiyle başlar. olayların hiçbirinin faili bulunamayacaktır fakat öğretmenin de şüphelendiği gibi her bir olayı köydeki çocukların yaptığı çok nettir aslında. şiddete dayalı bir eğitimden geçen çocukların büyüklerinden aldıkları intikam hamleleridir her biri. öğretmenin ileride yaşanacaklardan kastı da 2.dünya savaşıdır ve film o savaşı çıkaracak, faşizm ideolojisini ve nazi zihniyetini doğuracak jenerasyonun nasıl bir tedrisattan geçtiğini betimlemektedir. o gün şiddet, baskı, ceza ve katı disiplin altında; soğuk, mesafeli ve duygusuz bir iletişim kurularak eğitilen ve şiddeti ebeveynlerinden öğrenen o çocuklar nazi döneminin yetişkinleri olarak dünyayı kana bulamaktan çekinmeyecekler. bu anlamda filmin ana temasının yaşanan ve gözlemlenen şiddetin çocuk için bir modele haline gelmesi ve çocuğun kişilik özelliği haline dönüşmesi olduğunu söyleyebiliriz.

    film, tamamen bir köy ortamında geçiyor ve konular farklı sosyal sınıflara mensup aileler üzerinden işleniyor. filmde belli bir başrol yok, tüm oyuncular yan roldeler. bol çocuklu farklı birçok aile var ve bu ailelerdeki kadın-erkek, ebeveyn-çocuk ilişkileri ana çerçeveyi oluşturuyor. 20. yüzyılın başlarında pozitivizmin zaferini ilan ettiği ve din kelimesini kullanmanın bile alay edilerek karşılandığı bir dönemde dinin (protestanlığın) hayli etkili olduğu almanya taşrasında henüz orta çağ koşullarının yaşandığını görüyoruz. insan ilişkileri, feodal zihin yapısı ve üretim biçimi, sınıfsal farklılıklar ve sınıflar arasındaki hiyerarşi, çocukların eğitiminde kullanılan yöntemler, aile yapısı, kadının ailedeki ve toplumdaki konumu, dinin sosyal yaşama ve eğitime yansıması, faşizmin üzerinde yükseldiği temeller vb birçok başlık ve ölüm, intihar, intikam, aşk vb birçok kavram üzerinde sörf yapılıyor ve bu temalar hakkında bugünle irtibat kurma ve kıyaslama imkânı sunuluyor. bu kadar fazla tema üzerinde konuşma imkanı sunan filmde dikkatimizi çeken meselelerin hissettirdikleri ve düşündürdüklerini ele alalım.

    karısını yakın bir geçmişte kaybeden köyün doktorunun 14 yaşında bir kızı ve 5-6 yaşlarında bir oğlu vardır. doktor, çocuklarına bakıp ev işlerine yardım eden, engelli çocuğu ile yalnız yaşayan köyün ebesini aynı zamanda cinsel tatmin aracı olarak kullanmaktadır. geçirdiği kaza üzerine aylarca hastanede yattıktan sonra döndüğü köyde, doktor ile yıllarca arzularını dindirmek amaçlı kullandığı kadın arasında şöyle bir diyalog geçecektir:

    doktor: doğruyu söylemek gerekirse beni iğrendiriyorsun.
    kadın: sana ne yaptım ki?
    -tanrım, bana bir şey yaptığın falan yok. çirkin ve pasaklısın, ruhsuzun tekisin ve nefesin kötü kokuyor. bu kadarı yeterli mi? orada çok hastaymışsın gibi oturup durma. dünyanın sonu değil, ne senin için ne de benim için. bu duruma devam edemem hepsi bu. seninle sevişirken başka kadınları düşünmeyi denedim. güzel kokan, genç ve senden enerjik birini. ama hayal gücüm bu işin üstesinden gelemedi. nihayetinde o kişi sen oluyorsun ve beni bir kusma duygusu sarıyor, kendimden utanır duruma giriyorum. bu yüzden bunu sürdürmenin ne amacı var?
    -bu kadar adi olduğun için çok mutsuz olmalısın. öyle bakılası biri olmadığımı biliyorum. kötü nefesim ülserim yüzünden biliyorsun. bu durum seni geçmişte rahatsız etmezdi. karın hayattayken de durumum böyleydi.
    -o iğrenç detayları kendine sakla. o durum beni her zaman iğrendirmişti. eşimin ölümünden sonra acılarımı birisiyle dindirmem gerekiyordu. bir ineği bile becerebilirdim. hayat kadınları buraya çok uzaktalar ve yaşlanıyor olsam da iki ayda bir yapmak bana yetmiyor. bu nedenle bir kurban gibi davranmayı kes ve defol artık.
    -tüm bunları neden şimdi yüzüme vuruyorsun?
    -peki ne zaman vurmalıydım? defol git hiç mi gururun yok?
    -senin yanında ona yer kalmıyor.
    -bu doğru.
    -peki ya aptalca bir şey yaparsam?
    -durduğun kabahat. beni oldukça şaşırtırdı. ama dikkatli ol, acı verici olabilir.
    -beni neden hor görüyorsun? oğlunu büyütmene yardım ettiğim için mi? kızını parmakladığını görüp hiçbir şey demediğim için mi? (doktor hızla gelir ve kadına sert bir tokat patlatır.) kadın ağlayarak devam eder: kendini kandırmanda sana yardım ettiğim için mi? herkes kızına ne kadar kötü davrandığını bilirken seni suçlayanlara karşı, kızını ne kadar sevdiğini iddia ettiğim için mi? sen sevilmeye katlanamıyorken seni sevdiğim için mi?
    -bu kadar yeter, git artık yapacak işlerim var.
    -beni başından atmak gibi bir lüksün yok. senin için tüm o pis işleri kim yapacak. çocuklarına kim bakacak. ne kadar ileri gidebileceğini görmek istiyorum…
    -tanrım, neden geberip gitmiyorsun?...

    1913 yılında almanya’nın bir köyünde köy ahalisinin huzurunu kaçıran bir takım şiddet olayları bağlamında, üzerinde durulması gereken pek çok olaya değinen 2009 yapımı filmde yönetmen michael haneke, o yıllarda kadın-erkek ilişkilerini veya toplumda kadının yerini gösterme anlamında böylesi bir diyaloğa yer veriyor. erkek egemen bir kültürel ve toplumsal yapı içerisinde kadının insan olarak bir değerinin olmadığını, kadının çocukların eğitiminde ve aile içerisinde çok fazla bir söz hakkının olmadığını, sadece iş gücü ve bedensel özellikleri bağlamında bir değerinin olduğunu filmdeki diğer ailelerdeki örneklerden de çıkarabiliyoruz. 1913’ler almanya’sının köylerindeki kadınlar, kadının her türlü kötülüğün sebebi ve uygulayıcısı olarak görüldüğü ortaçağ avrupa’sındaki bakış açısından çok da ileri bir yerde değildir. kadın hala ikincildir. ne de olsa kadın ilk günahın faili, cennetten kovulma nedenidir. keza modern kültürün inşa edildiği dönemlerin ünlü filozoflarından jean-jacques rousseau’nun ‘’emile’’ kitabından birkaç anekdot dönem filozoflarının kadına dair bu ikincilleştirmenin devamını sağlamaya yönelik katkı sunduğunu gösterecektir: ‘’kadın erkeğe boyun eğmek hatta onun haksızlıklarına katlanmak için yaratılmıştır.’’ ‘’ey erkek, eşini sev! tanrı onu sana üzüntülü zamanlarında seni avutması, hastalıklarda yardımına koşması için verdi: işte kadın dediğin budur…

    modernizmin zirvede olduğu, her şeyin akıl ve bilimle açıklandığı, pozitivizmin tek ve mutlak hakikat olarak kabul gördüğü 20. yüzyıl başlarındaki kadına yaklaşımın nasıllığı ile post endüstriyel, postmodern, post truth vs vs gibi post dönemler yaşadığımız günümüzde kadına yaklaşımın nasıllığı arasında önemli benzerlikler kurabiliriz. bu geniş konu başka yazıların konusu olmakla birlikte filmde dikkatimizi çeken asıl unsur, köyde yaşayan kadınların ve özelde de doktorun hakaret ve aşağılamalarına maruz kalan kadının, mevcut konumlarını kabullenmiş ve rollerine uyum sağlamış olmalarıydı. yukarıdaki örnekte de görüldüğü gibi aşağılanan ve horlanan, hem sözel hem de fiziksel şiddet gören kadın kendisine biçilen bu konuma razı olduğu gibi kendisini aşağılayan erkeğini memnun etme çabası içine giriyor. onurunu ayakları altına alıp üzerinde tepinen bir erkeğe hala ağzının neden koktuğunu izah etme, onu kendisinden neden vazgeçmemesi gerektiği hakkında ikna etme, olmazsa intihar etme tehdidiyle kovulmaktan kurtulma çabası içinde.

    çocukların eğitiminde ve yönetiminde tamamen baba figürü söz sahibiyken kadın geri planda ve pasif konumda yer alıyor. bunu da içselleştirmiş olan kadın erkeğin kendisine olan ruhsuz, duygusuz ve sevgisiz yaklaşımını benimsemiş gözüküyor. mesela baron’un karısı bir müddet şehre gittiğinde orada bir erkeğe aşık olduğunu söylediğinde bu içeriği ifadesiz karşılayan baron’un ilk sorduğu soru ‘’onunla yattın mı?’’ oluyor. kadını nesneleştirdiği ve bir bedenden ibaret gördüğü için onun ruhsal ve duygusal açıdan kendisine karşı ne hissettiğinden ziyade bedensel olan boyutu önemsiyor ve sorun ediyor. bu diyalogda dikkati çeken diğer bir unsur da şehirli ve köylü erkek kıyaslamasıydı. barones, aşık olduğu bankacı adamdan bahsettiğinde; adamın, kadın ruhuna hitap edebilen biri olduğu gibi çocuklara karşı şefkatli ve ilgili olduğunu anlıyoruz. barones’in koyduğu bu özellikler baskıcı, soğuk, katı ve totaliter olan toprak ağası kocasında olmayan özellikler. barones diğer köylü kadınlardan farklı olarak gidebilme imkanına sahip olabildiği için irade gösterip gitmeyi tercih ediyor. ayrıca gitme kararını açıklarken bu kararı vermesindeki esas amilin çocuklarının kötülük, kıskançlık, ilgisizlik ve baskıcılığın hüküm sürdüğü böyle bir çevrede büyümemeleri arzusu olduğunu belirtmeyi ihmal etmiyor. buradan da kocasının boyunduruğu altında kaderine rıza gösteren köylü kadın ile nispeten okumuş, kültürlü ve şehirli kadın arasındaki farka dikkat çekildiğini söyleyebiliriz.

    filmde diğer karakterler üzerinden de kentli-taşralı ayrımına giriliyor. protestan ahlakının hakim olduğu taşrada cari olan muhafazakarlık, tutuculuk ve mesafeli ilişkiler iken şehirli karakterlerde (bilhassa öğretmen ve kayınpederi) daha açık, hoşgörülü, duygusal ve insancıl özellikler görüyoruz. filmde kadına karşı şefkat ve ilgi gösteren, gerçek anlamda aşkı yaşayan tek karakterin öğretmen olduğunu söyleyebiliriz. yönetmenin, aklı ve bilimi temsil ettirdiği şehirli karakterle dini ve muhafazakarlığı temsil ettirdiği karakterler arasında bariz farklılıklar dikkat çekiyor.

    fakat akıl ve bilimin köydeki temsilcilerinden doktor’un, kadına olan nesneleştirici yaklaşımı ve kızını cinsel yönden istismar eden sapkın boyutunu öne çıkaran yönetmen; aklın ve bilimin ancak vicdan, merhamet ve maneviyatla bir araya geldiğinde insani bir içerik ve derinlik kazanacağına dikkat çekmek istemiş gibidir.
    söz buraya gelmişken doktor’un istismar ettiği 14 yaşındaki kızı olan anna karakteri üzerinde durmak gerekiyor. anna henüz çocuk yaşta olmasına rağmen erken kaybettiği annelerinin yokluğunu küçük kardeşine hissettirmemeye çalışıyor. etkilenmesinden korktuğu için babasının sapkınlığını kardeşinden gizliyor, yaşadığı korkunç travmayı kendi iç dünyasında halletmeye çalışıyor. bir anlamda kardeşine annelik, babasına kocalık yapmak durumunda kalan anna, çocuk yaşta dünyanın kahır yükünü sırtlanmış gözüküyor. babasının geçirdiği kazaya üzülen küçük kardeşini teskin etmeye çalışırken de, kardeşinin ölüm hakkındaki sorularına müthiş cevaplar üretirken de kendi yaşadığı korkunç muameleleri öteleyip kardeşinin ruh sağlığına odaklanarak annelik rolünü layığıyla yaptığını, babası döndüğünde de kardeşiyle babasının ilişkilerini düzene koyma çabasında da kendinden çok çevresindekileri düşündüğünü gözlemliyoruz. baba-amca-ağabey tarafından cinsel istismara, tecavüze uğrayan, koca-baba-ağabey şiddetine maruz kalan günümüz kadınlarında da (özelikle taşrada) var olan ‘’aman sorun çıkmasın, düzen bozulmasın’’ kaygısı ve korkusu anna’nın korumacılığında ve diğergamlığında, 1913 almanya’sında da karşımıza çıkıyor. günümüzde ensest, milyonlarca çocuğun yaşadığı ürkütücü bir gerçeklik olarak insanlığın önünde kabus gibi duruyor. oldukça yaygın olan bu sapkınlığın belli bir sosyal sınıfla sınırlı olmadığını, dindarlık veya modernlikle de, muhafazakarlık veya çağdaşlıkla da bir ilgisinin olmadığını biliyoruz. hukukta bir tanımı olmayan ensestin mağdurları başvuracakları bir merciden mahrum durumdalar. istismar edilen çocukların sığınabileceği kurumsal bir alt yapının söz konusu olmadığı bir ortamda, babalarının çocuğunu doğuran 14 yaşındaki kızlar ya intiharı seçiyorlar ya da 100 yıl önce anna’nın yaptığını yapıyorlar.

    filmde konu edilen aileler sosyo-ekonomik açıdan farklı düzeylerde olmalarına rağmen çocuklarının eğitiminde ve aile ilişkilerinde ciddi benzerlikler gösteriyor. tüm ailelerin ortak özelliği aile üyeleri arasında soğuk, ruhsuz bir iletişim olması ve çocukların eğitiminde şiddetin temel yöntem olarak kullanılması. bu durum filmde daha çok papaz’ın ailesi üzerinden birkaç örnek olayla ele alınıyor. altı çocuğu olan papaz, otoriter ve disipliner bir baba ve eş. evin tek hakimi ve onun karşısında eşi ve çocukları üst rütbeli bir komutanın huzurundaki rütbesiz askerler gibi duruyorlar. başlar önde, sessiz, ürkek hatta korku dolu. ast üst ilişkisi temelinde ilişki kurduğu çocukları ile papaz arasında en küçük bir yakınlık ve sevgi bağı bulunmuyor. katı, soğuk ve cezalandırıcı yönleriyle çocuk üzerinde mutlak otorite konumundaki baba figürü çocuklar için ileride yüzleşecekleri devlet otoritesinin prototipi konumunda. eğitim anlayışı abartılı kurallar, ceza ile korkutma ve fiziksel ve duygusal şiddete dayalı. papaz, çocukları doğuştan günahkar ve şeytanın ayartmasına açık, her türlü kötülüğe yönelebilecek varlıklar olarak gören ortaçağ kilisesinin ve cizvit kolejlerinin bakış açısına sahip. onlara göre de çocuğun kalbinden kötülüğü defetmenin en iyi yolu değnek kullanmaktı. papaz da temel yöntem olarak şiddeti kullanırken aparat olarak dinsel öğretiyi kullanmayı ihmal etmiyor. ceza ile çocukları işledikleri günahlardan arındırdığını iddia ediyor. ‘’ilk günah’’ın sahibi olduğunu ve kötü olarak doğduğunu düşündüğü çocukların saçlarına ve kollarına masumiyeti ve saflığı hatırlamaları amacıyla beyaz bantlar bağlıyor.

    çocuğun bedenini savaşılacak bir düşman olarak gören ve cinsel hazlara karşı mücadele etmeyi, bedenin bütün arzularını köreltmeyi amaçlayan kilise kolejlerinin düşüncesini paylaşan papaz, çocuklarına karşı kolejlerinkine benzer yöntemler kullanmaktadır. şeytan sürekli çocuklara saldırmakta, çocuklar onu yenememektedir. çocuğun bu savaştan galip çıkabilmesi için sürekli gözetlenmesi ve kontrol altında tutulması gerekir. papaz da mastürbasyon yaptığını tespit ettiği çocuğunu, bu yaptığının vücudunda korkunç çıbanlar çıkmasına neden olacağı ve bunun da ölümüyle sonuçlanacağı gibi sözlerle korkutuyor, sonrasında da geceleri çocuğu yatağa bağlayarak, ellerini vücudundan uzak tutarak, sözüm ona onu günahtan uzak tutmaya çalışıyor.

    çocuklara aşılanan korku ve cezaya dayalı ürkütücü din ve tanrı algısı onların psikolojisini tahrip etmektedir. zira papaz’ın sık sık cezalandırdığı oğlu martin, ırmağın üzerindeki korkuluklarda tehlikeli bir şekilde yürürken kendisini kurtaran ve ne yaptığını soran öğretmene ‘’tanrıya beni öldürmesi için bir şans verdim. beni öldürmedi demek ki benden memnun.’’ şeklindeki cevabı onun nasıl bir tanrı tasavvuruna sahip olduğunu ve empoze edilen din algısının ruhsal yapısını nasıl tahrip ettiğini gösterir.

    filmde çocuklarına şiddet uygulayan tek baba köyün papazı değildir. yönetmenin kamerayı çevirdiği tüm hanelerde çocuklar ya annelerinden ya da babalarından şiddet görüyorlar. çocuklar da model olarak aldıkları velilerinde ne gördülerse onu uyguluyor, köyde faili meçhul şiddet eylemlerinin kol gezmesine sebep oluyorlar. çünkü onların uyguladığı şiddet doğuştan kazandıkları bir şiddet eğilimi değil, görerek, yaşayarak öğrendikleri bir olgu. zira voltaire, diderot, helvetius gibi aydınlanma düşünürleri çocukluğu kötülüğe ve günaha sürekli bir eğilim olarak gören kilise’nin aksine bir saflık dönemi olarak görürler. voltaire’e göre moral değerlerden uzak, ne iyi ne de kötü olarak doğan çocuk, içinde bulunduğu koşulların etkisiyle suça ya da erdeme yöneliyordu. yani çocuk yaşadığı koşulların ürünüydü. rousseau’ya göre de insan, adaleti ve düzeni seven bir biçimde doğal olarak iyiydi. (filmde de çocuğun masumiyetini papaz’ın en küçük oğlu temsil ediyor.) işte yaratılıştan fıtraten iyi olan ve güzele, doğruya eğilimli olan bu çocuklar doğalarına aykırı bir tedrisattan geçirilince ne olurun cevabını veriyor filminde yönetmen. söylediği şu: şefkat ve merhametten yoksun, sevgisiz, ilgisiz büyütülen, ceza ile terbiye edilen, baskı ve yasaklamalarla otorite altına sokulan, fiziksel ve psikolojik şiddetin nesnesi haline getirilen çocukların ileride dünyaya kan banyosu yaptıran nazi almanya’sını inşa etmelerini yadırgamamak gerekiyor.

    çocukların babalarına olan tepkilerine, intihar eden çiftçinin oğlu örnek olarak veriliyor:
    günlük çiftlik işleri için gittiği ahırın kapısını açınca tavana asılı ipin ucunda babasının sallandığını gören genç, bir müddet vaziyeti izledikten sonra sessizce kapıyı örter ve hiçbir şeyden habersiz mutfakta yemek yapan ablasının yanından süzülerek odasına çıkar. duygudan ve sevgiden uzak, mekanik bir ast üst ilişkisi kurularak eğitilen çocukların, babalarının ölümüne bile duyarsızlaştıklarını; merhamet, vicdan ve acıma duygularından koparak bir anlamda canileştiklerini gösteren çarpıcı bir sekanstır.

    filmde, şiddetin çözüm üretmek bir yana çocukları arsızlaştırması ve agresifleştirmesi kahya’nın, oğlu ile yaşadıkları üzerinden hikaye ediliyor. çocuğun kendisine gösterilen muameleye gösterdiği reaksiyonun psikopatlaşmak, herkese ve her şeye rağmen bildiğini okumak olduğunu ifade eden etkili bölümü şu şekilde tasvir edebiliriz:
    kahya’nın iki oğlu ile baron’un daha önce kaçırılıp dövülen oğlu sigi dere kenarında, ağacın gölgesinde oturmakta, sigi elindeki düdüğü çalmaktadır. düdüğün uzun süre tek düze şekilde çalınmasından rahatsız olan kahya’nın büyük oğlu düdüğü sigi’nin elinden zorla alır ve onu da suya iter. çocuk boğulmak üzereyken kahya’nın diğer oğlu suya girer ve çocuğu kurtarır. işte bu olay sonrasında hışımla eve gelen kahya, oğlunu sert şekilde dövdükten sonra düdüğü ne yaptığını sorar. yediği tüm dayağa rağmen çocuk, düdükten haberi olmadığı konusunda ısrarlıdır. hırsını aldıktan sonra merdivenlerden aşağı inen kahya, karısı ile konuşurken, az önce ölesiye dövülen çocuğun odasından tek düze şekilde yüksek sesle çalınan düdük sesleri gelir. öfkeden çıldıran kahya bu kez çocuğun yanına kırbacı da alıp çıkacaktır.

    köydeki sınıfsal yapıya göz attığımızda ise çırılçıplak bir feodal düzen görüyoruz. köylülerin büyük bir kısmının yanında çalıştığı baron, merkezi otoriteyi temsil ederken ondan bir alt katmanda otoriteyi onunla paylaşan papaz’ı görüyoruz. toprağa bağlı köylüler baron’un lütfuna muhtaç konumdalar. geleneksel ve muhafazakar yapı içerisinde şehirden gelen, aklı temsil eden öğretmen figürü en ideal profil olarak öne çıkıyor. mantıklı, akılcı, merhametli, duygu yüklü bir karakter. ancak sosyal statü olarak baron’un kahyasının bile altında gözüküyor. kasabaya inmek için rica minnet atlı arabayı istediği kahya tarafından kimi zaman eli boş döndürülebiliyor. din adamı sınıfının karşısında ise; papaz sınıfa girip de çocukları haylazlık ederken gördüğünde ‘’özür dilerim efendim, bir daha olmayacak’’ diyecek kadar ezilebiliyor. yine gizemli şiddet olaylarını çocukların yaptığını düşündüğünü ifade ettiğinde papaz tarafından ağır hakaretlere uğrayacak, hapse attırılmakla tehdit edilecektir. birinci dünya savaşı öncesi şartlarında öğretmen-din adamı mücadelesinin, feodal yapının dimdik ayakta olduğu almanya taşrasında henüz din adamı sınıfı lehine olarak gözüküyor. öğretmen de zaten savaş sonrası babasından kalan bir mülkü satarak dükkan açıyor ve baba mesleği olan terziliğe dönüş yapıyor, köylüyü kaderiyle baş başa bırakarak.

    son olarak dikkat çekici bir şey olarak zihinsel engelli karli’ye yapılan şiddete değinmek icap ediyor. diğer gizemli olan veya faili belli olan şiddet olaylarında mağdur olan kişiler ya kendileri suçlu idi ya da babaları suçlu olduğu için çocuklarından intikam alındı. engelli karli’nin annesi olan ebe’nin bu çocuklara yönelik direkt bir zararı söz konusu olmamıştı fakat doktorun, kızını taciz etmesine göz yumması ve doktorla yaşadığı gayri meşru ilişkinin bedeli karli’ye ödetilmek istenmiş olabilir. yoksa nazilerin saf ve üstün alman ırkını yaratmak amacıyla fiziksel ve zihinsel olarak engelli vatandaşları toplum için yararsız görerek ve ari ırkın saflığına tehdit olarak görüp ötenazi uygulamalarına tabi tutmalarının ilk nüvesi miydi?

    türkçe’ye beyaz bant olarak çevrilen filmde hiç müzik kullanılmadığı gibi dönemin ruhunu yakalayabilme adına siyah beyaz olarak gösterime sunulmuş. izledikten sonra birkaç gün zihni meşgul eden filmlerden olan beyaz bant, haneke’nin bir kısmını yazıda irdelediğimiz pek çok temayı işlediği özel bir film olmuş. temellerini kilise kolejlerinden alan katı ve sert protestan eğitim sisteminin doğurduğu sorunlu insan ilişkileri ve depresif toplum yapısı, bu sistemin ürettiği soğuk, mesafeli, duygusuz karakter yapısının, ruhsuz karı-koca, ebeveyn-çocuk ilişkisinin insan ruhuna ve şiddete meyletmesindeki etkileri, nazi ideolojisine götüren amiller vb çok sayıda konuyu irdeleyen, bu konularda bir şeyler söylemeye çalışan, izleyene beyin fırtınası yaptırtan, çarpıcı ve etkisi uzun süren değerli bir yapım.
37 entry daha
hesabın var mı? giriş yap