• şu an kitabın yüzüncü sayfasındayım ve iletişim yayınları gibi büyük bir yayınevi hasan ali toptaş gibi şu an türk edebiyatının tepesinde oturduğunu söylemekten çekinmeyeceğim insana acaip büyük bir bir ayıp yapmış. kitabın şimdiye kadar gördüğüm ayrı kitabevlerindeki tüm kopyalarında bir sayfa berrak bir sayfa da hafif bulanık basılmıştı. en azından ankara'da baktığım 8 tane kitabevinde bu böyle.

    kitabın sonuna kadar bu böyle devam ediyor. istisnasız, bir sayfa berrak bir sayfada da harfler sanki yana doğru hafif soluk bir kopyası basılmış gibi, ya da daha da soluk bir hayaleti basılmış gibi. normalde umursamayacağınız bu durum 30 sayfa okuduktan sonra gözlerinizi yormaya başlıyor ve kitaptan alacağınız keyfi baltalıyor. benim edebiyattan aldığım keyfi azaltmaya böyle sözde çok klas takılıp millete kol gibi fiyatlara kitap iteleyen bir şirketin hakkı olmadığına inanıyorum.

    tırt video yapacağınıza doğru düzgün işinizin asıl önemli yanı olan kitabı doğru düzün bassaydınız efendiler. şimdi ben iletişim yayınlarından bu yaptıkları rezalet için bir açıklama bekliyorum.

    sayelerinde pek övdükleri müptelalığımz baltalandı sağolsunlar.
  • herşeyden öte bir beklentinin romanıdır. uykuların doğusu çıktığında üniversite 3. sınıftaydım. bütün toptaş romanlarında yaptığım gibi gece herkes uyuduktan sonra okudum romanı. gelgelelim en büyük korkuyu gölgesizlerden sonra yaşamıştım. iki hafta gündüz uyuyup gece sabaha kadar oturduğumu hatırlıyorum. sonra okul bitti. formasyon falan. öğretmen oldum. aklımın bir köşesinde hasanım ali şimdi ne yazıyordur düşüncesi oldu. evlendim. bir kızım oldu. o yurt gecesinin üzerinden 8 yıl geçmiş. şimdi boş bir sınıfta hebaya başlıyorum. çok fena özlemişim.
  • islam felsefesinde, aristo geleneğini devam ettiren felsefeciler evrenin oluş maddesinin biçim almamış haline heyula derken, vahdet-i vücut'çular maddenin ham maddesi olarak kabul ettiklerine heba derler. heyulayı red etmezler ama heba'yı öncelerler. heyula boşluğun biçimsiz maddesiyken, heba boşluğun kendisi olur bu durumda.

    heba'da şeyler bilkuvve ve kabul halinde. bu haliyle heba'nın kendisi bir hakikat tecellisi. mutlak varlığın nurunun tecellisinden heba, hebanın tecellisinden ise alem.

    bu haliyle heba plotinus'un sudur açıklamasına benzer bir şey sanırım. plotinus'da sudur edene verilen isim heba. taşan heba, taşandan meydana gelense heyula.
  • "uykusu delinmiştir diye lafa karıştı babası da; biliyorsunuz, uyku yekpare bir şey değildir. karmaşık safhaları, inişleri çıkışları, iç içe geçmiş dönemeçleri, dehlizleri, kuytuları ve çeşitli basamakları vardır onun. kimi zaman dünyanın dışına taşacak kadar kalınlaşır mesela, kimi zaman da tutar, tıpkı bir tülbent gibi incelir. inceldiğinde, çeşitli sebeplerle delindiği de olur uykunun. ne bileyim, bazen zihnimizdeki sivri uçlu bir hatıra deler onu; bazen henüz hazmedemediğimiz bir sözün acısı, bazen kolu bacağı aklımızın dışında kalan bir düşünce yahut bir duygu, bazen de etrafımızda olup biten, bizim fark edemediğimiz meçhul bir şey deler. işte o vakit delinen yerden içerisi görünmez ama dışarısı görünür. hakikat oradan gerçekte olduğu gibi görünmez tabii; uykunun sisi yüzünden, kendisinin biraz berisinde yahut gerisinde görünür." *

    edebiyat, günümüzde "şair bu dizede şunu anlatmak istemiş" kalıbının çok dışında, malum. metinleri çoğunlukla yazarlar değil, okuyucular şekillendiriyor. heba, geçen hafta sonu onu okuyup bitirdiğimden beri kafamda dolaşıp duruyor; bir şeyler yazma heyecanına her kapıldığımda içimden bir ses durduruyor beni, "belki de" diyor, "senin gerçek sandığın şey uykunun sisi yüzünden iyi seçilemeyen rüyalardır." eski alışkanlıkla, "şair burada ne anlatmak istemiş acaba" diye düşünürken yakalıyorum bazen kendimi, sonra haddimi aşma pahasına toptaş'ın değil benim düşündüklerimin bu kitabı yaratması gerektiğini hissediyorum.

    beni bu romanda en çok etkileyen şey kitabın kahramanının ziya değil, toptaş'ın kendisi olmasıdır. iyi bir anlatıma, bir yazarın yeteneğine vurgu yapmaya çalışmıyorum; bir roman kahramanı olarak bu kitabın sayfalarında gezinen hasan ali toptaş'tan söz ediyorum.

    okuduğum röportajlarında, kendisini yazdığı cümlelerin içindeyken iyi hissettiğinden söz ediyor toptaş. bir kitaba başladığında en büyük korkusunun kitabın bitmesi olduğunu filan söylüyor. biliyor çünkü, kelimeler engeldir, ama ne olduğunu pek de bilemediğimiz o yere bizi götürebilecek tek araçtır aynı zamanda. bana kalırsa toptaş yazdığı her metinde bu karanlıktan çıkmaya çalışıyor. bu romanda başarıyor da, kendisini kuşatan cisminden ve kelimelerden sıyrılıyor. dünyanın dışına taşacak kadar kalınlaşan karanlığından tıpkı bir tülbent gibi incelerek sesini duyuruyor bize. bu belki bizim rüyamız belki de onun rüyası, (belki de ben tüm bu saçmalıkları kıçımdan uyduruyorum.) ama kafalarımızı kaldırıp birbirine tutulmuş aynalar gibi sonsuzca çoğaldığımız kesin.

    toptaş, ziya'nın yanında daima, anahtar bölümünün sonunda evden çıkarken yan odada duyduğu kağıt hışırtılarının arkasına gizlenecek kadar ürkek, kahramanının korkunç bir yazgıya sürüklenmeye başladığını hissettiğinde ormanda bulanık bir leke olarak beliren kulübesinde onu beklemeye, içine düşeceği karanlıktan onu kurtarmaya karar verecek kadar gözü pek. şefkati ve umutsuzluğu öyle derin ki!

    bu romanı için "derin olanı yüzeyde göstermeye çalıştım" benzeri bir şeyler söylemiş toptaş. ben dünyanın dışına taşan karanlığın bir tülbent kadar inecelebildiğine gözlerimle şahit oldum.

    romanla ilgili iki şey canımı sıktı sadece: anlatımın fazlasıyla nesnelleştiği bölümlerde yer yer sıkıldığımı itiraf etmeliyim. okuyan herkesin övgüler sıralayacağı "sınır" bölümü bence toptaş metinlerinde görmeye alıştığımız "sınırsızlığın" yanında biraz yavan kalıyor. ikinci olarak; kötü bir diyalog yazarı olduğunu düşünüyorum kendisinin: karakterler karşılıklı konuşmaya başladıklarında sönmeye, canlılıklarını yitirmeye ve okuyucuyu o dünyanın dışına itmeye başlıyorlar.

    sonuç olarak -bu kadar saçmaladıktan sonra hala ciddiye alınıyorsam tabii- güzel roman, keşke herkes okusa.
  • insanı yakıp yıkan bir hasan ali toptaş kitabıdır. roman boyunca bir ince sızı gelip gelip gider içinize doğru. baş kahraman ziya'nın duyarlılığını, hüzünlerini, sevinçlerini ta içinizde hissedersiniz. toplumun algılayışının dışındasınızdır ama toplumun en saf haline, köye, köylüye yönelerek huzuru yakalamaya çalışırsınız. güvenirsiniz insanlara, köylülere; inanırsınız yaşama ve iyiliğe.. ama tüm emekleriniz heba olup gider, sızı acıya dönüşür. ziya gitmesi gereken yere gider, roman biter, acı sonsuza dek içinizde...

    "her inancın kıyısında köşesinde bir miktar şüphe olmalı ki inanç kendi içinde manevra yapıp varlığını tamamlayabilsin." nedense bu satırlar takılıp kalır aklınıza, takılacak onca anlamlı söz dururken kitabın içinde.
  • --- alıntı ---
    sabun köpüğü gibi kabarıp sönen o kahkahaların, ortalığı zangır zangır titreten şarkıların, tütsülerin, loş ışıkların ve birbirlerine ancak bedenen yakın olabilen o her şeye boş vermiş insanların arasında acımı ziyan ettiğimi düşündüm çünkü.
    --- alıntı ---
    * *
  • kitaptaki herşeyi anladım da şu düğün tasvirinin neden 14 sayfa sürdüğünü anlamadım.
    eğer yeni köyündeki düğünle kıyaslamak içinse onu sadece 3 satırla yapıyor zaten.
    bilemedim. onu bir kafama oturtabilsem sıraya koyacağım ve yazacağım.
    bir de kuş öldürme imgesinin bu kadar sarsıcı olması hiç inandırıcı gelmedi bana. köy çocuğu dediğin kuş vurur,pişirir yer.

    amma velakin bir heba var. hatta bir araf var. anahtar sahibinin anahtar sahibi olurken yaşadığı bir heba var, kutsal sınırlrımızı koruyan acıpayamlı hayatinin hebası var. kenanın zürriyetsizliği var, nefisenin azman taliplisinden dolayı heba var. en son kenanın hebası var. niye var ve bu hikaye niye bu kadar kabaca bitiyor yumruk gibi bizde bilmiyoruz. feylesof köylüler gidip eşek siken köylülerle başbaşa kalıyoruz.
  • ziyan olmuş bir hayatın romanı “heba”. tadına doyulmayan, “koklaya koklaya” okunması gereken bir kitap. romanın bel kemiğini oluşturan “sınır” hikayesi bile tek başına bir kitap olmayı hakkediyor. dilinin ne kadar iştah açıcı olduğunu anlatmak için ise şu satırlar yeterli sanırım:

    “pek güzel, dedi ebecik gözlerini elindeki tespihe çevirerek; güzel olmasına güzel de, kuru fasulye böyle şaştım aşı gibi aniden pişirilmez ki, ona bir gün evvelden karar vermek lâzım. çok değil, sadece bir taşım kaynatacaksın akşamdan, sonra aynı suyun içinde öylece dinlenmeye bırakacaksın. ertesi gün mutlaka atacaksın o suyu, çünkü zerre kadar yaran yoktur insana; hem gaz yapar hem de yemeği bulanık gösterip fasulyelerin ışıltısını karartarak onların göz zevkimize hitap etmelerini engeller. efendime söyleyeyim, işte suyunu süzdükten sonra fasulyeyi güzelce yıkayacak, üzerine üç parmak geçecek kadar su ilave edecek, ardından da kısık ateşte yeniden kaynatacaksın ama bu noktada kaynama ritmine bilhassa dikkat edeceksin. biliyorsun, her yemeğin farklı bir kaynama ritmi vardır; bulgur hanım-budu, hanım-budu, hanım-budu diye ses çıkarmalı mesela. dolma ve sarma da fakir si-ki, fakir-siki, fakir-siki diye. ateşin ayarını tutturamaz da şayet bu yemeklere daha başka sesler çıkartırsan, imkânı yok iyi bir netice alamazsın. fasulyeyi kaynatırken de dikkat edeceksin işte, hoplayıp zıplamadan, adeta alçak sesle bir şeyler anlatıyormuşçasına fıkırdayacak sadece ve böylelikle taneler dağılıp gitmeyecek. senin anlayacağın, diri taklidi yapan birer ölü olacak fasulyeler; birbirlerine yapışmayacaklar, tam aksine aha şu tespihim gibi, ben buradayım diye tane tane ışıldayacaklar. bütün bunların ardından sıra, minik birer küp şeklinde doğradığımız soğanlarla yeşil biberleri hem biber hem de domates salçasıyla birlikte yağda kavurmaya gelecek tabii. lakin yeşil biberler pabuç yarımı gibi olmayacak yahut yemeğin ortasında birer saltanat kayığı gibi gezinmeyecek; boyları en fazla iki fasulye boyunda olacak. velhasıl, bir hayli ihtimam göstermek icap ediyor bu işe. mesela, kuru fasulyenin cebine şöyle iki üç diş sarımsak atmak da iyidir; yiyenin damağında, nereden geldiği anlaşılamayan hafif bir hoşluk yaratır. her neyse, şu an bilmediğimiz bir yerde bilmediğimiz birisi aynen böyle pişirilmiş bir yemeğin hasretini çekiyor olabilir; bu bahsi daha fazla uzatmayalım bence.”
  • o kadar çok "gerçek" hikayesi var ki heba'nın, gerçek olamazmış gibi geliyor bir yerden sonra.

    bir çok politik-sosyolojik kitabın uğraşıp da anlatamayacaklarıyla başbaşa bırakıyor okuyucusunu. yaşamlarımızın karmakarışıklığı içinde aslında ne kadar sade olduğunu ya da tüm sadeliğine rağmen ne kadar karmaşık bağlarla birbirimize, yer'lere ve olay'lara bağlı olduğumuzu; yaşanmış-yaşanan-yaşanacak her şeyin nasıl da ilintili olduğunu çok sıradan bir karakter olan ziya üzerinden okuyoruz.

    hasan ali toptaş'ın yazdığı en heybetli metin olmayabilir ama okuyucusunda en çok iz bırakacak eserlerinden biri olacaktır heba.
  • havaya uçuşan toz zerresi anlamındaki arapça kökenli sözcük.
    heba etmek
hesabın var mı? giriş yap