• bir cümle kurmaya karar verip nerede nokta koyacağını bilememe, ettiğin virgüllere müsrüflük.
    bir şarkıya takılıp başa sarıp sarıp uzun bir hikaye dinliyormuşcasına eskimek.
    bir adım atarken ikinci ihtimalleri düşünebilmek.
    bir hayale dalmışken başka bir hayale adımlarla yaklaşmak. rüya içinde rüya. *
    bir şekle girmiş aşkın, şekilden şekile girmesi.
    bir kitabı içine sakladığın minicik bir yaprağın, bir kaç saat sonra parçalarını dahi bulamamak.
    bir rengarenklik düşünürken, gri serzenişlerle kendine gelmek.
    bir boşluk yaratıp içerisini doldurmaya çalışıp, çalışıp bunun farkına varamamak.
    bir yıldızla konuşuyorken, bir anda kayması. bir dilek tutmaya fırsat bile vermemesi.
    bir hüznü yaratmışken koynunda, ihaneti görmenin uzun zaman almaması.
    işte tüm bu anlamsızlıklar, anlamlı gelmesi veya gelmemesi.
  • iii. fasıl

    "... acaba insanoğlu da tıpkı hayvan gibi, dünyanın tutsağı değil mi? içine korku salan, kendisini büyüleyen şeylerle sarılı bulunmuyor mu; yaşam onu kaçınılmaz biçimde, istese de istemese de onlarla uğraşmaya zorlamıyor mu? kuşkusuz evet. ama aralarına temel nitelikli bir ayrılık var: insan, zaman zaman nesnelerle doğrudan ilgilenmekten vazgeçebilir, çevresinden kopabilir, çevresiyle uğraşmayabilir, ilgilenme yetisine tam bir dönüş yaptırarak, nasıl desem, dünyaya sırt çevirip kendi içine çekilebilir, iç dünyasına dalabilir ya da ötekiyle, nesnelerle değil de, kendi kendisiyle uğraşabilir, ki bu da aynı kapıya çıkar zaten... esas olan hiçbir şey insana armağan olarak verilmiş değildir zaten. insan hepsini kendisi yapıp yakıştırmak zorundadır."
    ortega y gasset, insan ve "herkes" (sf.33-34, metis yay., 1995)

    her şeyin ya da en azından bir kısım şeylerin anlamlı gelmesi gerektiğine dair kabulü olan için "her şeyin anlamsız gelmesi" olayının kendisinin bir üzüntü nedeni olmasından bile bahsetmeden önce, böyle bir tespitin meşruluğu tartışmaya açılmalı. insan neden her şeyin ya da bir kısım şeylerin anlamlı gelebileceğini düşünüyor? aradığını ya da umduğunu bulamayınca da, ayna metaforunda olduğu gibi, yansıttığı görüntünün karamsarlığına kapılıyor; niçin? yukarıda alıntı yaptığım ortega y gasset, ilgili yerin hemen öncesinde maymunların tedirginliğinden bahsediyor; maymun tedirgindir çünkü insan gibi, kendi içine dönemez; çünkü dışa bağımlıdır. biz de düşünebildiğimizin değerini ancak hayvanat bahçesinde onları gördüğümüz zaman anlayabiliriz; burada zikredilen "düşünebilmek"ten kasıt insanın kendi iç alemine döndüğünde, yukarıdaki alıntıda da geçtiği gibi, dış alemden kopabilmesidir. dış alemden kopmak da haliyle insanın kendisi dışındaki hiçbir şeyi en basit tabirle kafasına takmaması anlamına gelir. bu hem başlıktaki "her şeyin anlamsız gelmesi" durumu için hem de "her şeyin anlamlı gelmesi" durumu için geçerlidir. insan duruma anlamı verendir.

    dahası ortega y gasset'nin de bildirdiği gibi, doğal olan şey insanın da tüm dikkatini, bir hayvan gibi ("hayvan salt ötekileşmedir. kendi benliğine dalamaz"), dışarıya vermesi ve bunun sonunda kendi iç alemine dönebilme yetisini kazanabilmek için binlerce yıl beklemesidir. "doğal olan dağılmak, ormandaki ya da hayvanat bahçesindeki maymun gibi dikkatini dışa yöneltmektir... insanın dikkatini böyle içe yönelterek dalgınlaşması doğaya en aykırı, en biyoloji ötesi olaylardan biridir." (a.g.e., sf.37) o halde insan her şeyi anlamlı da görse anlamsız da, temelde içine dönmüş olmasından ötürü kendisi dışındaki şeyleri pozitif ya da negatif değerlerle ölçmüştür; aynı içe dönüş bilgeler ve bilgece disiplinler tarafından kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. işte bilgelik denilen şey her daim bunu amaçlamıştır; insanın etrafına çizdiği çember ve o çemberin sınırları içinde kalma gerekliliği bir düstura dönüşmüştür. bu insanı bir yönüyle de her türlü aşırılığa karşı hissizleştirme çabasıdır. yoksa mezartaşına non fui fui non sum non curo diye yazdırmak isteyen bir insanın zihnini "anlamlandırabilme"nin bir imkânı var mı? ne gerek var mezartaşının üzerinde ne yazdığını düşünmeye? bir maymun bunu yapar mı? bir balık adının tanrı katına yükselmesini siter mi? şöhret için kendini parçalayan zürafa var mıdır?

    o halde her ne olursa olsun, her şeyin anlamsız geldiğini düşünmenin de insana özgü şifalarının olduğunu bilmek gerekir. sık tekrarladığım boethius'un o sözü de bir nevi insana kendi çemberini çizme telaşından doğmuştur. orada da bilgece tutum, insanı aşırı kederinden ya da aşırı mutluluğundan kurtarmak ister. ama burada şöyle bir problem doğmuyor da değil, biz kime insan diyoruz? pandora hikayesine bakarsanız, acıyla, kederle, aşkla, türlü uygunsuzluklarla karşılaşmış olan insandır. adem cennetten kovulmadan önce insan mıydı? belki dilde insandı; tanrı ona insan diyordu; ama hayatında "kötü" diye bir şey olmayan ve tek görevi cennet bahçesine bekçilik etmek olan bir canlı ne kadar insandır? zaten onun o hali bizim bugün anladığımız manada insan olmadığı, cennetten kovulup yeryüzüne atılmasından da belli. o halde insanın bilgeleşmesi bile tartışmaya açılmalıdır; insan neden "her şeyin anlamsız gelmesi" durumunu serinkanlılıkla karşılamak zorunda olsun ki? insanı insan eden pandora'nın açılmasıydı. belki de yine insanı insan edecek olan her şey değilse de en azından bazı şeylerin anlamsız gelmesidir, olabilir mi?

    not: ispanyolcasından değilse de ingilizcesinden okumuştum; acaba sadeleştirilmiş bir çeviri mi diye düşünmüştüm ortega y gasset'nin eserini. ama tuhaf olan (alışık olmadığımız da denebilir) şu; neyire gül ışık'ın metis yayınlarından 1995'te çıkan (yukarıda da alıntı yaptığım) çevirisi pek yetkin ve duru. bana kalırsa referans gösterilebilecek kalitede bir eser ortaya çıkmış, tavsiye ederim. kendisini de kutlarım.
  • bilinçaltında toplanmış bir sürü verinin, siz uyurken usul usul işlemeye başlamasıyla; bir sabah bu şekilde uyanabilirsiniz.

    milletin çıldırdığı, peşinde koştuğu, anlatılamaz anlamlar yüklediği şeyler, mavi ışıklı sinek öldürgecinin etrafında dönen uçan hayvanattan farksız gelir. az sonra o sineğin, mavı ışığın büyüsüne kapılıp da ortadan kalkacağını bilirsiniz. hayattaki amaçlarınızı, hayatınızdaki insanları, sahip olduğunuz rüyaları birbiri ardına matrik robotuymuşunuzcasına hızlı bir şekilde yargılamaya başlarsınız. ta ki, "ne yapıyorum abi ben böyle?" dediğiniz yere kadar.

    işte onu dediğinizde varacağınız yer, bir elde çorap gözler halıya kitlenmiş bir şekilde mutsuz olmak olur. kısaca bokum gibi bir şeydir.
  • iv. fasıl

    her şeyin üst üste geldiğini ve gelen şeylerin oluşturduğu ağırlığın genel olarak talihsizlikler silsilesi olduğunu düşünmenin bir yararı yok "her şeyin anlamsız gelmesi" durumundan kurtulmak için. ancak bunu, o anki zihnî çöküntünün kavrayamayacağı bir aklî düzenin bir parçası olduğunu kabullenmenin bir çare olduğunu düşünmek yeterli ölçüde doyurucudur. zaten din müesseselerinin yaptığı da budur, aklımızın ancak bir bölümünün anlayabileceği (kutsal kitapların aktardığını ya da temel etik değerlere ilişkin mesellerin dolaylı yoldan sunduğunu anlamaktan söz ediyorum) bir düzenin parçası olmak, herhangi bir düzenin parçası olmamaya yeğdir (#16531086). çünkü yerini bulmak, kaybolmaktan daha huzur vericidir. kısaca dinî yapının insana verdiği huzurun açımlaması bu. o hâlde her şeyin anlamsız geldiği insan dine yönelmeden, salt onun insanın güdüklüğündeki (defectus defector) boşluğu doldururken kullandığı yöntemi kullanarak o anki zihnî çöküntünün üstesinden gelebilir mi? en azından durumun farkına varabilecek (yani bunun geçici bir sıkıntı olduğunu bilecek) kadar temellendirme yeteneğine sahipse, bunu başarabileceğine inanıyorum. peki, nasıl? bu yöntem din olmadan işler, ona bakalım.

    bir kere düzene ait olmanın gerekliliğini daha fazla vurgulamak gerekiyor. insanın ilkin başına gelen "talihsiz olaylar"ın aslında "talihsiz olaylar" olmadığını, düzenin bir parçası olduğunu ve buna ek olarak bir düzen varsa, o hâlde onda hiçbir şeyin eksik ya da hatalı olmayacağını düşünmesi gerekiyor. çünkü düzen varsa, içinde düzensiz gibi görünen her olay da aslında nihaî bir nedene yani aristoteles'in dediği gibi (sonradan latinceye çevrilmiş hâli tabi ki) causa finalis'e güdümlü olmalıdır. her olay bir önceki ve bir sonraki olaya bağlı olduğuna göre, ki böyle olmasaydı düzenlilikten bahsedemezdik, nihaî neden bizim genel olarak hiçbir zaman ya da yaşadıklarımızın tesiriyle sadece o an anlayamadığımız, düzene özgü bir "kendini gerçekleştirme"nin de (self-realization) nedeni olabilir. (seneca tanrı için "causa causarum" diyordu, acaba insanın olayları değerlendirme yetisi de causa causarum yani nedenlerin nedeni olabilir mi?) kaldı ki her şeyin anlamsız geldiği anı zihnî açıdan bir çöküntü olarak gördüğümüze göre, düzende gördüğümüz düzensizliğin bu görüntüsünün bizden kaynaklandığı da açıktır. o hâlde biz felsefe kadının maphus damındaki boethius'a ısrarla hatırlatmaya çalıştığı gibi, doğduğumuz andan itibaren en azından yaşamın belli bir süresince farkında olduğumuz düzenliliğe ilişkin bir şeyleri ya unutmuş ya da onları gördüğümüz hâlde, görmemeye başlamış olmalıyız. önceki fasıllarda da geçtiği üzere, zihnî çöküntünün, onun farkına vardığımız andan itibaren oluştuğunu düşünürsek o bizden bağımsız gelişen bir olaylar zincirinin bir neticesi olmamalı.

    başlıktaki durum gerçekleştiğinde ilkin bir tevekkülün en iyi sakinleştirici, uyuşturucu olabileceğini aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor. çünkü bütün olaylar zinciri en nihayetinde bir yaşamı sürdürme telâşına bağlanıyor. bu telâşa son vermek insanın elinde değil mi? evet elinde; ama madem intihar ederek bütün sıkıntılardan kurtulmak bir çözümdü, o hâlde neden insan doğduğu anda ölmedi? ya da neden insan intihar seçeneğini elinde taşırken beri yandan zihnî çöküntüyü önemser; öyle ya epicurus'un dediği gibi ölüm varken biz yoksak, sıkıntılarımız da yok demektir. oysa zihnî çöküntüyü önemsemek de tam ters noktada determinist bir açımlamadır. zihin olduğu ya da olması gerektiği için var; onun gibi, ondaki sıkıntı ve gam yükü de olduğu ya da olması gerektiği için var. o hâlde insanın gerekli olsun ya da olmasın, var olan durumu anlamsız görüp kendi üzerine çıkarmasındansa, kendisini yukarı çıkarıp var olan durumun kendisinden ötürü var olması gereken bir durum olduğunu düşünmesi zihnî çöküntüyü gidermez mi? çile zaten bu yüzden çekilen bir şeydir; çile çekmek, acıları yüklenmek hep varlığının bilincinde olan insanın ölmeye değil yaşamaya tutunması anlamına geliyor. çilekeş bunu, hem de en zor yoldan yapıyor. çünkü biliyor ki kötü diye bir şey yok, varlığının bilincinde olduğu müddetçe bu böyle.

    her şeyi anlamlı kılmak isteyenin düzenliliğe ihtiyacı var, düzenliliğe sığınması gerekiyor. aksi hâlde çekemediği ama sürekli şikayet ettiği çile hâli ondan bağımsız bir şeymiş görünür ona. oysa böyle bir şey yoktur, çile insanın kendisiyle anlamlıdır. o yoksa, beriki de yoktur. stoacılar ve özellikle de ilk hıristiyanlar arasında katlanmanın erdem sayılması, bu yüzden manalıdır. şu dünyada kendinden başkta sana ait hiçbir şeyin olmadığını bu yüzden kendin dışındaki hiçbir şeyin kaybının seni yıkmaması gerektiğini bilmek zorundasın. işte "estne aliquid tibi te ipso pretiosus" düsturu budur. medea'yı düşün; iason tarafından terk edilince iki çocuğunu birden kesmişti sırf kocasının neden olduğu talihsizliği yok edebilmek için. onun için "çok şey" ifade eden iki çocuğunu da iason'un önünde kestikten sonra şöyle demişti: "...plura non habui,..." (seneca, medea 1019) "hiçbir şeyim kalmadı" ve kendisinden başka hiçbir şeyi olmadığının/kalmadığının bilincinde olarak şöyle de son sözünü söylemişti:

    "...şu yaşlı gözlerini kaldır yukarı,
    ah vefasız iason. karını tanımıyor musun?
    ben hep böyle kaçarım. işte bir yol açıldı bak gökyüzünde:
    pullu boyunlarını eğmiş şu iki yılan, boyunduruğa uzatıyor.
    al artık oğullarını, babaları olarak;
    bense binip arabama rüzgârlara karışacağım." (1020-1025)

    ve medea giderken, geride sadece iason'un temsil ettiği talihsizliği bırakmış olur. bu inanılmaz kötümser görünen hikâye aslında insanın en büyük talihsizliklerin tehdidi altında bile, değerli olan her şeyi, kaybedecek bir şeyi kalmayana dek, kendisine indirerek büyük büyük gürültülerden uzaklaşması gerektiğini haykırıyor. buradaki bütün fasılların söylediği şey de buydu zaten.
  • * insanin cani hicbirsey istemez hale gelir,misal onune angelina jolie,adriana lima,monica bellucci den bir aranjman yapip koysalar eyvallah der gotu devirip yatarsin.
    * guzel anlarda hizi olculemeyen zaman kavrami bu siktigimin anlarinda akmaz olur,geceler olmaz, sabahlar olmaz mal gibi saate bakip durursun.
    * kafayi dagitmak icin arkadaslarla plan yapar,gider icersin.ya yuzun gulmez,gulse de sikimtrak yalanci bir ifadeyle sikko sikko bakinirsin.
    * onceden surekli orada olmak icin ic gecirdigin mekanlar sana birseyifade etmez olur.
    * isin kotusu sen bu durumdan cikmak icin cirpindikca daha da cok batarsin.
    * bilirsin ki tum bunlar gececek,sen yine yukselise gececeksin,yuzun gercekten gulmeye baslayacak,eskiden aldigin zevki yeniden almaya baslayacaksin.sonra kendi kendine "iyi de ne zaman?" dersin ve yine basladigin yerdesin.
    * hissettigin bu degersizlik yetmezmis gibi murphy yasalari harfi harfine, eksiksiz bir sekilde aleyhine calismaya baslar.
    * yoldan gecen bir arabanin onune atlayip atlamamak arasinda cok gidip gelirsin,ama o araba gitmistir coktan.atlasanda hemen sonunu getirmeyecegini dusunur, buna da uzulursun.nede olsa murphy yasalari bunun icin vardir.
    * iste,evde,arkadas ortamlarinda mutsuzlugundan dolayi,insanlarin daha da cok uzaklastigi,aramadigi, olursun.2 gun boyunca telefonuna gelen tek mesaj carrefourun aptal indirim mesajidir.

    kissadan hisse cok boktan bir olaydir.yapilacak pek cok sey varken hic birsey yapamama durumudur.
  • benim adıma muhtelif sebeplerden dolayı çok sık hissedilebilen kısa ve geçici ruh halinden başka bir şey değil.zira kimi insanlar için uzun bir süreç haline geldiyse durum biraz değişir.
    verilmeyen cevaplardan sıkılmış olabilirsin, dönmeyen sevgili kalbini yormuş, insanlar daraltmış, otobüsler bunaltmış, yalanlar, rekabet ve birçok insan illüzyonu yüzünden ruhun tükenmiş gibi hissedebilirsin.fakat genede gün batarken oltalarını yemleyip denize atan balıkçıların olduğu bir dünya anlamsız değildir.
  • yorgunluğu peşinden sürükleyen ya da yorgunluğun peşinden sürüklediği bir his. birini ucundan tutup sürüye sürüye taşımaya çalışırken, ucu yere sürüdükçe toz toprağa bulanır, toz toprak diğeridir, alır kendi parçası yapar onu, böylece giderek ağırlaşır çekiştirdiğimiz şey, daha da sürürüz, daha da ağırlaşır.

    resim yapmak lazım o zaman.
    ağlamak lazım biraz, yaptıkça.
  • kötü. 70-80 yıllık bir hayat, bunun 25 yılı geçti. zaman çabuk geçiyormuş yani bu dünyada. kaldı 50 yıl desek... ee sonra? ben ne için yaşadım? ne için üzüldüm? ne için kendime eziyet ettim? hepimizin hayatı birgün yokolacağına göre her şeyin ne anlamı var? ne için uğraşıyoruz? sürekli aklımda bunlar.
  • her şeyin bir anlamı olması gerektiğine inananların kaçınılmaz sonudur.
  • fani dünya'nın boş olduğunu ve herşeyin bir sınav olduğunu düşünmeye başlamak ile beraber gelen his.
hesabın var mı? giriş yap