• sadece islama inananların değil inanmayanların da peygamberi.aslında onlar bilmesede onlar için rabbinden yarabbim bilmiyorlar affet diye af dilediği yüce peygamber.ümmetim ümmetim diyen şefkat merhamet sahibi nur ların nur u.beni görmeden beni seven kardeşlerimi çok merak ediyorum diyebilen alçakgönüllü peygamber.üzerinde hakk teala nın nurunu taşıyan onun ismi şeriflerinin tecellesi olan yüce peygamber.

    (bkz:evliliklerine laf edenlere soruyorum babanız annenizle dedeniz ninenizle kaç yaşında evlenmiş bi sorun bakalım.kızların ergenlik dönemi kaç yaşında başlıyormuş bir sorun bakalım.cahil cahil konuşmayın yada hiç konuşmayın ki birşey biliyor sansınlar )
  • iki ayetle başlamak istiyorum.

    kuran'da günümüzdeki ve geçmişteki cihadsever müslümanları tokatlayan müthiş bir ayet vardır, yunus peygamberin kavminden hareketle, yunus suresi 99: "eğer rabbin dileseydi, yeryüzündeki insanların tümü toplu halde mutlaka iman ederlerdi. hal böyle iken, mümin olmaları için insanları sen mi zorlayacaksın!"

    şura suresi 48'de de peygamberi bekçiliğe karşı uyarır: " yüz çevirirlerse, biz seni onlar üzerine bekçi göndermemişiz. sana düşen, tebliğden başka bir şey değildir."

    niye bu iki ayetle başladım, şu yüzden: hizbullah ve el kaide başta olmak üzere çeşitli kesimlerin islam'dan anladığı şeyin, muhammed'e bildirilenle onun uygulamalarından farklı olduğu aşikar. tanrı tarafından belirlenen sınıra göre, müslümanların müslümanlığının bekçisi dahi olamayan bir peygamberden bahsediyoruz. peki "peygamberin kılıcı" bahsi nedir o halde? şöyle xvi. yy.'da francis bacon, dinde (kilisede-mezheplerde) birliğin yollarını ararken, sermones fideles sive interiora rerum iii.'te bir yerde şöyle der: "...dinin birliğini sağlarken, sağlamlaştırırken özellikle birliğin ve tanrısal şefkatin yasalarını yaralamamaya, bozmamaya gayret etmelidir. hiristiyanlar dünyevi ve ruhani olmak üzere iki kılıçtan söz ederler. hiristiyanlıkta bu iki kılıcın, dini yaymaya ve korumaya yönelik, kendilerine özgü yerleri ve görevleri vardır." (iii. de ecclesiae unitate: "iam, quatenus ad modos per quos conciliatur unitas, cavendum est hominibus ne dum unitatem religionis procurent et muniant, leges charitatis et societatis solvant et demoliantur. inter christianos duo tantum recipiuntur gladii, spiritualis nempe et temporalis. uterque autem suum habet locum et suo perfungitur munere in religione christiana propaganda et protegenda.") buraya kadar tamam, ancak bundan sonrasında bacon, müslümanların peygamberi muhammed'e sataşarak şöyle der: "bunların yanında muhammed ve onun gibilerin kullandığı, asla elimize almamamız gereken üçüncü bir kılıç daha vardır: bu kılıcı kullanırsak, dini savaşla yayar, vicdanları baskı altına alan kanlı zorbalıklara neden oluruz. halkın eline kılıcı vermek, halka karşı açık saygısızlıkların, geleneklere aykırı davranışların, kumpas kurmaların, isyanların desteklenmesi, suikastlerin, cinayetlerin artmasını ve benzeri sonuçları doğurur. bütün bu şeyler açıkça devletin büyüklüğüne zeval vermeye ve yöneticilerin otoritesini sarsmaya yöneliktir. oysa bu yetkinlikler zaten tanrı tarafından düzenlenmişlerdir." (a.g.e.: "sed neutiquam arripiendus est gladius tertius, qui est mahumetis aut illi similis: hoc est, ut religionem bello propagemus, aut cruentis persecutionibus vim conscientiis inferamus, exceptis casibus scandali aperti et insolentis, blasphemiae, aut machinationis adversus statum civilem, ne dum ut foveantur seditiones, animentur coniurationes et rebelliones, gladius in manus populi transferatur, et similia. quae omnia manifesto tendunt ad maiestatem imperii minuendam et auctoritatem magistratuum labefactandam, cum tamen omnis legitima potestas sit a deo ordinata.")

    "muhammed'in kılıcı"nın akıttığı kana dair, papa xvi. benedictus'un 9 - 14 eylül 2006 tarihleri arasında almanya'da yapmış olduğu konuşmada da benzer bazı ifadeler vardır:

    "...inanç işlerinde zorlama yoktur - bu, konuyla ilgili bilgi sahiplerinden bildiğimize göre, muhammed'in de güçsüz ve tehdit altında bulunduğu zamanlardan kalan, ilk surelerden. tabii, imparator kuran'da yer alan -daha sonra ortaya çıkan- kutsal savaşla ilgili hükümleri de biliyor. imparator, 'kitaplılar'la 'inançsızlar' arasındaki farklı muamele konusunun ayrıntılarına girmeksizin, şaşırtıcı bir haşinlikle, bizi yadırgatacak bir sertlikle, keskin bir şekilde konuyla, dinle şiddet arasındaki ilişkiyle ilgili, konuşma arkadaşına yöneliyor. diyor ki: 'bana muhammed'in getirdiği yeni bir şey var mı, göster bakalım. o vakit sadece, yazdığı gibi, inancını kılıçla yaymak gibi kötü ve insani olmayan şeyler göreceksin.' imparator, bunu dile getirdikten sonra, inancı şiddete başvurarak yaymanın, neden ters tepici olduğunu, daha ayrıntılı olarak gerekçelendiriyor. şiddet, tanrının ve ruhun doğasıyla aykırılık içindedir." (#10043430)

    oysa en başta sunmuş olduğum her iki ayet de burada "kan akıtıcı islam" figürünün tersini emreder. hatta bakara suresi 256. ayet de bizzat kan dökücü, cihadseverlerin islam'dan hiçbir şey anlamadıklarını da ortaya koyar:

    "dinde baskı-zorlama-tiksindirme yoktur. doğru bilgiye dayalı eriş, bozuk bilgiye dayalı sapıştan açık bir biçimde ayrılmıştır. her kim tâğuta sırt dönüp allah'a inanırsa hiç kuşkusuz sapasağlam bir kulpa yapışmış olur. kopup parçalanması yoktur o kulpun. allah, hakkıyla işiten, en iyi biçimde bilendir."

    muhammed'i cihadsever müslümanlardan ayıran yaşar nuri öztürk'e göre, peygamberin kullandığı kılıç, kuran'ın bildirdiği emre aykırı değildir, şöyle diyor: "...hz. peygamber'in kılıç kullanması bu kurala aykırı değildir. çünkü kılıcı nebî olarak değil, bir insan sıfatıyla kullanmıştır. o, normal görevi olan tebliği yapıyor; siz bu apaçık tebliği (belâğ-ı mübîn) engelliyorsunuz. bu andan sonra hukukun genel kuralları işlemeye başlıyor. yani hiç kimseye dokunmadan, kimseyi zorlamadan inandığı gerçekleri tebliğ eden bir insana müdahalenin vücut verdiği meşru savunma hakkı doğuyor. nebî ve ona bağlı olanlar bu hukuksal haklarını kullanıyorlar. hatta hz. peygamber ve bağlıları bu meşru savunma haklarını bile çoğu kere kullanmamışlardır. bir grup düşünün, malını mülkünü mekke'de, müşrik saldırganlara bırakarak medine'ye hicret ediyor. öteki grup, önceki yaptıkları yetmiyormuş gibi kalkıp medine'ye kadar geliyor ve hicret eden o insanları orada da zulmü altında ezmek istiyor. bunlara karşı savaşıyor hz. peygamber ve bağlıları. böyle bir savaşı 'dini savaşla yaydılar' yalanına delil olarak kullanmak akla ters düşmektir. dini kılıçla yaymak yok, fakat tebliği engelleyenlere kılıçla karşı çıkmak vardır. buradaki espriyi iyi kavramak gerekir." (y.n. öztürk, kur'an ve sünnete göre tasavvuf, sf.107, yeni boyut 7. baskı, istanbul 1997)

    küresel bağlamda islami terrör diye bahsedilen olguya dair mustafa akyol'un koymuş olduğu bir şerh var, ondan alıntılayarak hz. muhammed'in kılıcına dair kimi batılı söylemleri sürdürelim. akyol, "hâlâ islam’ın yanında ve terörizmin karşısındayım" başlıklı yazısında (http://www.derindusunce.org/…orizmin-karsisindayim/) şöyle diyor: "...bilgileri kullanırken seçici davranıyorlar; bu şekilde önyargılarına dayanan tezlerini destekleyen düşünceleri güzelce kullanıp, desteklemeyenleri hiç görmek istemiyorlar. bu şekilde islam’daki ve islam tarihindeki emsalsiz insanlık ve hoşgörü öğretisini ve örneklerini görmemezlikten geliyorlar. ayrıca, islam medeniyetinin uzun tarihi boyunca ortaya çıkan bütün kanlı sayfaları islam’a ait değerlerle ilişkilendirip müslümanların da yanlışlar yapabileceği, bunun sebebinin islam’ın yönlendirmesi değil, kişilerin kendi seçimleri olabileceği gerçeğini gözardı ediyorlar." burada, daha evvel benim #13433290 ve #13501931 nolu entirilerimde de yazmış olduğum gibi tek bir "islam"dan bahsedemiyoruz, ne geçmişte bu böyleydi ne de şimdi. islam dinine mal edilen her türlü kanlı eylem, tümüyle islam'ı bağlamaz diye düşünüyorum. bunun için de en temel dayanağım daha muhammed peygamber ölür ölmez islam'ın içinde ayrışmaların ve hzipçiliğin başlamış olmasıdır. hatta şöyle bir kurgu anlatılır hep, muhammed'in cenaze işleriyle uğraşmakta olan ali'nin, "muhammed sonrası iktidar kimin elinde olacak" tartışmasından uzakta kaldığından ali taraftarlarının tepki gösterdiği ve ali taraftarı olmayanları "muhammed düşmanı" olarak gördüğü söylenmiştir. bu kurgu sadece bu haliyle kalmamış, ayrışmalar #13501931 entirimde de belirttiğim gibi had safhaya yükselmiştir. ayrışmalardan da ayrışmalar çıkmıştır, öyle ki sonunda "hakiki müslüman" diye mutlak bir değer yargısının olmadığı anlaşılmıştır. aynı probleme alevilerin surekli katliama ugramasi hususunda da rastlarız, öyle ya "hangi 'doğru' islam anlayışı", "hangi 'doğru' islam anlayışı"nı yargılamış ve ezmiştir? düşünebiliyor musunuz "yorum kapılarının açık bırakılışı" islam'ın sunduğu her bilginin tartışılmasına, yerilmesine sebep olmuştur. (örneğin bkz. orhan hançerlioğlu, başlangıcından bugüne mutluluk düşüncesi, sf.23vd., varlık yay., 1965) islam'ın bu haliyle tartışmaya kapalı olduğunu iddia etmek yersizdir, zira daha peygamber ölür ölmez beliren, farklı görüşlerden doğan egemenlik savaşının kendisi de öyle boyutlara varmıştır ki akan kanların önü alınamamış, peygamberin soyundan gelenler bile daha ilk yüzılda katledilmiştir. yani peygamberin kılıcı hem islam dininin içinde hem de dışında ne kuran'dan ne de peygamberin kendisinden icazet almıştır! peygambere atfedilen hadislerle ilgili reşad halife, edip yüksel gibi düşünürlerin "sadece kuran'a bakalım, hadislere itibar etmeyelim, peygamber sadece tebliğ edendir. hadisler" düsturların da bu yüzden haklılığı yok değil. (şu linklerden yüksel'in "şeytani öğretiler" olarak bahsettiği peygambere atfedilen bazı hadislerin kuran'la çeliştiğine dair bir karşılaştırmalı derlemeye ulaşabilirsiniz: http://www.flickr.com/…2565@n08/2621320388/sizes/o/ - http://farm4.static.flickr.com/…81_a50b34b4d5_o.jpg)

    ancak benim asıl dikkatimi çeken husus, giovanna borradori'nin derlediği, türkçeye emre barca tarafından çevrilen yapı kredi yayınlarından da basılan terör günlerinde felsefe adlı yapıtta da rastgeldiğimiz gibi jürgen habermas ve jacques derrida gibi modern felsefecilerin hala ve hala tek bir islam fotoğrafı çekebiliyor gibi konuşmalarıdır. habermas'ın milliyetçi cuntaların yaratmış olduğu hayal kırıklığından ötürü 'bugün dinin, eski siyasi eğilimlere göre öznel anlamda daha ikna edici bir dil sunuyor olmasını' doğal karşılaması da şaşırtıcıdır. (radikal kitap, s.383, sf.12: 18 temmuz 2008 cuma : http://www.radikal.com.tr/…20.07.2008&categoryid=40) tek bir islam gibi tek bir din fotoğrafı çekilebilirmiş ve ona göre bir değerlendirme yapılabilirmiş gibi, öylesine rahat bir değerlendirmedir bu. öyle ki kant'a atfedilen "aydınlanmış bir çağda değil aydınlanma çağındayız" sözünden hareketle günümüzdeki rejimlerin bile tartışmaya açılabildiği bir ortamda "mutlak iyi"yi temsil etmediklerine dair söylem mutlak bir şekilde sunulurken, söz konusu olan 11 eylül sonrası amerika'nın yaşadığı histeri hali olunca (habermas'a göre) radikal islam ve buna bağlı olan küresel terör modernitenin panik içindeki reddi, hızı önlenemez hale gelen modernleşmeden kaynaklı bir eşitsizliğin dışavurumu tespiti de sanki bütünüyle doğruymuş gibi beraberinde geliyor. batıdan doğuya bakılınca "radikal islam" görülebiliyor da, doğudan batıya bakınca görülen başka-islam dışı radikal söylemler, oluşumlar da acaba yine modernitenin reddi olarak mı değerlendirilmeli? muhammed'in kılıcı burada farklılaştırıcı unsurmuş gibi durmasın, zira yine habermas'ın yukarıda alıntılamış olduğum gibi, "dinin ikna ediciliğine" dair tespitini sadece islamiyet değil hiristiyanlık açısından da değerlendirmek gerek. dünyada muhafazakarlaşmanın yükseldiğini görüyoruz ve burada sadece habermasçı "modernitenin reddi"ne bağlılık durumu göze çarpmıyor, ikna ediciliğin kökünde profanlaşmayı aramak gerek. kimse yoğurdum kara demez, hiçbir dindar için, içinde olduğu inanç dünyası berbat değildir. lucretius, de natura deorum'unda "tantum relligio potuit suadere malorum" yani türkçesiyle "din, insanları böylesine kötülüklere yönlendirebilir" diyordu kral agamemnon'un, kızını savaşta zafer uğruna tanrılara kurban vermesi durumu karşısında! amerika'nın ırak saldırısı altında da dinsel sebepler arayanlar yok mu, bay başkanın "haçlı seferi" gafı da hafızalarda taze!

    galiba bacon'ın öğüdünü dinleyen kimse yok, o "muhammed'in kılıcını kimse eline almamalıdır" demeye getiriyordu, ama ne hiristiyanlar ne müslümanlar felsefeci, filozof milozof dinlemiyor, daha peygamber ölür ölmez peyda olan islam içi egemenlik mücadelesinde kimsenin kuran'ın söylediklerini ciddiye almaması gibi. elden düşmeyen bir kılıç, muhammed'in kılıcı!
  • ilginç bir şekilde eşleriyle yaş ortalamasını hep tutturmaya çalışmış bir peygamberimiz.
    misal kendisi 25 yaşındayken hz. hatice ile evlenmiş; 60'ına geldiğinde de (sözlükte de büyük gürültüler koparmıştı bir aralar) 9 yaşında bir hanım kızımızla* dünya evine girmiş.
    dikkat ederseniz yaş toplamları hep birbirine yakın!

    genel bir erkek eğilimi mi yoksa peygamberlere özgü bir olay mı bilmiyorum. ramazan öncesi -zaten yerlerde sürünen- karmayı da piç etmek istemiyorum ama simit sarayı'ndan simit alırken birden aklıma geldi.
    niye simit sarayı diye de sormayın...
  • ben, kendimi muhammed peygamberin savunucusu olarak gormuyorum.

    fakat bazi seyleri duydugumda gülüyorum. bana garip geliyor, anlamiyorum, "nicin" diye soruyorum kendime.

    muhammed'in en fazla sorgulandigi ve elestirildigi konu, cok sayida kadinla evlenmesi. hatta ozellikle aise ile olan evliligi. biliyorsunuz, peygamberle evlendiginde aise 9'lu yaslarindaydi.

    yil 600 küsür... belli bir toplum yapisi var. insanlar tuttugu ile evlenebiliyor. tuttugunu öldürebiliyor. kimsenin itiraz edebilecegi hukuki altyapi yok. bir kabile düzeni söz konusu. daha da önemlisi, insanlarin "reşit" sayildigi bir yas yok. öyle bir şey "bilinmiyor".

    o dönemde dünyanin bircok ülkesinde degil yasi kücük bir kadinla evlenmek, bize cok daha "ohannes" gelebilecek uygulamalar sözkonusu. örnekleyeyim; o devrin uygar sayilabilecek pekcok toplumunda insanlar annesiyle veyahut kizkardesiyle, yahut kadinsa babasi veya abisiyle evlenebiliyor, cinsel iliskiye girebiliyor, cocuk sahibi olabiliyor. bunlar uydurma degil, yalan degil, abarti degil, bilinen tarihi gercekler.

    hal boyle iken, peygamber muhammed'in 9 yasinda bir kizi (cocuk degil, o devirde bu yasta olan insanlar cocuk olarak gorulmuyordu) nikahina almasi neden garip goruluyor?

    bizler daha 100 yil kadar önce insanlarin belli bir egitimden gectikten sonra ergen olabilecegine karar verdik. daha 100 sene oncesinde bu egitim dedigimiz sey sadece okuma-yazma ogrenmekten ibaretti.

    sonradan gelistik, öğrendik, bilinclendik. cocuklarimiza okuma yazma disinda egitim vermemiz gerektigini ogrendik. sonra zaman gelisti, degisti, bilincimiz artti. bugun modern toplumlarda 6 yasindan sonra en az 12 yil, bizde ise en az 8 yil cocuklarimiza egitim vermemiz gerektigini farkettik. cocuklarin ergenlige, yani kendi baslarina hareket etmeleri gereken caga gelmelerinde bu egitimin onemli oldugunu anladik. tüm bunlari dünya insanlari olarak sadece son 100 yildir biliyoruz. ancak öğrenebildik, ancak bu seviyeye gelebildik.

    bunu biz yeni yapabilmisken, kadin olsun erkek olsun, daha insan hakki diye bir seyden haberdar olmadigimiz bir cagda, bizlere yeni acilimlar, yeni ufuklar sunmus bir insanin 9 yasinda birini nikahi altina almasini nasil sorgulayabiliriz? o devirde erkeklerin 13-14 yasinda aile kurdugunu, kadinlarin daha o yaslarda iken coluk cocuga karistigini nasil unuturuz?

    daha ileri gideyim, o caglarda ortalama insan ölmürün 40 yili bile bulmadigini bilmiyor muyuz?

    bunlar o dönemin yasananlariydi. bugun ise farkli bir hayat yasiyoruz. farkli bir dünyadayiz. o günkü sartlar bitti, gecti. bizler hayata 18 yasinda basliyoruz, bundan sonra da boyle olacak. artik bundan geri dönüş yok.

    tek tepkimiz, günümüzde insanlarin 18 yasindan once cocuklarini hayata atilmaya zorlamalari, yahut hayat sartlarinin bu zorlamayi mecburi hale getirmesi olmali. peygamber 1400 yil önce öldü. bize bir ufuk sundu, bize yol gosterdi, o devirde yapilabilecekleri yapabildigi kadar yapti.

    daha neyi zorluyoruz, daha neyi sorguluyoruz?
  • hakkinda akla mantiga sigmayacak dedikodulardan ibaret yazilar yazilan, onursuzca karalanan son peygamber.
    haber " muhammed 9 yasinda bir kizla evlenmis " gibi sacma sapan bir haber. tam bir yildir tartisilan ama hala bazilari tarafindan gündem de kalan haber. inanan inanmayan herkesin aklina ister istemez soru isaretleri getiren bir haber. tamamen kafa karistirmaca.
    bu lafin arkasinda at kosturanlar bilmedikleri veya bilmek istemedikleri bir konu üzerinde durduklarindan ortaya karmasalar cikariyorlar.
    her tarafta bircok kaynak olsa da, aslinin olmadigi söylense de, televizyonlar da bas bas bagirilsa da yine bir yerden cikiyor karsiniza.
    insanlari islamdan uzaklastirmanin sogutmanin en kolay yolu bu mu? muhammed'i ( s. a. v. ) karalamak mi?
    konuyu arastirmak yerine neden duydugunuz tek lafi aklinizda sorun ediyosunuz? insanlarin da kafasini karistiriyorsunuz?
    o dönemde sahabi savaslarda sehit oluyor, esleri dul, cocukları yetim kaliyordu. peygamberimiz sahabiye bu dul hanimlar ile evlenmelerini, onlari evsiz, cocuklarini bakimsiz birakmamalarini tavsiye ediyor, kendisi de bu dul hanımlar ile 53 yasından sonra evleniyorlar.
    evlendiklerinden bazilari:

    hz. sevde: 53 yaşında, dul.

    hz. aise: peygamberimizin dul olmayan tek esidir. peygamberimiz genc yasta olan (17-18 yaşlarında : hz. aise'nin ablasi esma hicrette 27 yasindaydi. hz. aise ablasindan 10 yas kücük olduguna göre onun da hicrette tam 17 yasinda olmasi gerekir. ayrıca hz. aise peygamberimizden önce mut'im ogullarindan cübeyr'le nişanlanmış, daha sonra cesitli nedenlerle ayrilmislardi.mut'im ailesi putperest bir inanca sahip ailedir. demek ki evlenecek cagda bir kizdi, nisanlanmiş, nisan bozulmus sonra peygamberimizle evlenmistir) hz. aise ile evlenir. müslüman hanimlarin sormaya utandigi sorulara cevap vermesi icin peygamberimiz hz. aise ile evlenmis ve onu ögretmen olarak yetistirmistir. hz. aise peygamberimizden 2000 hadis rivayet etmis, müslüman kadin ve erkeklere ögretmenlik yapmis, hatta müslüman ordularin komutanligini dahi üstlenmistir.

    hz. hafsa: dul.

    huzeyfe kizi zeynep: 60 yasinda dul.

    ümmü seleme: 65 yasinda 4 cocuklu dul.

    cahs kizi zeynep: dul.

    ümmü habibe: 55 yasinda dul.

    cüveyriye, safiye: esir (esir ve cariyelerle evlenmek adet degil iken peygamberimiz onlar ile evlenerek onlarin da aile kurma haklarinin oldugunu , onlarinda insan oldugunu cevresindekilere ispat eder .)

    meymune: 2 cocuklu dul.

    misirli mariye: cariye.

    dikkatli bir sekilde inceleyen herkes dünyevi birsey olmadigini, akla mantiga (!) aykiri birsey olmadigini rahatlikla görebilir.

    " bir elime ayi, bir elime günesi koysaniz ben bu davadan vazgecmem."
  • dönemle ilgili kişilerin yaşları ile belli başlı olayların karşılaştırılması halinde en basit kıyaslamalarla bile hz. aişe validemizin evlendiği zaman en az 17 yaşında olduğu neredeyse kesin olarak ortaya çıkmaktadır. bu konu müslümanların yanlış aktarılan bazı hususlarda hiçbir kötü niyet ve fenalık hissetmediklerinden araştırma zahmetine girmemeleri nedeniyle şimdiye kadar üzerinde durulmayan mevzulardan biri olmuştur. bu hususu mide kaldırmayan hakaretlerle bezeyerek sık sık gündeme getirmek yeni zamanın modalarından. her şerde bir hayır vardır misali, ne zaman ki her güne bir müslümanları rencide eden, o çok sevdikleri peygamberlerine ve annelerine (peygamber efendimizin hanımları tüm müslümanların anneleridir) yönelik çirkin iftiralar gündeme gelir oldu, bu konunun etraflıca açıklanma gereği de ortaya çıktı.

    dr. reşit haylamaz'ın hz.aişe'nin evlenme yaşı ile ilgili makalesinden ilgili bölümleri alıntılarsak, hangi noktalardan hareketle 17-18 yaşlarına ulaşıldığı görülebilir. durum her ne kadar tartışmaya gerek bırakmayacak açıklıkta olsada, tartışmanın ya da daha doğrusu konu üzerinden yapılan iftiraların sona ereceğine dair ümidim yok o ayrı. belki hakikaten iyi niyetle merak edip öğrenmek isteyen vardır da uğraştığımıza değer.

    ''1. risâletin ilk günlerinde müslüman olanların isimleri sıralanırken, ablası esmâ vâlidemiz’le birlikte âişe vâlidemiz’in adı da zikredilmektedir. dikkat çekici olan bu zikrin, hz. osmân, zübeyr ibn avvâm, abdurrahmân ibn avf, sa’d ibn ebî vakkâs, talha ibn ubeydullah, ebû ubeyde ibn cerrâh ve erkam ibn ebi’l-erkam gibi ‘sâbikûn-u evvelûn’ tabir edilen en öndekilerin hemen arkasından; abdullah ibn mes’ûd, ca’fer ibn ebî tâlib, abdullah ibn cahş, ebû huzeyfe, suhayb ibn sinân, ammâr ibn yâsir ve habbâb ibn erett gibi isimlerden de önce gerçekleşiyor olmasıdır. demek ki âişe vâlidemiz, o gün küçük de olsa ‘irade’ beyanında bulunabilecek bir çağda ve ilk müslümanlar arasında yer alabilecek bir durumdadır. söz konusu bilgilerde ondan bahsedilirken, ‘o gün o küçüktü.’ şeklinde bir kaydın konulmuş olması, bu manayı ayrıca teyit etmektedir.(ibn hişâm, sîre, 1/271; ibn ishâk, sîre, konya, 1981,124)

    2. ablası esmâ vâlidemiz’in konumu da bu kanaati güçlendirmektedir; zira onun, on beş yaşında iken müslüman olduğu bilinmektedir. bilinen bir gerçek de onun, 595 yılında dünyaya gelmiş olduğudur. bütün bunlar, risâletin ilk yılı olan 610 tarihini göstermektedir. demek ki âişe vâlidemiz, yaşı küçük olmasına rağmen 610 yılında müslüman olmuştur. bunun için o gün onun, en azından beş, altı veya yedi yaşlarında olması gerekir ki, on üç yıllık mekke hayatıyla en az yedi aylık (âişe vâlidemiz’in, hicretten yedi ay sonraki şevvâl değil de bedir sonrasına denk gelen ikinci yılın şevvâl ayında evlendiği de ifade edilmektedir. bu durumda onun evlilik yaşı, bir yıl daha gecikmiş demektir. nevevî, tehzîbü’l-esmâ, 2/616) medine günleri de bu tarihe ilave edildiğinde onun, allah resûlü ile evlendiği gün –risâletten beş yıl önce dünyaya gelmiş olma ihtimalini esas alacak olursak- en azından on sekiz yaşında olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır.(nevevî, tehzîbü’l-esmâ, 2/597; hakim, müstedrek 3/635)

    3. mekke günleriyle ilgili olarak âişe vâlidemiz, "ben mekke’de oyun oynayan bir kız iken hazreti muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’e, ‘doğrusu, onların asıl buluşma zamanları, kıyamet saatidir; kıyamet saatinin dehşeti ise, tarif edilemeyecek kadar müthiş ve ne acıdır!’ (kamer sûresi, 46) ayeti nâzil oldu." bilgisini vermektedir ki bu bilgi, onun yaşıyla ilgili olarak bize farklı kapılar aralamaktadır. şöyle ki:

    söz konusu ayet, kamer sûresinin 46. ayetidir ve bütün halinde nâzil olan bu sûrenin, ibn erkam’ın evinde iken ve bi’setin dördüncü (614), sekizinci (618) veya dokuzuncu (619) yılında indiğine dair farklı rivayetler vardır. özellikle ayın ikiye yarılma hadisesini ve o gün buna olan ihtiyacı nazara alan bazı âlimler, söz konusu tarihin 614 olması gerektiği üzerinde durmuşlardır ki bu tarih esas alındığında hz. âişe vâlidemiz, ya henüz dünyaya gelmemiş veya yeni doğmuş demektir. 618 veya 619 tarihi esas alındığında da durum pek değişmemektedir. zira bu durumda o, henüz dört veya beş yaşında demektir ki her iki yaş da, söz konusu hadiseyi kavrayıp yıllar sonra da aktarabilecek bir olgunluğu ifade etmemektedir. bu durumda ise o, en yakın ihtimalle risâletin başladığı günlerde dünyaya gelmiş olmalıdır.

    burada dikkat çeken başka bir husus da, o günü anlatırken bizzat âişe vâlidemiz’in, "oyun oynayan bir kız çocuğu idim." şeklindeki beyanıdır. kendisini ifade ederken kullandığı ‘kız çocuğu’ kelimesinin karşılığı olan ‘câriye’ lafzı, ergenlik çağına geçişi ifade etmekte ve o dönemler için kullanılmaktadır. bazı bilginler bu kelimenin, on bir yaşın üzerindeki kız çocukları için kullanıldığını ifade etmektedir.

    kamer sûresinin indiği tarih olarak 614 yılını esas alacak olursak, âişe vâlidemiz’in risâletten en az sekiz yıl önce doğmuş olduğu ortaya çıkar ki bu tarih 606 yılına tekabül etmektedir. bu ise, evlendiği gün onun on yedi yaşında olduğunu ifade eder. sûrenin indiği tarih olarak 618 yılını kabul ettiğimizde ise onun, 610 yılında dünyaya gelmiş olma ihtimalini ortaya koyar ki bir yönüyle bu, evlendiği gün âişe vâlidemiz’in on dört yaşında olduğu sonucunu doğururken diğer taraftan onun, risâletten dört yıl sonra dünyaya gelmiş olamayacağını ispat eder.

    bu bilgilerle birinci maddede ifade edilenleri yan yana getirdiğimizde, âişe vâlidemiz’in 606 yılında dünyaya geldiği ve on yedi veya on yedi buçuk yaşında iken de evlendiği sonucuna ulaşmamız mümkün olmaktadır. (buhârî, fezâilü’l-kur’ân 6, tefsîru sûre, (54) 6; aynî, bedruddîn ebû muhammed mahmûd ibn ahmed, umdetü’l-kârî şerhu sahîhi’l-buhârî, dâru ihyâi’t-türâsi’l-arabî, 20/21; askalânî, fethu’l-bârî, 11/291. 13.suyûtî, itkân, beyrut, 1987, 1/29, 50; doğrul, asr-ı saadet, 2/148)

    4. âişe vâlidemiz’in mekke yıllarıyla ilgili olarak anlattığı bazı hatıralar da bunu destekler mahiyettedir. mesela;

    a) risâletten kırk yıl önce gerçekleşen ve tarih belirlemede bir kıstas olarak kabul gören fil hadisesinden geriye kalan iki kişiyi mekke’de dilenirken gördüğünü söylemesi;

    b) mekke’nin en sıkıntılı günlerinde allah resûlü’nün sabah-akşam kendi evlerine geldiğini ve bu sıkıntılara dayanamayan babası hz. ebû bekir’in de habeşistan’a hicret teşebbüsünde bulunduğunu detaylarıyla birlikte anlatması;

    c) ilk defa namazın ikişer rekat farz kılındığını, mukim olanlar için daha sonraları onun dört rekata çıkarıldığını, ancak sefer durumlarında yine iki rekat olarak bırakıldığını ifade etmesi;

    d) "biz isâf ve nâile’yi, kâbe’de cürüm işlemiş ve bu sebeple allah’ın kendilerini taş haline getirdiği cürhümlü bir adamla kadın olarak duyup dururduk." (ibn hişam, sire, 1/83) gibi ifadelerle ilk günlerle ilgili nakillerde bulunması gibi daha pek çok hatırat, daha ilk günlerden itibaren onun, gelişmeleri takip edebilecek bir çağda olduğunu ifade etmektedir.

    5. efendimiz’le izdivacı söz konusu olduğu günlerde âişe vâlidemiz’in, mut’im ibn adiyy’in oğlu cübeyr ile sözlü oluşu da bu kanaati güçlendirmektedir. burada ayrıca dikkat çeken husus, söz konusu teklifin, havle binti hakîm gibi aile dışından birisi tarafından gündeme getirilmiş olmasıdır. açıkça bu onun, o gün evlilik çağına gelmiş ve evlendirilebilecek genç bir kız olduğunu ifade etmektedir.

    söz konusu ‘sözlülük hali’nin, ibn adiyy ailesi tarafından ve oğullarının anlayışı değişir gerekçesiyle feshedildiği de bilinen bir gerçektir. (buhârî, nikâh 11; ahmed ibn hanbel, müsned, 6/210; heysemî, mecmaü’z-zevâid, 9/225; beyhakî, sünen, 7/129; taberî, târih, 3/161-163) burada akla, ibn adiyy ailesinin, oğullarının anlayışını değiştireceklerinden endişe ettikleri ebû bekir ailesiyle böyle bir akdi niye ve ne zaman yaptıkları sorusu gelmektedir. bunun en makul cevabı söz konusu akdin, ya risâletten önce veya islâm’ın açıktan tebliğinin başlamadığı dönemde gerçekleşmiş olduğu şeklindedir ki her iki durumda da onun, bi’setin dördüncü yılında dünyaya gelmiş olma ihtimali söz konusu olamaz; hatta bu, sanıldığından da erken yıllarda dünyaya gelmiş olabileceğini düşündürmektedir.

    bu kararın, açıktan tebliğin başlandığı dönemde alınmış olma ihtimali nazara alınacak olursa bu tarihin, ibn erkam’ın evinden çıkış günleri olan 613-614 yıllarını ifade ettiği görülecektir ki bu, sözlendiği dönem itibariyle onun henüz dünyaya gelmediğini kabullenmek demektir. bu durumda, söz konusu akitten bahsetmenin de imkânı yoktur. öyleyse bu sözün bozulduğu tarihlerde onun, en azından yedi veya sekiz yaşında olduğunu kabullenmemiz gerekir ki bu da onun, takriben 605 tarihinde dünyaya gelmiş olduğunu göstermektedir. (berki, ali hikmet, osman eskioğlu, hatemü’l-enbiya hz. muhammed ve hayatı, 210) burada zayıf da olsa başka bir ihtimalden söz edilebilir; o da onun, doğumunu takip eden yıllarda, ‘beşik kertmesi’ benzeri ve ebeveynler arası bir sözleşme ile karşı karşıya olma durumudur. ancak ilgili metinlerin hiçbirinde bunu teyit eden herhangi bir ayrıntı yoktur.

    6. mevzuya ışık tutması bakımından âişe vâlidemiz’le diğer kardeşlerinin arasındaki yaş farkı da dikkat çekicidir. bilindiği gibi hz. ebû bekir (radıyallahü anh)’ın altı çocuğu vardır; bunlardan hz. esmâ ve hz. abdullah, kuteyle binti ümeys’ten; hz. âişe vâlidemiz’le hz. abdurrahman, ümmü rûmân (r.anha)’dan; muhammed, esmâ binti ümeys’ten ve ümmü gülsüm de habîbe binti hârice’den dünyaya gelmiştir. bu durumda esmâ vâlidemiz’le hz. abdullah; abdurrahmân ile de âişe vâlidemiz anabir kardeşlerdir ve bu her iki anabir kardeşlerin arasındaki yaş farkları konumuza ışık tutacak mahiyettedir; şöyle ki:

    a) hz. ebû bekir’in ilk kızı olan esmâ vâlidemiz, hicretten yirmi yedi yıl önce 595 tarihinde dünyaya gelmiştir.(nevevî, tehzîbü’l-esmâ, 2/597) allah resûlü’nün hicreti esnasında zübeyr ibn avvâm ile evli ve o gün altı aylık hamiledir. bir diğer ifadeyle o gün yirmi yedi yaşındadır.(nevevî, tehzîbü’l-esmâ, 2/597) üç ay sonra medine’ye hicret ederken kuba’da oğlu abdullah’ı dünyaya getirecektir. yetmiş üç yılında ve yüz yaşındayken, hatta dişleri bile dökülmemiş halde vefat etmiştir.

    âişe annemiz ile ablası esmâ vâlidemiz’in arasındaki yaş farkı ondur. (beyhakî, sünen, 6/204; ibn mende, ma’rifetü’s-sahâbe, köprülü kütüphanesi, no: 242, varak: 195 b; ibn asâkir, târîhu dımeşk, terâcimü’n-nisâ, dımeşk, 1982, s. 9, 10, 28; mes’ûdî, mürûcu’z-zeheb, 2, 39; ibn sa’d, tabakâtü’l-kübrâ, beyrût, 1968, 8/58)

    buna göre (595+ 10=605) âişe vâlidemiz’in doğumunun 605; hicretteki yaşının da (27-10=17) olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. evlilik hicretten yedi ay sonra gerçekleştiğine göre(bu evliliğin, hicretten altı ay veya sekiz ay sonra yahut yaklaşık bir buçuk yıl sonra ve bedir’in akabinde gerçekleştiğini ifade eden rivayetler de vardır. bkz.: ibn sa’d, tabakât, 8/58; ibn abdilberr, istîâb, 4/1881; nedvî, sîretü’s-seyyideti âişe ümmi’l-mü’minîn, tahkîk: muhammed rahmetullah hâfız en-nedvî, dâru’l-kalem, dımeşk, 2003, 40, 49)demek ki, bu sıralarda âişe vâlidemiz’in yaşı, on yedi'yi aşmış, on sekiz yaşına yaklaşmış demektir. bedir’in hemen akabindeki şevvâl ayında evlendiği bilgisini esas aldığımızda ise onun, evlendiği gün on sekiz yaşını aşıp on dokuza adım attığını kabullenmemiz gerekmektedir.

    b) burada dikkat çeken bir diğer husus da, âişe vâlidemiz’in anabir kardeşi olan hz. abdurrahman ile arasındaki yaş farkıdır. bilindiği gibi hz. abdurrahman, hz. ebû bekir’in büyük oğludur ve ancak hudeybiye’den sonra müslüman olacaktır. bedir’de, babasıyla karşılaşmamaya özen gösteren de odur ve o gün abdurrahman, yirmi yaşındadır.(ibn esîr, üsdü’l-gâbe, 3/467) buna göre o, 604 yılında doğmuş olmalıdır. kardeşler arası yaş farkının genelde bir veya iki olduğu bir toplumda, ağabeyi 604 yılında dünyaya gelen bir kardeşin 614 yılında doğması ve tabii olarak iki kardeşin arasında on yaş gibi bir farkın meydana gelmiş olma ihtimali çok zayıftır ve bunu destekleyen herhangi bir delil de bulunmamaktadır.

    7. âişe vâlidemiz’in vefat tarihi konusunda gelen rivayetler de bu kanaati güçlendirmektedir. zira onun vefat ettiği yıl ve o günkü yaşıyla ilgili olarak hicrî 55, 56, 57, 58 veya 59; (ibn abdilberr, istîâb, 2/108; tehzîbü’l-kemâl, 16/560) yaşıyla alakalı olarak da altmış beş, altmış altı, altmış yedi veya yetmiş dört (ibn sa’d, tabakât, 8/75; nedvî, sîretü’s-seyyideti âişe, 202) gibi farklı tarih ve rakamdan bahsedilmektedir. bu ise, doğum tarihinde olduğu gibi onun vefat tarihiyle ilgili de kesin bir kabulün olmadığını göstermektedir.

    özellikle 58. yılında ve 74 yaşında iken vefat ettiğini ifade eden rivayette, onun vefat ettiği günün çarşamba olduğu, vefat tarihinin, ramazan ayının on yedinci gecesine denk geldiği, vasiyeti üzerine vitir namazından sonra cennetü’l-bakî’ye geceleyin defnedildiği, yine vasiyeti gereği namazını, hz. ebû hüreyre’nin kıldırdığı, mezarına da, ablası hz. esmâ’nın iki oğlu abdullah ile urve, kardeşi muhammed’in iki oğlu kâsım ve abdullah ile diğer kardeşi abdurrahman’ın oğlu abdullah gibi isimlerin indirdiği gibi detayların bulunması,(ibn abdilberr, istiab, 2/108; doğrul, asr-ı saadet, 2/142) diğerlerine nispetle bu bilginin daha güçlü olduğu izlenimi vermektedir. öyleyse bu tarihi esas alarak bir hesaplama yapacak olursak onun, efendimiz’in irtihalinden sonra kırk sekiz yıl daha yaşadığını (48+10=58+13=71+3=74) görmekteyiz ki bu hesaba göre o, risaletten üç yıl önce dünyaya gelmiş demektir.

    bu durumda evlendiği gün onun, (74–48=26–9=17+7 ay) on yedi yılını yedi ay geçtiği anlaşılmaktadır.

    yukarıdaki bilgilere ilave olarak, erkek çocukların bile yoldan geri çevrildiği uhud günü onun da cephede oluşu,(buhârî, cihâd, 65) ilmi meselelerdeki derinliği, ifk hadisesi karşısında ortaya koymuş olduğu olgun tavır ve beyanları, fâtıma vâlidemiz’le arasındaki yaş farkı, hicret ve sonrasında yaşanan gelişmelere detaylarıyla birlikte vukûfiyeti, medine’ye intikal ettikten sonra evlilik işinin, bizzat babası hz. ebû bekir’in gündeme getirmesiyle ve mehir takdirinden sonra gerçekleşmiş olması,(taberânî, kebîr, 23/25; ibn abdilberr, istîâb, 4/1937; ibn sa’d, tabakât, 8/63) model bir şahsiyet olarak efendimiz’in toplum önündeki rehberlik konumu, peygamberlik hassasiyeti ve baba şefkati, gelen ayetlerde evlilik yaşıyla ilgili olarak rüşd şartının getirilmiş olması, (nisâ sûresi, 6)onun yaşı ve evliliğiyle ilgili rivayetlerin farklılık arz etmesi yönüyle kesinlik ifade etmiyor oluşu, o günkü yaşını ifade ederken bizzat âişe vâlidemiz’in, şüphe ifade eden "altı veya yedi" tabirini kullanması, o günün toplumlarında doğum ve ölüm tarihlerinin bugünkü kadar net tespit edilmiyor oluşu gibi bilgiler üzerinde de durulabilir.

    ancak netice değişmemekte ve bunların hepsi, onun risâletten önce dünyaya geldiği, on dört veya on beş yaşlarındayken nişanlandığı ve on yedi veya on sekiz yaşlarındayken de allah resûlü (s.a.s.) ile evlendiği şeklindeki kanaati kuvvetlendirmektedir.

    bu durumda bize, nişanlandığında 6 veya 7, evlendiğinde ise 9 yaşlarında olduğu şeklindeki rivayetleri, ‘o görünümde birisi idim.’ manasına hamledip te’lif etmek düşecektir.(hatta konuyla ilgili değerlendirmelere tepkiyle yaklaşan bazıları, "altı veya yedi yaşlarında idim" ifadesini ravinin bir hatası olarak görüp bu cümlenin, "risâlet geldiğinde altı veya yedi yaşlarında idim" şeklinde olması gerektiğini söylemektedirler.) hz. âişe annemiz’in, fizikî durumu itibariyle zayıf bir bünyeye sahip olduğu bilgisi de bu yorumu güçlendirmektedir. zira o, fizikî şartlardan çabuk etkilenen ve yaşıtlarına göre kendini daha küçük gösteren bir beden taşıyordu; medine’ye hicret sırasında hastalanması, annesi tarafından özel ilgi gösterilerek iyileştirilmeye çalışılması, beni mustalık gazvesi dönüşünde, içinde sanılarak hevdecinin deve üzerine yerleştirilmesi ve bu sırada onun hevdeç içinde olup olmadığının bile anlaşılamamış olması gibi hadiseler de bu durumu desteklemektedir. (buharî, şehâdât 15; megâzî, 34; tefsîr, (24) 6; müslim, tevbe 56; tirmizî, tefsîr, (63) 4; ibn sa’d, tabakât, 2/65; ibn hişâm, sîre, 3/310)

    özetle âişe vâlidemiz, dokuz yaşında iken evlenmiş olsa bile o günkü toplum telakkilerine göre bu çok tabii ve doğal olmakla birlikte hadiseye daha genel bakıldığında onun, 17 veya 18 yaşlarında iken ‘mü’minlerin annesi’ hüviyetini kazandığı anlaşılmaktadır.

    burada akla, "madem öyle; bugüne kadar bu mesele niye bu şekilde gündeme gelmedi?" şeklinde bir soru gelmektedir. başta da ifade edildiği gibi yakın zamana kadar bu hususta olumsuz hiçbir beyan serdedilmemiş; ne ebu cehil gibi her fırsatı aleyhte değerlendiren muannit bir firavundan ne de abdullah ibn übeyy ibn selul gibi olmadık yerden fitne ve iftira üreten nifakın adresi olmuş birisinden bu evliliğe herhangi bir itiraz söz konusu olmamış, olamamıştır. çünkü ortada itiraz edilecek herhangi bir durum yoktur. o günkü telakkilere göre her iki durum için de tabii bir kabullenme söz konusudur ve muhtemelen bu durum, konuya farklı yaklaşıp yeni bir bakış açısı getirme ihtiyacını da netice vermemiş, dolayısıyla söz konusu haberlerin doğruluğu veya alternatif bilgilerin varlığı hususunda islam alimlerinin farklı bir mütalaada bulunmaları da mümkün olmamıştır.''

    dr. reşit haylamaz -yeni ümit dergisi

    tanım: ilk tecelli.
  • bu insanin zamaninda alt tarafi bir karikaturunu cizmislerdi.
    yer yerinden oynadi, buyukelcilik binalari yikildi bir avuc hayvanat tarafindan.
    ambargolar koyuldu, protesto notalari cekildi.
    hic kimsenin de aklina gelmedi "ulan alt tarafi bir karikatur be bize ne oluyor? embesil miyiz?" diye sormak.

    tabi onca barbarliktan sonra millet bakti pabuc pahali,
    kizi midir karisi midir spekulasyon yapmayacagim bilemiyorum ama ask hayatiyla ilgili bir kitap yaptilar, korkudan yayimlayamadilar. (bkz: the jewel of medina)
    nitekim turkiye gibi cok daha ilimli bir ulkede de cok daha yumusak bir kitap yayimlanmis idi (bkz: allah'in kizlari) hemen sorusturma acildi hakkinda.

    her neyse.
    benim derdim kendisinin pedofil olup olmadigi degil kesinlikle.
    bu sorunun cevabini merak etsem gider yakindogu/islam arastirmalarinda uzman profesorlerin yazdiklarini okurum.
    capi ancak "biricik peygamber efendimizdir o (s.a.s.), zinhar kem soz soylenmez ona" seviyesinde kalan sahislarin internet forumlarindaki pespaye sayiklamalarini degil.

    benim derdim
    bir peygamberin south park'ta bile karikaturu cizilip sonra da saddam ile cift kale mac yaptirilirken
    ve mesela abd gibi "%99'u hiristiyan" bir ulkede bile pekala bu hosgorulurken,
    bizim tosunlarin hala "vay terbiyesizler, siz hangi curetle hz. peygamber efendi'mize (s.a.s.) laf uzatirsiniz" diye ortaligi azarlamasi.
    bilsinler ki o curettir, 21inci yuzyilda kalan son putlari yikip onlara da insan kimligini geri verecek olan.
    bu putlar ister 5816 mahallesi'ne ister colun berisine dikilmis olsun, yine de ecce homo, gerisi ve berisi de yine insandir.

    bu ahval ve seraitte,
    bir insan olan ben,
    sene 2008 olmusken,
    elimde 100 birim ofke varsa
    o 100 birimin 100unu de
    bu muhammed tesmiye edilen ademevladini (inananlari icin bile sadece bir elci yani - tanri degil) elestirenlere veya satirize edenlere degil,
    o elestirileri siddet/cebr/katl yolu ile susturmaya gayret edenlere bosaltirdim.
    ki medine'nin islam'i medeni olabilsin.

    okudugumuzu anladik mi, ak cocuklar sizi?

    budut: aninda uyari geldi, south park'in bir bolumunde de karikaturu cizilmis kendisinin. sahane, simdi sirada family guy var.
    cedid budut: ensest/pedofili ile ilgili tanim duzeltmesi.
  • hakkında bu kadar entry girilince öldü sand... ermm benim hatam, devam gençler.
    (bkz: hakkinda bu kadar entry girilince oldu sandim)
    tanım: en büyük peygamber!
  • türkiye'nin %99'unun inandığı peygamber.

    ben diyorum ki, ister inanın ister inanmayın, bazı olasılıkları asla reddedemezsiniz.

    1- kuran, hadisler ve müslümanlık değiştirilmiş olabilir:

    zaten kuran'ın peygamber zamanında toparlanmadığını hepimiz biliyoruz. peygamber her ne kadar tertemiz bir yürekle yukarıdan aldığı bilgileri aşağı geçirmiş olsa da daha sonra gelen arkadaşları herşeyi istedikleri gibi değiştirmiş olabilirler. hatta hadisler ve din bile tekrar şekillenmiş olabilir.

    şimdi aranızdan bazılarının "ama kuranda kuranın hiçbir zaman değiştirilemeyeceği yazıyordu!" diyenler ve beni bokkafalı olmakla suçlayanlar olduğunu hissediyorum. sizlere cevabım, o yazı da daha sonradan eklenmiş olabilir.

    2- olaylar çarptırılmış/ya da komple yazılmış olabilir.

    ayşe hanımefendi evlendiğinde belki 3 yaşındaydı belki 10, belki 25. mesela belki ebu bekir hiç olmadı, hayali bir kahramandı. ya da belki peygamber hazretleri aslında japondu, gözleri çekikti.

    ilk islamiyet döneminde yaşanmış olan olaylarla ilgili bilgi sahibi olmamızı sağlayan şeyler yalnızca yazılı birkaç belge. ki zaten 1300-1400 sene öncesini daha net bir şekilde göremeyiz.

    yani anlamıyorum, nasıl bu kadar emin bir şekilde kuran'da bile yazmayan şeyler hakkında konuşulabiliyor.

    3- dile getirmek istemediğim olasılık.

    hepimiz kandırılıyor olamaz mıyız?

    4- belki de yazılan herşey harfi harfine doğrudur.

    o zaman burada peygambere küfreden herkes cehennemde cayır cayır yanacak, geri kalanlar da hurileri götürecektir. bu da kuvvetli bir olasılık.

    .
    peki ben ne diyorum?

    müslümanlık'ta ve bütün ilahi ve ilahi olmayan dinlerdeki ana fikir güzel ahlak iken insanlar neden birbirlerine böyle davranıyorlar? dünya neden böyle bir yer? bence hepimiz cehennemdeyiz ve ben ağlamak istiyorum. çok samimiyim.

    teşekkürler.
  • üniversitede aldığım iktisadi dusunce tarihi dersinde hocamızın bize anlattığı teorilerden birtanesi tarihsel olayları incelerken o günün şartlarına bakarak incelemekle alakalıydı. bu durumda kalkıp da hz. muhammed 9 yaşında bir çocukla evlendi ahlaksızdır vay efendim diye çığırmak yanlıştır zira o devirde kabile hayatı yaşandığından dolayı bu tür şeyler bir tabu değildi ki halen afrikanın çoğu bölgesinde bu tür gelenekler (ve hatta inanın çok daha tuhafları) sürdürülmektedir. kim bilebilir belki bundan 1000 yıl sonra da bizim 25-30 yaşında evlenmemiz insanlara garip gelecektir. hatamız bugün ki kafamızla eskiyi eleştirmekte. bugün kalksın birisi 6 yaşında çocukla evlensin en büyük bedduayı benden alır ama bundan 1000 yıl evvelki geneleklerle yapılmış bir eylemi sapıklık olarak görmek ne kadar doğrudur bilmiyorum.
hesabın var mı? giriş yap