• kültürel göstergeler araştırmaları soyut bir kavram olan kültürün, televizyonun dolayımıyla izleyicilere ulaştığını ve ulaşırken çeşitli formlara büründüğünü iddia eder. “kültürel göstergeler" araştırmalarının başlıca öğesi kültürdür. kültür, maddi dayanakları olan soyut bir kavram olarak ele alınır; bu nedenle ancak dolaylı olarak – diğer bir deyişle – göstergeler yoluyla incelenebileceğine inanılır. kültürel göstergeler araştırmalarını kısaca kültürü göstergeler yoluyla inceleyen araştırmalar olarak tanımlayabiliriz.” kültürel göstergeler ise program içeriklerinden formatlarına kadar her yapıda karşımıza çıkar. kültürel göstergeler, televizyonun yani üretim aracının, biçimlendirdiği kültürün göstergeleridir.
    kültürel göstergeler projesi 1968 yılında ulusal bir komisyonun gerbner’i televizyon programlarının içeriklerini incelemek için görevlendirmesi ile başlar. “bu çalışmada, araştırmacılar, diğer şeylerin yanı sıra her gece gerçekleşen şiddet davranışının sayısını, davranışın ciddi ya da komik olup olmadığına göre, davranışı kimin yaptığına ve bu davranış sonucunda en çok şiddeti kimin gördüğüne göre analiz etmektedirler. bu bilgiler sonra, istatistiksel analiz için bir veri tabanına girilir.” gerbner’ın yürüttüğü kültürel göstergeler projesi, televizyonun kültürü nasıl biçimlendirdiği anlamak için, televizyonda yer alan tüm programlardaki binlerce karakteri, türü ve formatı dikkatle inceledi; kültürel göstergelerin nasıl yorumlanabileceği ile ilgili bir yöntem geliştirmeye çalıştı. gerbner ve arkadaşlarının “veri tabanlarında 3,000’in üzerinde televizyon programı ve 35,000 karakterin bilgisi toplanmıştır. proje, kültürel çeşitlilik üzerine hazırlanan bir “endüstri raporu” ile sonuçlanmıştır. yıllık olarak hazırlanan çeşitlilik indeksi, yıl içindeki en fazla izlenen kırk sinema filmini ve temsil örnekleri barındıran prime-time televizyon programlarındaki çeşitliliğin oransal temsilini tanımlar.” gerbner ve arkadaşları, inceledikleri programlar, türler, filmler vb.den yola çıkarak hazırladıkları raporla aslında televizyonun, çeşitlilik olarak adlandırdığı ama aynı şeylerin tekrar edildiği bir yapıya sahip olduğunu bulguladılar. temelde televizyon, benzer göstergeleri tekrar ederek mesajın etkisini pekiştirmekteydi.
    kültürel göstergeler projesi, kitle iletişim araştırmaları içerisinde, iletişimin etkilerini araştıran gelenek içinde yer alır. “kitle iletişiminin doğrudan ve uzun dönem etkilerini araştıran en üretken, etkili geleneklerden biri..” olan kültürel göstergeler projesi etkinin boyutlarını vurgulamak için birincil ve ikincil düzey etkileri sınıflandırma yoluna gider. “televizyon izlemenin izleyicilerin davranışlarından çok tutumlarına olan etkilerini vurgularlar. televizyon izlemek, şiddet davranışına neden olabilecek diğer etkilerden ayrı olarak, dünyadaki şiddet hakkında genel bir fikir oluşmasına neden olabilir. eğitilim kuramcıları, birincil düzey etkiler (şiddetin yaygınlığı gibi günlük yaşam hakkındaki genel inanışlar) ve ikincil düzey etkiler (yasama, düzen veya kişisel güvenlik gibi spesifik tutumlar) arasında ayrım yaparlar.” televizyon etkileri olarak nitelendirdikleri şey aslında eğitlim yani cultivation’dır. televizyonun insanları genel bir dünya görüşüne doğru eğitimlediğini iddia ederler. ancak burada kültürleme ile eğitilim arasında çok ince bir ayrım yaparlar. “sadece, cultivation, kültür olarak yanlış anlaşılmamalıdır. cultivation (eğitilim); kültürün, sistemin makro düzeyinden bireylerin mikro düzeyine aktarıldığı süreçlerden biridir.” eğitilim, kültürün toplumsal yapının tamamına aktarılmasıdır ve burada bu işlemi yerine getiren televizyondur. dolaysıyla televizyon kendi kültürünü eğitimlemektedir. daha genel bir tanımla kültürleme belirli bir döneme mahsus olarak kalabilir; ancak televizyonunun yirmi dört saat kesintisiz akan dünyası eğitilimi her saniye tekrar etmektedir. “eğitilim süreci yavaş ilerleyen bir süreç olduğu için doğrudan etki-tepki-sonuç sürecinden farklıdır. eğitilim, mesajlar ve izleyiciler arasında etkileşimci bir süreç olarak da görülebilir.” eğitilimin sonuçları doğrudan ve hızlı bir şekilde alınmaz, çünkü aktarılmaya çalışılan bir dünya görüşü ve bu görüş bağlamında şekillen bir gerçeklik algısıdır. dolayısıyla eğitilim süreci etki-tepkiden öte bir çeşit etkileşim sürecidir.
    bu noktadan hareketle eğitilim analizcileri, eğitilimin boyutunu incelemek için şiddetin kültürel göstergeler aracılığıyla nasıl aktarıldığını anlamaya çalışırlar. “eğitilim araştırmalarının başlıca odak noktasını televizyonun, toplumdaki gerçek suç olayları ile karşılaştırmalı olarak şiddet ve suçu nasıl sergilediği konusu oluşturur.” eğitilim kuramcıları şiddet ve suç olaylarını karşılıklı olarak incelerken, şiddet yüklü mesajların izleyici yönlendirici etkisi üzerinde durmaktadırlar ve araştırmalarını bu perspektiften yürütmektedirler. “gerbner ve gross, cultivation hipotezlerinde, televizyon dramalarındaki şiddetin aşırı vurgusunun, izleyicilere toplumdaki tehlike ve tehdit derecesinin abartılmış izlenimini verdiğini ve bu izlenimlerin korkuyu ve gerçek yaşamda insanlara güvenmemeyi eğitimlediğini iddia ederler.” yani eğitilim kuramcılarına göre izleyici, edilgen bir biçimde televizyonun şiddet ve suç unsuru yüklü mesajlarına maruz kalmakta ve gerçek yaşamı bu mesajların etkisiyle algılamaktadır.
    ancak gerbner’ın kültürel göstergeler analizi, sadece suç ve şiddet olaylarını incelemenin ötesine geçmiş, ve toplumun televizyon tarafından nasıl şekillendirildiğinin araştırılması ve televizyonun kültüre etkisini kapsayacak kadar genişlemiştir. “televizyonun, amerikan toplumunun merkez ordusu olduğunu iddia ederler. televizyon, geleneksel düşüncelerin, inanışların ve davranışların zayıflatılması, tehdit edilmesi ve kısıtlanmasından daha fazla kurulu düzenin ve bu türden kurumların yayılmasının ve korunmasının aracıdır. onun başlıca kültürel fonksiyonu sosyal kalıpları yaymak ve sabitlemek, eğitimlemek ama değiştirmemek, değişime karşı direndirmektir. televizyon, standardize olmuş rol ve davranışlarda bulunan insanların çoğunun sosyalizasyonunun aracıdır. işlevi, tek kelimeyle, kültürlemektir.” gerbner’ın iddiaları televizyonu bir anlamda “tanrı”sallaştırmaktadır. televizyon, sosyalizasyondan, kültürlemeye kadar bir çok işlevi yerine getirir. hatta öyle ki amerikan değerlerinin ordu kadar güçlü bir savunucusudur. gerbner, böylece izleyicilerin geri beslemelerine önem vermemekte ve televizyonun mesajının her durumda hedefine ulaşacağına inanmaktadır.
    1.1. yöntemleri
    gerbner, yukarıda saydığımız iddialarını kanıtlamaya çalışırken, televizyonun hem içeriğine, hem üretim anlayışına hem de formatlarına kadar her şeyi inceleme alanına dahil etmiştir. “gerbner dikkatinin çoğunu toplumsal güçlü mesaj sistemleri olarak gördüğü popüler, kitlesel üretimli kültürün içerik analizine adamıştır. bu sistemlerde –popüler kurmaca, drama ve haberler- hayatın çeşitli yönleri, tüm insanlık hallerinin önemli katkılarıyla yeniden yaratılırlar. gerbner kitle kültürünü yaratılmış bir sentetik dünya olarak görür. bu yüzden haberler, drama, komedi veya doğaçlama arasında kavramsal hiçbir ayrım yapmamıştır.” gerbner’e göre türler veya formatlar ayırt edici nitelikler değildir. çünkü gerbner, televizyonu yaratılmış bir sentetik/yalan dünya olarak görür, bu yüzden mesajlar hangi formata veya türe bürünürse bürünsün aynı sentetik dünyanın ürünüdür. bu noktada mesaj ve içerik en dikkat edilmesi gereken unsurdur.
    eğitilim analizi gerbner tarafından iki basamakta gerçekleştirilir. gerbner bu basamakları şöyle açıklar: “birincisine ileti sistemi analizi diyoruz ikincisine ise cultivation (eğitilim) analizi. öncelikle, 1967 yılından beri şebeke televizyon dramalarının yıllık örneklerini kaydetmekte ve analiz etmekteyiz ve onlara, televizyon dünyasının bir çok özelliğini çıkarsayabileceğimiz nitelikte detaylı ve dikkatli bir içerik analizi uyguluyoruz. ikinci olarak, televizyon dünyasında bulguladığımız değer ve kalıplara dayanarak az izleyenler ve çok izleyenlerin gerçek dünya görüşleri hakkında sorular yöneltiyoruz.” gerbner ve arkadaşları önce sentetik bir dünya görüşü yarattığını iddia ettikleri mesajları yani televizyon programlarını inceliyorlar sonrasında ise bu mesajlardan yola çıkarak oluşturdukları soruları izleyicilere yöneltiyorlar. buradaki amaçları izleyicilerin, eğitilime ne derece maruz kaldıkları ve televizyonun sunduğu yalan dünyaya ne kadar inandıklarını ölçümlemektir.
    gerbner ve arkadaşlarının araştırmalarındaki önemli bir diğer unsur ise televizyon izleme miktarıdır. onlara göre televizyon izleme miktarı, eğitilimin miktarını belirler. “öncelikli olarak gerbner ve meslektaşları bağımlı değişkenleri olarak sıkça televizyon ile geçirilen zaman miktarını kullanırlar. bu çok basit ölçüm grup için yeterlidir; iki zemin üstünde:
    1)amerikan televizyonunun içeriği çok homojendir. basit dramalar da öğretilen benzer dersler haber programlarında da öğretilir.
    2) insanlar seçici değildir. televizyon çoğunlukla içerikten çok saate göre seyredilir.” bu iki önermeden hareketle, gerbner ve arkadaşlarının bağımlı değişkeni yani televizyon izleme miktarı özellikle amerikan televizyonunu ve izleyicisini incelemede yararlıdır. televizyonu sadece vakit geçirme aracı olarak, rasgele izlemek eğitilim üzerinde etkilidir. çünkü bu türden bir izleme alışkanlığına sahip olmak, televizyonun homojen mesajına, bilinçsizce maruz kalmaya yol açacaktır.
    aslında yukarıda belirtilen nitelikler hem türk televizyon kanalları hem de türk izleyici açısından da geçerlidir. türk televizyonlarının gittikçe homojenleşen hatta neredeyse aynı programları üreten kısır yapısı karşısında izleyicinin seçici olmayan ama alabildiğine tüketici ve pasif yapısı eğitilim için muazzam bir ortam yaratmaktadır.
    aşağıdaki şekil ise gerbner ve arkadaşlarının yürüttüğü kültürel göstergeler ve eğitilim analizi projesinin yöntemini kısaca özetlemektedir.

    içerik: iletiler sistemi televizyon içeriğini izleme gerçekliğin bozulmuş imgesi

    şekil 1: cultivation süreci (annenberg okulu’nun araştırması bağlamında)

    1.2.televizyon hakkındaki görüşleri
    “televizyon gerçek hayattan daha şiddetlidir”
    bu önerme gerbner’ın araştırmasının ana hipotezi ve televizyon hakkındaki en genel görüşüdür. çünkü gerbner, televizyonun yarattığı sentetik dünyanın, gerçek yaşamdan farklı olduğunu ve bu sentetik dünyadaki şiddet miktarının gerçek hayattakinden çok daha fazla olduğunu iddia eder. gerbner, televizyonu işlevsel olarak görür. yani televizyonun üstüne düşen görevi başarı ile yerine getirdiği ve insanları yönlendirdiğini belirtir. gerbner’a göre “diğer araçların aksine, televizyon herkese nasıl ulaşacağını, bireyin izolasyonunu nasıl kaldıracağını, seyircinin heterojenliğini nasıl parçalayacağını, ve bütün konuları standart kalıplara göre nasıl parçalara ayıracağını bilir.” televizyon, gerbner’a göre oldukça iyi planlanmış ve düzenlenmiş bir amaca sahiptir ve bu amaca ulaşmada oldukça başarılıdır. televizyonun yönlendirici, güdümleyici etkisi diğer kitle iletişim araçları göz önünde bulundurulduğunda inanılmaz derecede yüksektir. “başka hiçbir iletişim aracı insan edimlerini yansıtmada ve popüler inançları kuvvetlendirme ya da değiştirmede bu kadar güçlü değildir.” televizyonunun çekim gücü ve ikna kabiliyeti o derece yüksektir ki gerbner’a göre televizyon izleme edimi artık çok daha başka bir boyuta taşınmıştır. özellikle günümüzdeki popüler kültürün yoğun üretimi karşısında insanlar televizyonun karşısına kilitlenmişçesine yaşamaktadırlar. “televizyonu izleme neredeyse din gibi bir ritüeldir; dinden farkı, katılımın daha düzenli olmasıdır.” yukarıda gerbner’ın televizyonu tanrısallaştırdığını belirtmiştik. gerbner’ın televizyon izleme edimini ise din ile kıyaslaması ve ritüelleştiğini iddia etmesi çözümlememizi kuvvetlendirmektedir. televizyon izlemenin dinsel bir boyut kazanması aslında, mesajların gerbner’a göre alınıp tüketilmesi ve yorumlanmaması ile ilgilidir. yani tanrının sözleri ve kitapları nasıl yorumlanmayıp dogmalaştırılıyorsa televizyon mesajları -yani haberleri, dizileri, verdiği bilgileri vb. her şey -seyirci tarafından direkt tüketilmekte ve kabullenilmektedir.
    gerbner ve arkadaşları televizyonun görünen etkisinin görünmeyen etkisine oranla görece daha az olduğunu ve bu noktada görünemeyen daha doğrusu gözlemlenemeyen etkisinin daha önemli olduğunu anlatmak için buz çağı benzetmesini (ice-age analogy) kullanırlar: “sıcaklık ortalamasındaki sadece birkaç derecelik bir dalgalanma bir buz çağına neden olabilir…. böylece görece küçük ama yaygın bir etkilenme de çok önemli bir değişiklik yapabilir.” diğer bir deyişle mesajların içeriğindeki her hangi bir değişme izler kitlenin üzerinde büyük oranda değişikliğe neden olacaktır. sıcaklıktaki çok küçük bir değişim iklimleri nasıl değiştiriyorsa, mesajlardaki küçük bir değişim de izleyicinin kültür ve düşünce iklimini değiştirecektir.
    gerbner’in bu iddiasının temelinde televizyonun sentetik bir dünya olduğu iddiası yatar. yani dünyanın içindeki küçük bir değişim, o dünyada yaşayan tüm vatandaşları etkileyecektir. mcquail ve windahl’ın belirttiği gibi “televizyon gerbner tarafından sembolik çevremizi belirleyen öğe olarak görülür. …eğitilim kuramı televizyonu, dünyanın yansıdığı bir pencere değil, dünyanın kendisi olarak sunar. gerbner, şiddetin televizyonda aşırı sunumunun, izleyicilerin daha agresif davranışlarda bulunmasına basit bir etkiden çok, hukuk ve düzen hakkında bir sembolik mesaj oluşturduğunu belirtir.” televizyon sadece şiddeti sunmakla kalmaz, tüm dünyayı yeniden ve kendi isteğine uygun bir şekilde düzenler. ve bu noktada televizyon dünyayı algılamaya yardımcı bir pencere yani bakış açısı değil, o dünyanın ta kendisidir.
    gerbner televizyonu günümüzün öykü anlatıcısı olarak görür. bu tanımı yaparken endüstri öncesi toplumdan yola çıkar. o toplumlarda kabile içindeki öykü anlatıcılarının, öyküleri ile kabile içi yaşamı devam ettirdiklerini belirtir. ama günümüzde bu işlevi kitle iletişim araçlarının sürdürdüğünü ve en etkili olanın ise televizyon olduğunu iddia eder. “televizyonun evrimi, “öykü anlatıcılığı” yeniden kabileleştirmiştir. televizyonun, yazılı medya ile olduğundan daha çok endüstri öncesi kabilenin dini ile işi vardır. televizyon, bir çok nedenle, bugüne kadarki bütün kitle iletişim araçlarından farklıdır. öncelikle, televizyon, endüstri öncesi kabileler gibi, esasen ritüelistiktir. televizyon bir yaşam tarzıdır. dünya üzerinde, çoğu insan çok yüksek oranlarda televizyon izler. çoğu insan onun içine doğar, ve bir televizyon kültürü içinde yer alır.” televizyon görsel-işitsel ve ulaşımı kolay bir araç olarak günümüz kabilesini yani izleyicleri anlattığı öyküler ile bir arada tutmaktadır. televizyon sadece programların olduğu bir araç değil, bu programlarla anlatılan öykülerin izleyicileri eğitimlediği bir dindir. “insanlar televizyonu programlar olarak düşünür, ama televizyon bundan fazlasıdır; televizyon bir mitolojidir.” televizyon belki de en çok kabul gören ve kodları her izleyici tarafından rahatça çözümlenebilen bir dünya, bir din ve miotolojidir. özünde, gerbner marksist gelenekten değilse bile frankurt okulunun “kitlelerin afyonu” terimi ile gerbner’in “mitoloji/din/dünya” terimi örtüşmektedir.
    1.3. kuramla ilgili temel kavramlar
    gerbner, araştırmasını yürütürken bazı temel kavramları ve tanımlamaları kullanmıştır. bu kavramlar hem televizyonun, izleyici etkilerini anlatmada anahtar kelimelerdir hem de izleyiciyi sınıflandırma ve yorumlamada yol gösterici terimlerdir.
    gerbner, tüm araştırması boyunca en temel kavram olarak az izleyen ve çok izleyen gruplarını kullanır. çünkü bu temel ayrım, diğer kavramların şekillenmesinde oldukça etkilidir. bu ayrıma göre günde birkaç saatten dört saate kadar televizyon izleyenler “az izleyen” (light wievers) grubunda yer alırken, günde dört saatten yedi saate kadar televizyon izleyenler ise “çok izleyen” (heavy wievers) grubunda yer alır. bu gruplandırmadan hareket ederek gerbner, eğitlim farklılığının ölçümlenebildiğini iddia eder. gerbner’ın eğitilim araştırmasının ikinci basamağı olarak adlandırdığı izleyicilere soru sorma kısmındaki, televizyon yanıtı verme oranı ile televizyon izleme oranı eğitilimi ölçümlemede etkilidir. “televizyon cevabı veren az izleyenler ve çok izleyenlerin yüzdeleri arasındaki aralık eğitilim farklılığı olarak adlandırılır.” burada televizyon cevabından kasıt, televizyonun öğrettiği derslerin bireyin hayatına ne derece etkili olduğu ve bireyin dünyayı bu dersler olarak algılayıp, sorulara televizyonun dersleri ile yanıt vermesidir. yani artık bireyler kendi cevaplarını değil televizyonun öğrettiği cevapları verirler.
    ancak gerbner’ın ana hedefi eğitilimin boyutlarını ölçümlemek olduğu için gerbner, daha çok “çok izleyen” grubu üzerinde odaklanır. “televizyonu daha çok izleyen insanlar, televizyonun çizdiği dünyadan, daha az izleyen bireylere göre daha fazla etkilenebilirler- özellikle izleyicilerin ilk elden deneyimlerinin az olduğu konulara yönelimde. az izleyenler, çok izleyenlerden daha fazla bilgi kaynağına sahip olabilirler.” çok izleyenler, televizyonu tek haber veya bilgi kaynağı olarak gördükleri için onların dünyası televizyon tarafından şekillendirilir. ancak televizyonu daha az izleyenler farklı kaynaklara da yönelebileceği için, televizyonun onlar üzerindeki eğitilimi biraz daha sınırlıdır.
    “vahşi dünya sendromu” / mean world syndrome
    vahşi dünya sendromu yine yukarıda değindiğimiz az izleyen ve çok izleyen ayrımı ile ilintili bir kavramdır. özellikle çok izleyenlerin daha çok eğitildiği önermesini doğrulayacak yönde bir kavramdır. “içinde yaşadığınız dünyanın, gerçekte olabileceğinden daha korkunç ve tehlikeli olduğu düşüncesidir. gerbner, çok televizyon izleyenlerin daha fazla şiddet olayı olduğunu, bir şiddet davranışının kurbanı olma şansının yüksek olduğunu, ve polisin çok fazla tutuklama yaptığını düşündüğüne inanır.” yani çok televizyon izleyen insanlar, dünyayı kendi deneyimleri ile değil, televizyonun gösterdikleriyle yorumlarlar. “toplumdaki şiddet miktarını yanlış değerlendirmeyi çoğu zaman “vahşi dünya sendromu olarak adlandırırız.” bu noktada en yanlış yorumlanan olgu ise şiddettir. gebner’a göre televizyon kanalları şiddet olaylarını o kadar abartarak ve tekrarlayarak verirler ki insanlar artık dünyanın gerçekten de öyle olduğuna inanırlar. “bu şu anlama gelir; eğer, her gün üç saatten fazla televizyon izlenen bir evde büyüyorsanız, aynı dünyada yaşayan ama daha az televizyon izleyen yan komşunuzdan daha vahşi bir dünyada yaşıyorsunuzdur –ve ona göre hareket edersiniz- çok televizyon izlemenin bir başka sonucu, insanın televizyonda çizilen şiddetin normal olduğuna inanmasıdır – herkes şiddette bulunur, ve problemleri çözmenin iyi bir yoludur.” bu durum ise sosyal yapıya büyük zararları olan bir kabullenmeyi beraberinde getirir. insanlar şiddetin normalliğini kanıksadıkça, demokratikleşme çabaları ve insan hakları sekteye uğrayacaktır.
    mutlu şiddet /happy vıolence
    mutlu şiddet kavramı aslında vahşi dünya sendromunun uzantısıdır. yani insanlar vahşi bir dünyada yaşadıklarını düşündükçe, çözüm yolu olarak hep şiddeti görecekler ve televizyonda uygulanan şiddetin de iyilik adına veya mutlu sonlar için gerekli olduğunu kanıksayacakladır. “global pazarlamanın artan baskısı altında, grafik imgelem dünya çapındaki eğlence için üretilir ve dramatik seri üretim hattında satılır. bu mutlu şiddet, (happy violence) hızlı, soğukkanlı, heyecan verici, etkileyici, acısız, üzmek için değil mutlu sona ulaştırmak için tasarlanmış, reklamcının mesajını, izleyiciye kabul edilebilir bir düzeyde iletir. şiddetin kitlesel üretiminden ortaya çıkan pazarlama stratejileri, programların içeriğini ve genel yapısını etkiler.” temelde televizyonun kar amacı güttüğü ve ürünü her şekilde satmak istediği bir ortamda şiddet en çok dikkat çeken ve rayting toplayan unsurdur. özellikle son dönemde, ülkemizde giderek yaygınlaşan ve sayılarını her gün artan mafya dizileri, tecavüz ve kaçırma haberleri, kadınların kendilerine uygulanan şiddeti anlattıkları kadın programları şiddeti normalleştirmektedir.
    ayrıca şiddetin normalleşmesi yasaların ve diğer toplumsal yaşamı düzenleyici kuralların adaletsizleşmesini ve hatta herkesin kendi kanununu kendisinin belirlemesine yol açar. ve bu durum siyasetçiler ve yasa yapıcılar tarafından kötüye kullanılabilir. “daha fazla hapis cezaları, daha sert cezalandırmalar, daha fazla idam, ve bunun gibi şiddeti azaltmaya yaramayan fakat oy toplamaya hep yarayan eylemlerin olmadığı seçim kampanyaları yürütmek imkansızdır. bu durum, özellikle olmamasına rağmen, genellikle televizyonunun eğitilimlediği emniyetsizlik tarafından pekiştirilir.” televizyonun yalan bir dünya yarattığı iddiası bu noktada geçerlik kazanmaktadır. insanlar o yalan dünya üzerinden yaşamı algılayarak daha fazla şiddet, ceza ve baskı talebinde bulunmaktadır.
    ana akım –sert tutum / maınstreamıng- resonance
    gerbner’ın sürekli vurgu yaptığı televizyonun yalan dünyası heterojen niteliğe sahip izleyicileri aynı mesajı sürekli tekrarlayarak homojenleştirir. çünkü sabit ve homojen bir görüşü izleyicilere yayarak ana bir dünya görüşü etrafında toplamaya çalışır. gerbner ise bu durumu ana akım ve sert tutum kavramları ile açıklar. “ana akım (orta yol, anayol) televizyonun ekmeye çalıştığı genel dünya görüşü ve değerleri olarak tanımlanabilir.” böylece ana akıma dahil edilecek izleyiciler bütün farklılıklarından sıyrılarak ana akım amerikan değerlerine doğru evrilecektir. “ana akım oluşturma, televizyonun farklı grupları amerikan değerlerinin ana akımında bir araya getirdiği süreçtir. …gerbner’in ana akım oluşturma hipotezi, televizyondaki –sivil özgürlüklere karşıt görüşleri olan- şiddet programlarını fazla izlemenin, o yetişkinleri ana akıma ya da sivil özgürlüklerle ilgili arketipal amerikan pozisyonuna yakınlaştıracağını belirtir.” ana akım oluşturma aslında çok izleyenlerin varlığı ve oranı ile doğrudan ilgilidir. çünkü ana akıma doğru evrilmek için ana akım değerlerin pompalandığı mesajlara fazlasıyla maruz kalınması gerekir. ve bu maruz kalma sonucunda ana akım içinde sert bir tutum gelişir. “ana akım oluşturma çok izleyenlerin aynı imge ve sıfatlara sürekli maruz kalmasıyla sahip olduğu bakış açısının yaygınlık kazanması yoluyla işler. televizyon ekonomik ve politik farklılıkları bulanıklaştırır. sert tutum kavramında ise şiddetin tekrarlanmış sembolik portreleri izleyicilerin gerçek yaşam deneyimlerini şiddetle birlikte hatırlamalarına neden olur.” gerçek yaşam deneyimlerinin şiddetle yer değiştirmesi sonucunda, ana akım dışında yer alan gruplar veya sınıflar ana akım içinde yer alan insanların sert tutumuna maruz kalır. “televizyon seyretme geleneksel farklılıkları bulanıklaştırır; daha homojen bir ana akım içinde kaynaştırır, ana akımı azınlıklar ve kişisel haklar konusunda “sert tutum” konumuna doğru büker.” yani televizyon izleme insanları ana akıma doğru iterken onların sert bir tutum geliştirmelerini ve ana akım değerler dışında kalan veya davranan grupları ve azınlıkları ötekileştirmelerine yol açar. ana akım içinde yer alan insanlar farklı sınıflardan olsalar da ana akım dışında kalan değerlere karşı aynı sert tutumu geliştirirler. “örneğin, yüksek ve düşük gelirli izleyiciler, çok izlemenin sonucunda suç hakkında benzer tutumlar geliştirebilir.”
    “bunun yanı sıra, bu örnekler, çok televizyon izleyenlerin “muhafazakarlar” gibi düşündükleri, “liberaller” gibi davrandıkları ama kendilerini “ılımlı” olarak gördükleri yeni bir popülizmin eğitilimlendiğinin sinyalleri olarak yorumlanırlar.” televizyonun körüklediği bu yeni popülizm beraberinde muhafazakar değerlerin yükselmesini ve azınlıklar, siyahların, göçmenlerin, eşcinsellerin vb grupların ötekileştirilmesini getirir.
    2. kültürel göstergeler araştırmasının bulguları
    kültürel göstereler ve eğitilim analizi projesinin yürüttüğü araştırmalar sonucunda gerbner ve arkadaşları, televizyon dünyası ile ilgili bazı istatistiksel veriler bulmuşlardır. “1,371 televizyon programının içinde bulunan diyaloglu 19,642 bölüm üzerine yaptığımız analize dayanarak, tarz, star ve formattaki değişiklilere rağmen televizyonun belirgin, kalıplaşmış oyuncu kadrosu sunduğunu bulduk . bulgularımıza göre:
    * kadınlar, gün içindeki soap operalar (%45.5) ve yarışma programları (%55.3) hariç, televizyondaki karakterlerin üçte biri veya daha azını oluşturur.
    * yetişkinler televizyonda çok az gösterilirken, yaşlılar televizyonda hemen hemen hiç gösterilmez. (%3’den az)
    * ana şebeke prime-time programlarda, karakterlerin yalnızca %10.8’ni afroamerikalılar oluşturur.
    *latin/hispanic karakterler nerdeyse hiç gösterilmez. yalnızca yarışma programlarında belirgin bir şekilde yüzde 1’in üstüne çıkarlar.
    *amerikan birliğinin nüfusun % 13’ünden fazlasını fakir ve bu yüzdeden daha fazlasını düşük gelir sahibi olarak sınıflandırmasına rağmen, şebeke televizyonları, sadece prime-time’daki ana karakterlerin % 1.3’ünü, çocuk programlarındaki karakterlerin %0.6’sını ve haberlerde %0.2’sini fakir olarak gösterir.
    * fiziksel engellilik televizyonda prime time’da ana karakterlerin sadece % 1.5’inde betimlenir.
    * kadınlar erkeklerden daha fazla olarak genç yaş grupları içinde gösterilir.
    * kadınların “karı” rolünü, erkeklerin “koca” rolünü oynadıklarından iki kat daha fazla oynama ihtimali vardır.
    * prime-time televizyonun popülasyonu ezici çoğunlukla orta sınıftandır. (9 karakterden 9)
    * prime-time’daki her 100 kahramandan 43’ü kötüdür.
    * kötüler orantısız olarak erkek, alt sınıf, genç, latin/hispanic ve yabancıdır. (ya da en azından amerikalı olarak tanımlanmayan)
    * anne figürleri lider rollerdedir- evli, yaşça büyük kadınlar.
    * oğlanların ve yetişkin erkeklerin, genç kızlara veya yetişkin kadınlara oranla başarı oranı daha yüksektir.
    * bir prime-time yapımda önemli kadın oyuncu olmak için, yaşlı, evlenmemiş, hasta ya da fakir olmak gerekir, ve başarısızlığa uğrama riski oldukça yüksektir.”
    kadınların erkeklere nazaran daha az yüzdelerle sunulduğu, siyahların ve farklı ırkların çarpıtıldığı ya da onlara hiç yer verilmediği, yaşlıların ve çocukların daha az sunulduğu, fiziksel engellilerin çok az yer bulabildiği amerikan prime-time televizyonculuğunun tam anlamıyla adaletsiz, yanlı, ataerkil olduğu görülmektedir. bu noktada amerikan televizyonunun ana akım değerleri hakkında genel bir bilgi edinmek olasıdır. örneğin, kötülerin siyahlar ve farklı ırktan insanlar olduğu, kadınların ataerkil sisteme uyumlu sunulduğu, beyazların en büyük yüzdelerle verildiği amerikan televizyonuna bakarak, amerikan ana akım değerlerinin ırkçı, cinsiyetçi, adaletsiz ve öznel vb. nitelikte olduğunu söyleyebiliriz.
    2.2. televizyonun sosyal yaşama etkileri
    gerbner’in yalan dünya tanımının uzantısı olan vahşi dünya sendromu ve mutlu şiddet kavramları, bir anlamda sosyal yapının biçimlenmesi ile ilgilidir. çünkü kendisini şiddetin ve suçun kol gezdiği bir toplumda yaşadığına inandıran ve en iyi çözümün yine şiddet ve suç olduğunu düşünen insanlar hem toplumun düzenini zedeleyebilirler, hem de kendi ruhsal dengelerini. gerbner’a göre yoğun olarak televizyon mesajlarına maruz kalan ve eğitilen insanlar “kendilerini saldırganlar olarak değil potansiyel kurbanlar olarak görmeye eğilimlidirler. gerçekte olduğundan daha çok polis memuru bulunduğuna inanırlar, ve bu yüzden çoğu insan sadece kendisiyle ilgilenir, diğer insanları kullanır ve güvenilmezdirler.” bu örnekler bireyin kendini vahşi sandığı dünya içindeki konumlandırması ile ilgili örneklerdir. ama diğer korkular yani yasaların ve kolluk kuvvetlerinin insanları suçtan ve şiddetten korumaya veya şiddeti ve suçu engellemeye yetmeyeceği endişesi yöneticileri demokratik olmayan kararlar almaya itebilir. “böyle korkular - tartışılabilir- insanların; hükümetin, vatandaşları suçtan koruma ve yaşamlarını daha güvenli yapma sözü veren (belki otoriter, hatta anti demokratik) davranışlarına karşı daha kabulcü olmalarını sağlayabilir ama bu bizim sivil haklarımızı ve sivil özgürlüklerimizi etkileyebilir. ya da bazı insanlar kişisel güvenlikleri için daha sıra dışı adımlar atabilir (şehrin dışına taşınmak ya da kendilerine gece-gündüz evine içine kilitlemek ya da silahlar satın almak) ki bunların daha ileri toplumsal sonuçları olabilir.” bu durum aslında türk toplumu açısından baktığımızda geçerliliğini korumaktadır. mahalle içlerinde kurulan kabadayı grupları, mafyavari çeteler, bireysel silahlanmalar, aşiretler, alarmlar ve demir parmaklıklar vb. tüm örnekler bir bakıma türk televizyonlarının da şiddeti normalleştirdiğinin kanıtıdır.
    gerbner’ın yorumları toplumların nasıl anti-demokratikleştiklerinin bir açıklaması olabilir. özellikle insanların bireysel korunma yoluna gitmeleri devlet ve toplum’un var oluş nedeni değersizleştirir. ayrıca insanların kolluk kuvvetlerinin şiddet uygulamalarını doğal ve sıradan olarak algılamasının insan hakları adına onulmaz yaraların açılmasına neden olabilir. “gerbner’ın bulgularının yansımaları hür ve demokratik bir toplumun kalbine gider. güvenliklerinin abartılmış korkuları ile, gerbner, insanların daha çok polis koruması talebinde bulunacağını söyler. kendi güvenlikleri karşılığında kurulu otoriteye boyun eğmeye ve hatta polis şiddetini kabul etmeye eğilimli olduklarını söyler.” özellikle amerika’da siyahların veya göçmenlerin maruz kaldığı şiddeti gerbner’ın iddiaları zerinden çözümlemek olasıdır. prime-time suçlu olarak gösterilen siyah ve göçmenler, her hangi bir suç olayı meydana geldiğinde, hemen zanlı sayılmaları ve şiddete maruz kalmaları belki de vahşi dünya sendromunun ve mutlu şiddetin sosyal hayata yansımalarıdır.
hesabın var mı? giriş yap