• mayıs’tı. amsterdam’da geçirdiğim altıncı günün sabahında, darlings in strings’ten gönderdikleri ve geceliğine 600 euro’ya anlaştığımız misha’ya, geceki tantrik masajına ekstra bir teşekkür olsun diye bir akşam yemeği teklifinde bulundum. oradan da bir yerlere gioderiz, belki ikinci masajı bedavaya getiririm diye düşünüyordum ki, o gece moulin rouge’dan casa rosso’ya kadar girmediğimiz delik, tatmadığımız günah kalmadı hamdolsun. otele nasıl geldiğimizi hatırlamıyorum. sabahleyin kahvaltıdan sonra misha, adet olduğu üzere benimle tekrar görüşmekten mutlu olacağını, onu her zaman arayabileceğimi falan söyleyip ayrıldı. önümde daha on günlük bir tatil vardı ve otelden sıkılmıştım. kalacak yeni bir yer bulmak için çantamı aldım ve aşağı indim. oteldeki hesabımı kapatmaya gittiğimde hesap kitap bilmeyen şapşal bir ayyaş olduğumu tekrar idrak ettim; otele olan borcumu ödediğimde amsterdam’da geçireceğim on gün için bana sadece 350 euro kalıyordu.

    yine de pişman değildim, “yaşayacağımı yaşadım, altı günde bir ömürlük macera biriktirdim” diye düşünerek güneş gözlüğümü taktım, bir sigara yaktım ve bir cafe bulup internetten hostel aramaya başladım. kısa bir araştırmadan sonra nihayet merkeze biraz uzak olsa da, günlüğü 12 euro’ya bir hostel bulmuştum. otobüstü, tramvaydı uğraşamayacak hergelenin biri olduğum için de işim düşmese aramayacağım arkadaşlarımdan birini aradım ve arabasıyla beni hostele bırakmasının mümkün olup olmadığını sordum. allahtan manitayla kavga etmiş, işten çıkınca biraz takılası varmış da o vesileyle sözleştik. bu hamlemle ben de hostele ulaşma işini en kıyak şekilde çözdüm. tabii şükür ki mesaisi türkiye gibi değil, dörtte işten çıkıyor paşam. dörde kadar orda bira, burda pattes, saat başımda duman derken baktım ki sipaliyi ezdikçe eziyorum; zaman geçmek bilmiyor, aynı insanları, aynı ne yapacağını bilmezlikle boş boş dolaşırlarken görmekten yılmış durumdayım, her ne kadar yine aynı insanları görecek olsam da yeni bir yer aramak üzere kalkıyordum ki nihayet geldi efe. onunla da biraz yedik içtik, biraz birbirimizi hatırladık; derken peşinden altı günlük hikâyeyi eh ziyadesiyle ballandırarak özet geçtim ama yani adam sanki evliymiş, elazığ’da yaşıyormuş, dört tane de sıpası varmış gibi dertlendi. bi de üstüne, “buralar turiste güzel” edebiyatı yaptı ki yani yuh, adama muhtaç olmasam, “kendine gel lan ibiş” diyerek haynekeni kafasında patlatacağım o olacak.

    sonunda mekândan ayrılıp yola çıktık. aynı caddelerden ikişer kere geçmeyi gerektiren dolambaçlı bir rotadan sonra vara vara vardık hostele ki mübarek hostel değil the raid: redemption diye bi endonezya filmi vardı, ondaki bina. arkadaş kim nerede yaşıyor, nasıl bir ekosistem var, burada nasıl bir ketenpere dönüyor belli değil. yiğid zaten mekânı görünce, “abi bırak, bende kalırsın, burası insana göre değil” falan diye bayağı bi ısrar etti ama ettiğimi çekeyim kafasından zinhar ödün vermeyen bi daltaban olmam hasebiyle kabul etmedim. içim gitti doğrusu, yatak matak iyiymiş, manitasının arkadaşları falan da geliyormuş ama yok, kaderimse çekerim dedim. nihayet yetkiliyi bulduk, konuştuk ettik, pazarlıkla on günlüğüne yüz yüroya anlaştık. parayı peşin ödedim ki sonra tatsızlık olmasın. kendimi biliyorum çünkü, harcarım. ben pazarlığa girdiğimden olacak, lübnanlı yetkilimiz eminim kıllık olsun diye bi telefon görüşmesi yapıyormuş gibi yaptı, sonra da, “söylediğim iki kişilik oda tutulmuş, altı kişilik bi oda var, kalırsan” deyip küsküyü verdi. ona da tamam dedim, maksat eksperiyans olsun. bir yandan da odada kalan diğer tipler dolaşmaya çıkar, ben de yayılır okurum, götüm dona dona bahçede otururum, insanlarla tanışırım, yazar çizerim falan diye hayal kuruyorum. efeyi yolcu ettim, efendi odayı tarif etti, buldum, kapıyı vurdum, içeri girdim, hafazanallah… hepsi birbirinden serseri iki kız iki oğlan. odaya bonobo gibi yayılmış bi yandan bira içiyor, bi yandan sarıyorlar.

    nezâket gereği tanıştık, bana bi tane yatak boşalttılar ama bildiğin leş: battaniye delik deşik, çarşaf desen attırıklı, yastık desen kulak pisliğinden, burun pisliğinden alacalı bulacalı bi renge bürünmüş. son çare bi tişört çıkarıp yastığa geçirdim ve orada daha fazla duramayıp dışarı çıktım. az biraz açık alanda dolaşmaya çalıştıysam da etraftaki tiplere pek sempati besleyemediğimden kısa süre sonra madem on gün geçireceğiz hiç değilse bonobolarla sempatik yapayım diye düşünerek odaya geri döndüm. biraz da hava alma bahanesiyle, “market falan var mı buralarda?” deyi sorduğumda kızlardan biri, “ben de gideceğim seni götüreyim” diye atıldı. böylece o önde, ben arkada yola koyulduk. yağmur yağıyor bir yandan, kızın kafası iyi, ne dediği anlaşılmıyor ama susmuyor da öte yandan. hadi güzel bi kız olur, memesi falan iridir, beden kitle endeksi altın orandır, gevelese de dinliyor gibi yaparsın. öyle de değil. kız bildiğin tahta göt. üstelik bir aydır yıkanmamış, net: saçlarının arasında izmarit var, pantolonunda atmık lekesi duruyor bildiğin… dedim, en iyisi karışmayayım deli herhalde. market, 20 dakka yürüme mesafesindeydi ve eminim dört saat falan sürdü gitmemiz. neticede zaman infazi.

    markete ulaştıktan sonra viski, bira, konserve falan… aynı yolu bi daha tepmeyeyim diye zulaladım ben bayağı bi şeyler. kız ortak ödeyelim falan dediyse de, “yok” dedim “ne münasebet.” tam da böyle diyemedim yani, çünkü “ne münasebet”in ingilizce’sini bilmiyorum. o yüzden not at all falan dedim, artık olduğu kadar. sonra dönüş yolunda dayanamadım izmariti aldım saçlarının arasından. şaşırmadı bile.

    odaya döndüğümüzde diğer üçü bizi ayakta karşıladı: sanki ben babayım da aylık alışveriş yapmışım gibisine. bismillah odaya bi girdik, hemen poşetleri elimden aldılar. dedim, ski tuttuk. hatta ben daha neyi tuttuğumu anlayamadan oğlanın biri poşitten bi bira çıkarıp elime tutuşturdu, viskiyi de aldı beyim, bardaklara doldurmaya başladı. o an harbiden, “aneeeeaaam, nikelaaaaj” diyen öztürk serengil’e döndüm yani, elimde değildi.

    sonra düşündüm, n’olacak ki yani, hayır, ne olabilir? en kötüsü iki-üç gün aç kalırız, sonra arkadaşı ararım, havaalanına bırakır; hem uçakta yemek de veriyorlar, türkiye’de de bi başka arkadaş karşılar, eve ulaştırır, çözülür yollar... viskiyi şotladım, biraya abandım, arada sigara geldi çektim üfledim derken peşinden, “müsaadenizle” dedim, “yansın dünya, bugün müziği ben çalıyorum.”

    arkadaş bunlara müslüm’ü, orhan’ı bi döşedim. gece benim gecem oldu. ilerleyen saatlerde klod ismindeki delikanlı telaffuz edecek, birlikte mırıldanacak diye, “vazgeçmem”i 10 kere üst üste dinlemek kafamı biraz sktiyse de muhabbet fena gitmedi. bu klod’la izmaritli kız sevgiliymiş. kız artık baydığımı anlayınca klod’u götürüp yatırdı. yine de bunları bi gecede keder bağımlısı yaptım mı, yaptım. gecenin sonunda da yabancıyla iletişim kurduktan kısa bir süre sonra kendini, ülkesinin kültürel değerlerini pazarlarken bulacak olan her türk’ün yapacağı gibi, ertesi günün akşamına rakı içeceğimizin sözünü alarak yatağıma uzandım ve misha’yı düşünerek sızdım.

    11 gibi uyandım. etrafta kimse yok. çantaları duruyor ama araziler. düşüncelilik yapıp bana da iki tane sipsi bırakmışlar, iyice keyfim yerine geldi. açtım kompiteri, az türkiye’ye baktım ki gidince muhabbetlerde susup kalmayayım. gerçi erken baktım; türkiye’de dokuz gün eskisini kimse konuşmaz, bi beş gün kala bir de iki gün kala baksam yeterdi. yine de en azından yıl bindokuzyüzseksendört olduğundan olacak dayyibimizin suratını birkaç kere gördüm; sosyal medyumda hiç ummadığım bi linke tıklayarak sesini de duydum, hitabetini de narkozlandım, o kafayla 20 dakkalık vidyonun 18 dakkasını gözümü kırpmadan dinledim üstüne de, oh, tam oldu. daha yürürdüm oradan, artık cübbeliye kadar giderdim eminim de allahtan kapı vuruldu içeri biri girdi. tanımadığım birisi, uzun boylu, etine dolgun, kocaman göz bebekleri olan, bayağı kısa saçlı ama bu içerideki hippilere benzemeyen bir kumral. “edan li vidisi” gibi bi şey dedi, “haydontnov” deyip geçiştirdim ama gitmedi. bilakis güldü ve ingilizce tekrar sordu. boş yatak olup olmadığını soruyormuş. var dedim, gösterdim. öyleyse burada kalıyorum deyip, yerleşti ve kısa süre sonra uykum var dedi, yattı uyudu. bu uyuyunca tabii benim planlar patladı biraz. kulaklığı taktım, bi tane dizi açtım, öyle klavye takırtısı yapmadan meşrebince uyanmasını beklemeye başladım. yalan yok, kızı çok beğendim: o dakka aşık olsam, madem çantalı gezici istikamet versem, çıksak o ülke senin bu ülke benim dolaşsak, sonra “mangiz mafiş tıngır şinanay aşkım” desem, o da, “ya dert etme benim aileden kalma kocaman bi şarap bağım var, erkeksiz bu işler zor, gel gidelim orayı yönetelim, arada da çıkar dolaşırız” dese; ben de, “yok gülüm, daha önce bi karıyla böyle bi plan yaptım yıllarımı yedi sonradan da orospunun alası çıktı, ben daha hiçbir kadına güvenmem” falan desem. baktım ki çok ısrar ediyor, varı yoğu satıp “bi deneyelim öyleyse” desem en olmadı… falan diye düşünürken içimden öteki ses, “he mniski şarap bağı var hostelde altı kişilik odada kalıyor, gerzek” diye seslenince direkt bütün neşem kaçtı. bi şişe şarap açtım, okkalı bi fırt aldım, sonra banyoya gittim, duşta şarabın kalanını kafamdan aşağı boşaltıp öyle oturdum on dakka. “niye?” diyeceksin, “nereden bileyim? şeylerin kararını ben vermiyorum ki…” sonra yıkandım, arındım ve yattım.

    aynı babam gibi kendi osuruğumun sesine uyandığımda odada kızdan başka kimse yoktu. sağ olsun, başına geleceklere hazırlıklı olmalı ki kulaklığını takmış bilgisayarıyla uğraşıyordu. duyduysa da belli etmedi, neticede avrupalı. ben elimi yüzümü yıkayıp banyodan çıktıktan sonra baktım ki kulaklığı çıkarmış. merhabalaştım, kendimi tanıştırdım, isminin lily olduğunu ve isviçreli olduğunu öğrendim. daha önce başka bir odada kalıyormuş ama oradakilerle anlaşamadığından bizim odaya gelmiş. akşam rakı içeceğimizi ve alışveriş için markete gideceğimi söyledim, o da gelmek istedi, sipsinin birini yuvarlayıp yola düştük.

    hostel dediğim yer dört bloktan oluşan bir site gibi. muhtemelen daimi olarak orada oturanlar da var. dışarıda genişçe ama bakımsız bir yeşil alan ve bu yeşilliğin ortasında çıkış kapısına giden yaklaşık 50 metrelik bir yol var. yolun yarısına kadar gelmiştik ki otuzlu yaşlarının ortalarında, bıçkın bir tip koşarak kızın yanına geldi ve kolundan tuttu. kız da sert bir hareketle kolunu silkeleyip kendini kurtardı. benden biraz uzaklaşıp hararetli bir biçimde konuşmaya başladılar. onlar konuşurken kızın ara sıra "mehmet" dediğini duydum ve oğlanın da aksanından türk olduğunu anladım. konuşma uzayınca yaklaştım ve geciktiğimi, devam etmem gerektiğini söyledim. lily benden özür dileyip hemen geliyorum dedi ve tekrar uzaklaşıyordum ki, “kardeş türk müsün?” diye bir olta sallayıp şansımı deneyeyim istedim. “türküm birader, n’apıyon burda” diye yanıt geldi anında. lily öyle dururken biz beş dakika kadar konuştuk. herif altı yıldır amsterdam’da yaşıyormuş ve lily ile sevgililermiş. "lan skik amsterdam'da yaşıyorsun madem hostelde ne işin var?" demedim tabii. yeri değil. internetten tanışmışlar ve üç gündür burada kalıyorlarmış. fakat lily bunu terk etmiş. birlikte olmak istemiyormuş. herif pis bi tipti ve kafası iyiydi. “skecem bunu, mna koyduğum seviyorum diyorum anlamıyor, bütün paramı yedi, beni öyle terk edemez hocam, beni terk edeni öldürürüm ben.” falan gibi meymenetsiz laflar ediyordu. ben de, alttan alıp, “hocam bak,” dedim, “kız daralmış, biz bi markete gidelim, senin de kafan iyi, belli, biraz etkisi geçer o zamana kadar sakinleşirsin, gelince tekrar konuşursunuz.” makul karşıladı. “delikanlı adamsın, sevdim seni” falan dedi, içimden “mna kodumun dallaması” desem de yüzüne bir şey demedim. ayılınca basar gider diye düşünüyordum. omzunu pışpışlayıp, “hadi lily” dedim. bunlar görüşürüz falan diye sözleştiler ve markete doğru yürümeye başladık.

    lily, yolda hikâyenin kendi tarafından nasıl olduğunu anlattı. mehmet’le gerçekten internetten tanışmışlar ama burada buluştuklarında hiç de sandığı gibi bir insan olmadığını anlamış. mehmet’in tam bir sosyopat olduğunu, bir gece sarhoşken onu dövdüğünü, sevişirken ısırdığını, bu yüzden ondan ayrıldığını ve olabildiğince çabuk isviçre’ye dönmeye çalıştığını söyledi. ailesinden para bekliyormuş ama ailesi telefonlarını açmıyormuş. o yüzden şimdilik bir yere gidemiyormuş.

    marketten iki tane 70’lik rakı ve yanına peynir, cips falan aldıktan sonra, alternatif bir rota izleyip yolu biraz uzatarak tekrar hostele döndük. yol boyunca yol ve lily ile konuşmak hiç bitmesin istedim. son altı ayda onun kadar güzel gülen kimseye rastlamamıştım. bu kadar saçma sapan bir şey yaşıyor olmasına rağmen endişesi sadece gözlerine üç dört saniyeden fazla bakınca anlaşılıyordu; onun haricinde bu kızın dünyadaki en mutlu insan olduğuna yemin edebilirdim. gerçi bunun biraz da isviçre vatandaşı olmasıyla alakalı olabileceğini düşünmedim değil hani. sanırım o da benden hoşlanmıştı, çünkü arada koluma dokunuyor, bir şeyler anlatırken önüme geçip geri geri yürüyerek ve yüzüme bakarak konuşuyor, birden havaya sıçrayarak heyecanını gösteriyor, yolu uzatmaya çalışıyordu. veyahut çok korktuğundan beni sığınabileceği biri gibi görüyor ve o yüzden samimiyet temin etmeyi deniyordu.

    hostele döndüğümüzde mehmet ortalarda yoktu. doğruca odaya girdik, diğerleri de gelmişti. lily’nin mehmet’e rastlamadan odaya girebilmekle ne kadar mutlu olduğunu ancak kapıyı kapattığımızda anlayabildim. onlar birbirleriyle tanışırken ben bir süre yatağa uzandım ve on dakika kadar kendime siktiğimin amsterdam’ında bu ipe sapa gelmez insanlarla ne bok yediğimi sorup durdum. sebebi belliydi. sebebi sendin. anında sktiri çekip yataktan indim ve bir sanat müziği playlisti açıp yetmişliğin birini dönmeden önceki geceye ayırarak rakıları hazırlamaya başladım. sadece poeta, rakının kokusundan hoşlanmadığını ve içmeyeceğini söyledi. iki yudumdan sonra klod da şarap içmek üzere yakamızdan düştü. o an sadece rakının lily ve bana kalmasını diliyordum ama saçı sigaralı kız rakıyı bira gibi içiyordu. uzun süre rakının yavaş içilen bir içki olduğunu anlatmaya çalıştıysam da anlamadı. biz daha ikinci kadehteyken o dördüncüyü bitirmişti ve “harika hissediyorum” diye bağırarak dışarı çıktı. klod da peşinden. bonobo'lar böyledir, alışkındım.

    poeta ve vincent romantik takılıyorlardı. sanat müziği hoşlarına gitmişti ve bir sigara yakıp yataklarına oturdular. lily ve ben de çok fazla konuşmadan ve uzun uzun bakışıp habire sırıtarak kadeh tokuşturup duruyorduk. "menekşelendi sular" çalarken lily elimi tuttu. tam öpmeye niyetleniyordu ki, "yok" dedim, "ben başka birini seviyorum. hem senin için de hiç doğru olmaz şu ara..." rakının verdiği cesaretten olacak, yoksa zor böyle bi rezistans. anlıyorum ya da kusura bakma dercesine gülümsedi, ben de sarıldım gayrı ihtiyari, tam pışpışlıyordum ki dışarıdan bağırtılar ve patlama sesleri gelmeye başladı. poeta ve vincent hemen yataktan atlayıp pencereye koştular ve bu ani hareket yüzünden pışpışlaşmamız yarıda kesildi. peşi sıra klod telaşla kapıdan içeri daldı. söylediğine göre adamın biri açık alanda elinde bir tüfekle havaya ateş ediyor ve, “where are you my love? i love you! where are you?” diye bağırıyordu.

    klod burnundan soluyarak aşağıda olanları anlatırken apartmandaki hareketliliği fark etti ve herkesin aşağıya indiğini söyledi. neden bilmiyorum hepimiz birlikte, sanki sirk gelmiş gibi bir heyecanla aşağı indik. aşağıdaki manzara garipti: kapının girişinde polisler, yolun ortasında elindeki kalaşnikofla havaya ateş ederken “lily!” diye bağıran mehmet ve etrafına yayılmış bağırıp çağıran bir kalabalık. ama nedense kimse mehmet’in bir kız uğruna delirmiş bildiğin türk olduğunu anlamıyordu. herkes mehmet’i romantik bir ilan-ı aşk kahramanı gibi izliyordu. lily’ye baktım, koluma tutunmuş, titriyordu. ona yukarı gitmesini ve birazdan geleceğimi söyledim. klod ve saçı sigaralı kıza, lily ve benim yukarıda olacağımı, bundan kimseye bahsetmemelerini söyleyecektim ki mehmet beni gördü ve bağırmaya başladı: “hocam lily nerde? hocam gel buraya lily nerde? tatata. daan!” yapacağım bir şey yoktu. kalabalığın arasından ayrılıp mehmet’e doğru yürüdüm. “hocam sen n’apıyosun, sakin ol, bak polis gelmiş!” dedimse de sallamadı. “lily nerede? where are you lily?” diye bağırıyordu ve tekrar havaya doğru sıkmaya başladı. bu andan sonra polis son kez uyardığını ve silah kullanılacağını anons etti. dramatik bir sahnenin göbeğinde endam sergiliyordum ve bu gerzek yüzünden vurulabilirdim. nasıl uzaklaşacağımı düşünüyordum ki mehmet polise döndü, birkaç mermi yollayıp apartmana doğru koşmaya başladı. polis de karşı ateşe başlamıştı. kalabalık çıldırmış gibi bir yerlere seğirtiyor, çığlıktan ve silah sesinden başka bir şey duyulmuyordu. bir an koştuğumu fark ettim, hem de mehmet’le yan yana. mehmet bana baktı. tam gözlerimin içine… ve durdu. dönüp polislere tekrar birkaç kurşun sıktı ve tekrar koşmaya başladı. şimdi ben onun biraz ilerisindeydim. geriye döndüğümde onun peşimden koştuğunu görebiliyordum. anlamsız bir biçimde kahkaha atıyor, “bundan kurtulacağız kardeşim” diye bağırıyordu. kaldığımız apartmana ulaşmama 30 metre falan kalmıştı ki geriye döndüm ve mehmet’le tekrar göz göze geldik. o an kalaşkikofu bana doğrultup ateş etmeye başladı. o beni kurşunlarken ölmekten başka şansımın olmadığını, o gün tanıştığım güzel gülüşlü isviçreli bir kız ve psikopat bir herif yüzünden birden bire nasıl da ölüme doğru yol aldığımı düşünüyor, bir yandan da ne yaptığımı bilmeden sıçrıyor, zigzag çiziyor, yerde yuvarlanıyor ve apartmana ulaşmaya çalışıyordum. sadece birkaç adımım kalmıştı ki baldırımda hissettiğim tarifsiz bir yanma hissiyle bağırarak yere yuvarlandım. düşerken aynı anda mehmet’in de düştüğünü gördüm. sırtından vurulmuştu ve yerde inliyordu. istemsizce baldırımı tuttuğum elime baktım. aklıma gelen şey sadece, o ana dek bir insanın elini ancak bir korku filminde bu halde görebileceğimi sandığımdı. kanamayı biraz olsun azaltmak için telaşla aynı elimi tekrar yanan bölgeye bastırdım. o ara mehmet’e tekrar baktım. yerde cansız yatıyordu. lily nasıl olduysa gelmiş, başucunda ağlıyor; birileri benim başımda toplanmış anlamadığım bir sürü dilde hararetli bir şekilde konuşuyorlardı. biri tişörtünü çıkarıp vurulduğum yerin üstünden bağladı ve şöyle dedi: “just a scratch.”

    bu tuhaf öykünün kahramanı ben olsaydım, bacağıma üç mermi saplanmış olsa bile bunu benim söylemem gerekirdi. demek ki kahraman ben değildim. yerde yatmakta olan mehmet’inse hayli yaklaşmış olsa dahi kahraman olmadığı kesindi. bilakis ölüydü. az ileride bir polisi elinde tüfek olan bir diğerinin omzuna elini koymuş onu teselli edermiş gibi dururken görebiliyordum. mehmet’i o vurmuş olmalıydı. kahraman o olabilir. zaten eminim her biri kendisini içinde bulunduğu herhangi bir olayın kahramanı olarak görüyordur. benim kahramanım değildi. gözümde tüm diğer polislerle aynıydı: ruhsuz bir katil: aynı senin gibi. bir süre sonra iki de bir bayılmaya başlayan lily’ninse kahraman olması imkânsızdı. zaten bu kadar sümüklü biri kahraman olamaz. olacaksa da evvelasında bu olayın etkisiyle bayağı bir süre boyunca tarumar olacağı aşiyandı.

    bana acıyanlar, başımda durmuş olayı tartışanlar, beceriksizce yardımcı olmaya çalışanlar beynimi sikiyordu ve kahraman muhtemelen her şey bittikten sonra ortaya çıkıp insanları bir koyun gibi güderek evlerine ve odalarına yollayan lübnanlı yetkiliydi. ilk yardım çantasıyla gelmişti. sıyrığı kaplayan tişörtü açtı, su döktü, temizledi, ciddi bir şey olmadığını söyleyerek vücudundaki üç mermi yarasını gösterdi. amcasının babasına tüfekle ateş ettiğini ve babasının kafasındaki saçmaların halen durduğunu anlatırken yarayı yeniden sarıp beni ayağa kaldırdı.

    o sırada lily, polisin mehmet’i tanıdığını anlamış olmasından olacak bir polisle birlikte, sanırım eşyalarını almak için yukarı doğru gidiyordu. ben de peşlerine takıldım ve yaklaşıp omzundan tuttum. beni görünce hemen sarılıp yeniden ağlamaya başladı. “mehmet öldü! mehmet’i vurdular!” diye söyleniyordu. mehmet’in de beni öldürmeye çalıştığını söylemek istemedim ama kontrolüm dışında yavşak bir ifadeyle, “yea… dick laurent is dead!” dedim. salak salak suratıma bakıyordu. o ana kadar onunla birlikte gideceğimi düşünmüştüm. karakola ya da her ne haltsa bir başına gitmemeliydi. ne de olsa gurbette yalnızdı. fakat o salak bakış beni ondan hiç ummadığım bir biçimde uzaklaştırdı. seni hatırlamıştım. seni yalnız bırakmadığım tüm o yıllardan sonra ben düştüğümde suratıma nasıl da salak salak baktığını ve beni nasıl da yalnız bıraktığını hatırlamıştım. harbiden de kimse için deymezmiş gibi geliyordu. onlarla birlikte yukarı çıktım. üçüncü dünya savaşını atlatmış gibi birbirlerine sarılmış olan bonoboların ağlak suratla sordukları, “iyi misin, nasılsın” falan gibi sorular arasında çantamı toplamaya başladım. bu arada lily çoktan cüzdanını ve telefonunu almış kapıda beni bekliyordu. daha fazla bekletmemek için, yanına gittim ve “hoşça kal lily” dedim. bayağı şaşırdı. “sen gelmiyor musun?” diye sordu. “hayır!” dedim, “gitmem gereken bir yer var. son gecemdi zaten!” boynunu yavru bir köpek gibi büküp inleyerek polisle birlikte gitti.

    ben de çantamı toplayıp üzerimi değiştikten sonra bonobolarla vedalaştım ve açılmamış 70’liği alıp dışarı çıktım. kulaklığımı takıp playlisti başlattım. önce kendi kan izimin, sonra mehmet’in kan izinin, sonra da kapıda bekleyen polis arabalarının yanından geçip yolun aşağısına doğru yürüdüm. bir yandan da rakıyı kafama dikiyordum. bir saatlik bir yürüyüşten sonra bir atm makinesine rastladım ve kredi kartımdan 500 euro çektim. buna sevindim. çünkü bu kalan günlerimde günlük 500 euro çekebileceğim anlamına geliyordu. bu sayede bir hostelde kalmaya veya bir arkadaşı aramaya mecbur kalmayacaktım. aslında planımın hayli dışına çıkacağım için üzülmem gerekirdi ama dünya yansa, burç halife’ye intergalaktik gemi çarptırsalar, mary celeste mürettebatı birden anıtkabir’de peydah olsa, son panda ölse, son bülbül küsse, son umut tükense skimde değildi.

    parayı bulunca misha’yı aradım. açmadı. rembrandtplein civarına gidip o tarafta otel bakmak için taksiye binmiş, rakıyı yarılamıştım ki misha’dan mesaj geldi: “saat üçe kadar doluyum ama gündüzü uzatabiliriz.” “300 verebilirim” diye cevapladım. gelen mesajdaki iki harfle şad oldum: “ok.”

    bir otel bulduktan sonra resepsiyondaki sarışına gece misafirimin geleceğini söyleyip odaya çıkınca otelin adını ve oda numarasını misha’ya mesaj attım. yatağa uzandım. hüdai aksu’nun bütün şarkılarını ama en çok da hengâme’yi dinleyerek rakıyı fondipledim ve sızdım. tüylerim ürpererek ve mırıldanarak rüyadan gerçeğe geçtiğimde white palace’taki nora baker’in max baron’a yaşattığı, bir erkeğin düşleyebileceği en şahane uyanışı yaşıyordum. bundan böyle o sahne gözümün önüne gelmeyecekti: kendi hayatımdan hatırlayabileceğim çok daha nefis bir anım vardı. senin de başucumda olman, saçımı okşaman falan inan umurumda bile değildi: sadece alışveriş yaptın diye baba gibi hissedebiliyor, daha o gün tanıştığın bir insanla hemen mutlu olabiliyor, tantrik masaj bile yaptırabiliyordun veya en yakınında olduğunu düşündüğün insanın sandığın insan olmadığını bir anda öğrenebiliyordun, gerçeğin, insanın varlığını tuzla buz eden ağırlığının altından ne kadar debelensen de çıkamayacağını anlayarak ve bunu kabullenerek sadece ezilen kendinin seyircisi olabildiğin anlarda kısılı kalabiliyordun yahut herhangi biri çıldırıp sana kurşun yağdırmaya başlayabiliyordu. her şeye rağmen her nasılsa bir günün getirdiği diğerini unutturabiliyor hâlâ; vakit kısa: hayal yalan olsa, rüya yanlış olsa, sahicilik jargon olsa ne gâm... hem zaten burnum da ortalığın malı artık.
hesabın var mı? giriş yap