• bu film yalnız bir kadının dramı değil. yoksulluk, yersiz yurtsuzluk üstüne bir güzelleme hiç değil düşünülenin aksine. bu film kapitalizm denen doymak bilmez canavarın, devlet eliyle meşrulaştırılan rekabetçi, açgözlü neoliberal ekonomi politikaları sonucu evlerinden, yuvalarından, benliklerinden, kendilerinden, anılarından, topraklarından, bellek ve dayanışmanın ışıtan gücünden sürgün edilen modern kölelerin, modern göçebeliğin, modern sürgünlerin filmi. ve belki de insanların bu filmi içinde buldukları anlam üzerinden yorumlayıp, sevdikleri noktad derinlerde; sürdürülen yaşamın kırılganlığına, güvensizliğine, tekinsizliğine karşı duyulan ve modern insanı depresyondan depresyona sürükleyen çaresizliği iliklerine kadar (ama hiçbir şekilde mağduru oynamadan) hissettiriyor olması.

    chloé zhao bir önceki şahanesi the rider'da erkekliği tüm uzuvlarıyla saran liberal/kapital erkekliğin gölgesinde western kırıntılarına, nostaljisine sığınmış kırsal varoluşun çözümlemesini kendinden beklenmeyecek bir ustalık ve olgunlukta gözler önüne seriyordu. malum erkek yönetmenlerin, edebiyatçıların kadın kahraman anlatma sevdasına koşut genç bir kadın yönetmen olarak erkekliğin en vahşi damarlarından biri sayılabilecek bir rodeo hikayesi içinde, kırılgan, zul ve zoraki erkekliği nefiş şekilde naklediyordu bizlere olgun bir şekilde. ve en önemlisi nomadland'de genişleterek tüm kadraja tematik önermesini yedirip yaydığı ''gelecek, geçim, varolma kaygısı'' düsturunu iyiden iyiye parlatarak bundan böyle bir yönetmen olarak tematik dertlerinin ne olacağı hususunda bizleri bilgilendiriyor bir bakıma. ve elbet büyük bir zafere ulaşıyor.

    nomadland itki olarak zayıf bir film. yani kahramanın içinde bulunduğu koşulları izah etme konusunda minimal bir yaklaşıma giderken, alttan alta sistemle olan politik derdini de kısık sesle söylemeyi tercih eden, söylemini hikayenin, karakterin önüne koymaktan sakınırken, kahramanın seçim ve zorundalıklarını bu açıdan izleyicisine açık etme hususunda cimri davranan bir yapıya sahip ki zaten kimileri bunu filmin zayıflığı olarak görüyor. the rider önermesi, derdi ve derdinin izahı bakımından daha güçlü bir filmdi kabul ama nomadland'de olgunlaşan bir sinemanın, sinemacının öyküsünü en iyi şekilde anlatma hususunda yaptığı seçimleri (görüntü, kurgu, ses, senaryo vs) göstermesi bakımından epey önemli bir film.

    çağın politik, ekonomik, sosyal dinamikleri üstüne sürekli konuşmalar, tartışmalar, araştırmalar süredursun bir bakıma yakın bir geleceğin (özellikle ekonomik bağlamda) neredeyse post apokaliptik manzaralarını dolaylı bir imayla seyircisinin üstüne fırlatıyor yönetmen olarak zhao. geniş kadrajları, uzun, derin, çöl, yol planları biraz bundan esasında. bulunduğu, var olduğu yaşamın, dünyanın gerçeklerini anlamaktan uzak, sadece ve sadece sosyal medya öğretileriyle hayatta kalan mutsuz çoğunluk için de dolaylı bir ağıt aslında nomadland.

    büyük şehirlerde, büyük ofislerde, büyük evlerde sadece yaşamak için çalışıp, hayalini kurdukları çölün imkanına kavuşmak için güzelleme yapan milyarların romantizmini de merkeze alarak, gerçeğin çölüne fırlatılan diğer insanların, başka bir seçenek içinde var olmak için giriştikleri mücadeleyi ve bu mücadele içinde ne kadar yalnız hissettiklerini hubrisine yenik düşmeden şefkatli kadrajının bağırıp, çağırmayan minimalizmine sığınıp hiçbir romantik ideal söylev, söylemin peşine düşmeden, yoksulluk ajitatörlüğü yapmadan vakarı huzura seriyor. iyi de yapıyor. o güzel gözleri, elleri, beyni, düşünceleri dert görmesin.

    ama benim için aslında sinemada hikaye anlatmanın büyüsünün bir bakıma nasıl yavanlaşıp geriye doğru gittiğini göstermesi bakımından da önemli bir film nomadland. zira cağnımm agnès varda 1985 yılında çektiği katıksız bir baş yapıt olan sans toit ni loi(yersiz yurtsuz) filminde özel bir tematik yaklaşım, önerme olmadan bir kadının- insanını var oluş sancısını mucizevi bir büyüklükle bizlere naklediyordu. şimdilerde nomadland gibi çağdaş iz sürücü filmler ve elbet zhao gibi yönetmenler (mesaj- önerme- tema) çerçeveye imkan ve izah veren öykü anlatma içgüdüsüyle asla o büyüklüklere varamayacak filmler yapıyorlar ve bizler de ister istemez bu filmleri günümüz sinema ve diğer sanat dallarının içine düştüğü yavanlıktan bir nebze kurtulabilmek için büyük alkışlarla karşılıyoruz. oysa 1985 yılında sinemaya en büyük bozgunlardan birini zaten hediye etmiş bir sinema tanıklığı var uzak olmayan geçmişte bir yerde.

    tenet gibi filmlerin fikrin büyüklük ve idealine sığınan yavanlığına karşı elbet safımız nomadland'den yana ama aslına bakarsanız bunların hiçbiri sinema sanatı için yeni bir adım değil.
  • kusursuz anlatımı ve frances mcdormand'ın hayran bırakan oyunculuğu ile benim için 2020'nin en iyisi oldu. gününde yakalarsa insanı çok fena çarpar. hoşuma giden ise zhao'nun hiçbir şey için fazladan çabalamamış olmasıydı. film boyunca hiç öyle bir derdi yok. fern'e ne acıyor, ne acımamızı bekliyor. ona hayran olmamızı da istemiyor. belki de istediği yalnızca fern'ü anlamamız.

    - my mom says that you're homeless, is that true?
    - no, i'm not homeless. i'm just house-less. not the same thing, right?

    sonuçta evsiz kalmakla ''daha az eve sahip olmak'' aynı şey değil, değil mi?

    fern ile ilgili aldığımız ilk ve en güzel ipucu bu. o karavanda yaşıyor, evsiz değil. bunların arasındaki farkı, karavanın muhtelif yerlerine fazladan iki tane kavanoz koyabilmek için gösterdiği çabadan da anlıyoruz. fern yola çıkıyor, yer değiştiriyor, sürekli çalışıyor, hiç durmadan çalışıyor, insanlarla etkileşim kuruyor, paylaşıyor, paylaşılanı reddetmiyor. yalnızca yakınlık kurmuyor. çünkü yakın zamanda büyük kayıplar yaşamış. 2008 global krizinden etkilenenlerden biri de o. her şeyini kaybetmiş. eşini de kaybetmiş. bu kadar kayıptan sonra bir yere ait olma duygusunu yaşamak ne kadar kolay, bu nokta fern'ü anlamamızın mümkün olmadığı nokta. fern de zaten bunun mümkün olmadığını anlatmak istercesine sürekli yollarda, yeni işlerde, yeni insanlarla etkileşim halinde. sabit değil. çünkü o aidiyet hissi tamamen kaybolmuş.

    bunu daha sonra kız kardeşine gittiğinde, daha doğrusu gitmek zorunda kaldığında da görüyoruz. fern aslında yalnız değil, gidecek yeri -eğer isterse- var. yani karavan, yollar, birbirinden farklı bir yığın part-time iş hepsi kendi tercihi. istediği için yollarda ve istediği için o karavanda beş yorganla yatıyor. sıcak yuva kalıbının içi isterseniz her şekilde dolabiliyor. dışarıdaki dondurucu soğuğa bir karavanın içinde kat kat yorganla karşı koymak kendi tercihinizse, o yorganlar da sıcak yuvayı size sunabilir. her şey nereden baktığınıza, nasıl gördüğünüze ve seçimlerinizle nasıl yüzleştiğinize bağlı.

    fern'in bunlarla ilgili problemleri yok. yüzündeki o hiç geçmeyen hüzne, sertliğe ve bakışlarındaki donukluğa rağmen, zaten dimdik ayakta. mız mızlanmıyor, şikayet etmiyor, söylenmiyor; sürekli çözüm arıyor, buluyor ve yoluna devam ediyor. her şeyi kendi başına yapmaya öyle alışkın ki basit bir taşıma teklif edildiğinde bile kaşları çatılıyor. sonraki sahnesi çok güzel. adam, öyle bir talep olmamasına rağmen kendi kendine yardım etmeye karar veriyor ve elindekileri düşürüp kırıyor. fern'ün veya onun gibi kendi işini yapmaya alışmış, tekilliğe alışmış, herhangi bir şeyi kendi yaparsa daha iyi yapabileceğini bilen kişilere bir şekilde yardımcı olmaya çalışmak, üstelik talep yokken bunu yapmak, sadece zarar getirir. bu hep böyle olmuştur. bunu fern'ün durumunda daha kör göze parmak görüyoruz. bazen fernlere'e yapılacak en büyük iyilik sadece onu yalnız bırakmaktır.

    onca kayıp, acı, hüzün ve mcdormand'ın performansına rağmen hâlâ yaşayan kaldıysa diye arada ludovico einaudi de giriyor, o tam oluyor işte. yönetmen ve oyuncu üzerine düşeni fazlası ile yapınca ve bunlar iyi sinematografi, senaryo ve müzikle desteklenince ortaya nomadland gibi filmler çıkıyor. aklında kalıyor, zaman geçiyor ama yine de arada geliyor aklına, övüyorsun, tavsiye ediyorsun. tüketmiş değil izlemiş oluyorsun. bu satıları yazarken de fern'ün bir yerlerde yorganların altına girmiş uyumaya çalıştığını düşünüyorsun. belki düşünmüyor, bunu biliyorsun.

    düzeltme: benim izlediğim alt yazıda ''house-less'' olarak yazılmıştı. less'ın bilhassa ayrılması nedeniyle azlık ifade ettiğini düşünmüştüm. ancak orada kastedilen ''evsizim ama yuvasız değilim''e daha yakın bir anlammış. bu uyarıyı yapan yaklaşık üç milyon kişiye teşekkür ederim.
  • bazen böyle olur...

    öyle bir yerde, öyle bir zamanda kök salmışsındır ki (daha doğrusu; hayatın boyunca sadece o yerde ve o zamanda kök saldığını hissetmişsindir ki); artık hep orada kalırsın. yavaş yavaş yayılıp sahiplendiğin evden, sarıp sarmaladığın odalardan, göz göze geldiğin bahçeden ayrılamazsın. biraz fotoğraflarda kalırsın sonra, biraz anılarda kalırsın, biraz ezbere okuduğun şiirde kalırsın, biraz babanın söylediklerinde kalırsın ve ancak kaldıklarının içinde yaşarsın.

    bazen böyle olur...

    öyle bir yerde, öyle bir zamanda kök salmışsındır ki (daha doğrusu; hayatın boyunca sadece o yerde ve o zamanda kök saldığını hissetmişsindir ki); artık o evde, odalarda, bahçede yaşayıp yaşamamanın hiçbir önemi yoktur. köklerinden uzaklara savrulsan da; durmadan yol alsan da, manzaran sabahtan akşama değişse de, etrafındaki insanlar konup göçse de, her şeyin geçiciliğinin hiçbir anlamı yoktur. başka bir eve sığınmaya, başka bir yatağa alışmaya çalışmazsın; çünkü senin başının üstünde bir çatı, sevdiğin adamla paylaştığın bir yatak, pencereden baktığında gördüğün bir manzara zaten vardır.

    bazen böyle olur...

    öyle bir yerde, öyle bir zamanda kök salmışsındır ki (daha doğrusu; hayatın boyunca sadece o yerde ve o zamanda kök saldığını hissetmişsindir ki); hep oraya geri dönersin. veda etmediğin, veda edemediğin, ne varsa; eninde sonunda, onlara varırsın. boş evin kapısını açarsın; salona şöyle bir bakarsın ve koltukları eski yerlerine koyarsın, yatak odasındaki dolaba kıyafetleri son bıraktığın haliyle asarsın, babandan sana kalan yadigar tabakları mutfak dolaplarına özenle dizersin... bütün işler bittiğinde, arka bahçeye çıkan kapıyı açıp, uzun uzun manzaraya bakarsın. önünde uzanan, ta uzaktaki dağlara kadar akan çöle doğru adım atmadan önce gülümsersin. çünkü sonunda ev’desin, sen hep bu ev’desin... çünkü “hatırlananlar, yaşar”, sen de hatırladıklarınla kalırsın, kaldıklarının içinde yaşarsın.

    “ev sadece bir kelime midir? yoksa içinde taşıdığın bir şey midir?” **

    (gerçekten, bazen böyle olur... öyle güzel bir film izlersiniz ki; sizi evinizden alıp, çok uzaklara fırlatır ve orada bırakır. evinize nasıl geri döneceğinizi ise size bırakır. ben henüz dönüş yolundayım; yolda görüşürüz *)
  • bu filme, 2020 yılının en iyi filmleri listesinin hemen hemen hepsinde denk gelmişsinizdir. haliyle, bu film için beklentimiz fazlasıyla yüksekti. en azından benim için öyleydi. ancak filme geçmeden önce yönetmeni chloe zhao için bir iki kelam etmek isterim. kendisi aslen pekin doğumlu olup kendisinin amerika ve dolayısıyla batı dünyasına olan ilgisi tamamıyla eğitim aşkından kaynaklanmaktadır. londra'dan los angeles'a, oradan da new york'a kadar takip etmekten bıkmadığı sinema aşkı, onu bugünlere kadar taşımış. artık o, az çok bilinen ve saygı duyulan bir yönetmen. nomadland filmi de kendisinin üçüncü uzun metraj filmi. yine bilinirliğine katkı sağlamış olan ikinci uzun metrajı the rider filmini de izlemiş biri olarak onun için rahatlıkla şunu söyleyebilirim: chloe zhao kesinlikle hollywood'a ait bir yönetmen değil. fakat, farklı olması elbette ki hollywood'dan kaçabileceği anlamına da gelmiyor. kendisinin bir sonraki filmi marvel'ın popüler kültür tüketicileri tarafından heyecanla beklenen eternals filmi olacak.

    hollywood artık farklı yüzler ve yeteneklerle çalışmak istiyor. bunu hepimiz biliyoruz. o yüzden marvel'ın zhao'yu, yeni avengers olmaya aday bir filme yönetmen olarak tercih etmesi hiç şaşırtıcı gelmedi bana. asıl zhao'nun böyle bir filmi yönetmeyi tercih etmesi şaşırtıcı gelebilir; ama bunu eleştirmek bizim haddimiz değil. sonuçta o da para kazanmak ve bu sayede hayalini kurduğu diğer bağımsız filmlerini çekmek niyetinde belki de.

    şimdi nomadland filmine geri dönelim. şunu en başta söylemekte fayda görüyorum. nomadland, kesinlikle yıllar yılı hakkında konuşulacak bir film değil. 2020'nin film kıtlığında, bağımsız ve isyankar ruhuyla öne çıkmayı başarmış bir film sadece. tabi ki de başrolün, hollywood'un güçlü ve bağımsız ruhlu kadın oyunculardan biri olan frances mcdormand tarafından canlandırılmış olmasının da filmin ses getirmesinde büyük payı var.

    film, işini ve eşini kaybetmiş fern isimli yalnız bir kadının peşi sıra hepimizi bir eyaletten bir başkasına sürükleyip duruyor. onunla birlikte bulabildiği kısa süreli işlerde çalışıyor, soğuk bir kamyonette uyuyor, diğer göçebelerle bir ateşin etrafında sohbet ediyor, bir kahveye ya da bir parça sandviçe ortak oluyor, buz gibi tertemiz sularda çırılçıplak yüzüyor ve bozulan kamyoneti tekrar nasıl yollara sürebileceğimizi dert ediniyoruz.

    film, her anlamda avrupa'nın sanat kokulu filmlerine çok benziyor. aslında bizler de nuri bilge ceylan sayesinde bu tarz sakin ve yavaş ilerleyen filmlere az çok alıştık. amerikalılar bu tarz filmlere bizler kadar alışık değil. o yüzden kendi topraklarından bu tarz bir film çıkmaya görsün filmi hemen göklere çıkarıyorlar. buna benzer abartılı bir sevgi gösterisini never rarely sometimes always filmi için de yaptılar. halbuki bizler o filmde yaşananları, romen yapımı 4 months, 3 weeks and 2 days (2007) filminde büyük bir hayranlıkla izlemiştik.

    tabi ki de eleştirilerim filmin kötü olduğu yönünde değil. bilakis filmi çok beğendim. hatta mevcut kapitalist sisteme, amerika'nın ortasında alternatif komün hayatlar kurarak cevap vermesi çok hoşuma gitti. bu arada, amerika'da bu tarz yaşam süren pek çok insan bulunmakta. bunu sadece oradan oraya gitmek anlamında düşünmeyin. bu kamyonetten de küçük arabalarda yaşamını sürdürmeye çalışan binlerce amerikalı mevcut. sonuçta herkes amerikan rüyasından payına düşeni alamıyor. bazılarına sadece kabus görmek kalıyor.
  • an itibariyle ortamlarda "i'm a vietnam vet" repliğinin "ben bir vietnam veterineriyim" şeklinde çevrildiği berbat bir altyazıya sahip, frances mcdormand'ın duru ve mükemmel bir oyunculuk sergilediği güzel film.

    --- spoiler ---

    fern'in dave'in evinde merdivenlerde oturup piyano dinlediği sahne... 10-15 sn'lik yakın plan çekim... başta fern'in yüzünde görülen belli belirsiz gülümsemenin yine belli belirsiz kaybolması... dikkatle izlemeyen anlamaz bile. "aha" dedim, "kalmayacak, gidecek." öyle de oldu. mükemmel oyunculuk, mü-kem-mel!

    --- spoiler ---
  • benim açımdan en net önermesi "kimseye zorla yardım edemeyeceğimiz" olan film. yardım etmek istesek de o tabaklar mutlaka kırılacaktır. birilerinin kutularını onun yerine taşımak istesek de kabul görmeyebilecektir. yaşamın özünü kucağına koysak da, ancak görülmek istenen görülecektir. kalmasını istesek de, gidilecektir. gidilse de mutlu olunamayacaktır. bazen sadece varolunur ve varoluşa eşlik edilemez. anlardan öteye gidilemez. an her şeydir. ve her şey, bu anların toplamı olarak nasıl bir genel görüngü oluşturduysa, öylece kalır bazen. yasın, mutsuzluğun devamı olmalı, her şey olduğu gibi öylece kalmalıdır. varolmak yaşamayı gerektirir ama çokça yaşamak suçluluktur. azap yoksa, değişim yoksa düşünce vardır. düşünce umut doğurur. umut suçluluktur. yola devam edilmeli, her şey nasılsa öyle kalmalıdır. sadece varolunmalıdır.
  • fern adlı karakterin, shakespeare'in 18.sonesini biraz daha değiştirerek evlilik yemini olarak kullandığı film,

    "değişir miyim seni bir yaz gününe?
    çok daha güzelsin sen çok daha ince:
    mayısın goncaları sert rüzgarlarla titrer,
    yaz günleri kısa bir düş gibi gelir geçer:
    bazen cehennemin ateşi tepende parlar,
    sonra altın gibi saçlar sararıp solar
    her ne kadar güzel olsan sonun değişmez;
    ne şans, ne doğa yasası sana yardım etmez.
    fakat senin sonsuz yazın hiç solmayacak
    ince güzelliğin de hiç silinmeyecek,
    ne de ölüm seni gölgesine alabilecek,
    unutulmaz izlenimlerin ebedi sürecek;
    insanlar soluk aldıkça, gözler gördükçe
    aşkım yaşadıkça, sana da hayat verecek."
  • en iyi film ödülünü alarak sinemaseverleri ikiye bölen film oldu. filmi izleyenler ya çok seviyor, ya da filmden neredeyse nefret edecek kadar itiliyor. sevenler "sisteme başkaldıran özgür bir kadın, müthiş bir oyunculuk, apayrı bir hikaye anlatan bir senaryo..." derken sevmeyenlerin çoğu da "sıkıcı, daraltan, bunaltan bir film, tamamını getirene kadar fenalıklar geçirdim, öldüm bittim," diye filmin tekdüze ilerleyişinden yakınıyor.

    ben de filmi sevmedim ama sadece sıkıcı olduğu için değil. başkaldıran özgür bir bireyin, bir nomad'in hikayesini hiç de o kadar da güzel anlatmadığı için, hatta anlattığı hikayedeki bireyin toplumu, sistemi reddetmiş olduğu bile filmden anlaşılmadığı için de beğenmedim. ayrıca sıkıcıydı da. yönetmenlik namına bir numara görmediğim için sürekli "herkesle aynı filmi mi izledik biz ya?" diye sorguluyorum durumu, basbayağı normal bir filmde kullanılmak üzere sahne geçişleri çekilip bunların birbirine eklendiği, taslak halinde bir film izlemişim gibi hissettirdi bana. uzunca bir sahne amazon deposunda, oradan senaryo hak getire bir biçimde başka bir sahne çalışanların molasında ilgisiz bir diyalog sahnesi, sonra karavana ilk bakış, sonra birden yollara düşme hali ve zaten oradan sonrası sürekli manzara/diyalog/manzara/diyalog şeklinde izleyiciyi sürekli filmden koparan sahne kesimleri. frances hanımı çok beğenirim, karizmatik bulurum, yüz ifadelerini ve ses tonunu kullanışına bayılırım, bu filmde onu bile uzaklara bakarken ve sıkıntılı ama mağrur bir yüz ifadesiyle dururken görmek dışında izleyemedik.

    imdb'deki kullanıcı yorumlarında gerçek nomad'lerden bazı yorumlar mevcut film hakkında, filmi genellikle "hoş bir şaka" olarak algılamışlar.

    dün trt 2'de de gördüğüm kadarıyla "homeless/houseless" repliği çoğu kişiyi canevinden vurmuş, bana izlerken o kadar klişe gelmişti ki, filmin felsefesinin o replikte yattığına, onu algılayamayanın filmi sevmediğine dair çok fazla yorum dinledim, okudum. filmde başrol karakterimizin houseless olmayı seçtiği ama bir homeless olmadığı üzerine birçok çıkarım var, başrol karakteri hiç de öyle üzerine çok büyük bir felsefe yüklenecek bir karakter değildi bence. tamamen ne yapacağı konusunda çok kararlı olmayan, hayatın onu ittiği koşullara ayak uydurmaya çalışan bir tipti, öyle "toplumu reddetti, tüm hayatı boyunca çalışıp başını sokacak bir ev almak istemedi, vay işte efendim doğaya dönmek budur, kendine yetmek..." diye coşkun yorumları hak eden bir tip değildi. çünkü kendine de yetemiyordu, toplumu da reddetmiyordu, yine başı sıkıştığında kardeşinden borç para isteyen, hatta o borç para kendisine istediği anda ve istediği şekilde verilmediğinde kabalaşan bir insandı. yine toplumu reddeden kişinin toplumdaki diğer bireylerin hayatlarını nasıl yaşayacağıyla da derdi olmaz, toplumu aşar, kendi yoluna bakar, bunu daha önce captain fantastic'te falan ne güzel izledik biz. ama burada başrol karakteri, misafir olarak gittiği kardeşinin evinde, yine kardeşinin başka bir misafirini emlakçılık yaparak geçindiği için yargılayıp aşağılamaya, ona nutuk çekmeye falan kalktı. hiçbir yere ait olamadı, hiçbir yere kendini sığdıramadı film boyunca ama yine de düzenli bir gelire ihtiyacı oldu, mevsimlik işler bitince yine amazon depolarına dönmeyi planladı, bu toplumu ve sistemi reddetmek değildir. bir de hiçbir yere kendini sığdıramayıp uyumsuz biri olduğunu kabul edemeyip de "ben homeless değilim, houseless olmayı seçtim, doğa, komün yaşam, kamp, karavan, hayat budur..." diye kendini kandırmak nasıl bu kadar yüceltildi ki, bunun filmini izlemek isteyen bundan çok daha gerçekçi, doğal, hakikaten toplumdan ve sistemden kendini soyutlayan insan hikayeleri bulabilir, çok daha iyi bir yönetmenlik ve senaryoyla hem de.

    sonuç olarak ben filmi sevmedim ki kendime haydi sinefil demem ama düzenli film izlerim, o yüzden "filmi sinefiller dışında kişilerin sevmesi zaten imkansız, eğer sevmediyseniz zaten sinefil değilsiniz," demek de biraz komik. filmi sadece sıkıcı bulduğum için sevmemiş de değilim, bayağı olmak istediği şey olamamış bir film gibiydi, karakter kendini izleyiciye hissettiremedi, film de akmadı, bu kadar sıradan, düz bir filmi en iyi film ödülüyle taçlandırmak neden bu kadar coşkuyla kutlandı, kabul edildi, bunu hiç anlamadım, anlamadık.
  • sukela modunda açınca gelen ilk entry güzel bir ifadede bulunmuş:

    "söylemek istediği şeyi kısık sesle söylemek"

    filmin o sinematografisine hayran kalırken, çok sert bir başlangıç yapmışken (amazon'un geldiği ilk bölümdeki o büyüklük, o ezicilik, o geniş alandaki küçülmüşlük ve daralmışlık ile beraber insanı ezmeyi hedef almış vahşet duygusu), filmin devamında konu evrenselden bireysel bir travmaya döndü. hâlbuki anlatılan yüz binlerce kişinin başına gelmiş ve dahası milyonlarcasının başına gelecek bir hikaye. nasıl büyük bir fırsat, nasıl büyük bir manifesto elden kaçıp gitmiş diye dizlerimi dövesim geldi.

    bu filmi "negzel göçerek yaşıyolar özgürce yea'" diye izleyen yoktur sanırım.

    film yakın zamanda çoğumuzun, belki bizzat kendimizin içine düşeceği, yüzleşeceği durumu o kadar naif anlatmış ki. izlemeden önce sabahına, tesadüf eseri, bu konu hakkında sayılabilecek bir yazı okudum gazetede. ekonominin, gig economy başlığı altında, çağa, dijitale ayak uyduramamış mavi yakayı nasıl da ezerek, toplumda "gereksizler" diye bir sınıf oluşturacağını anlatıyordu. bu, çok distopik gelmesin size, belki de on yıl içinde bu gerçeklerle yüzleşeceğiz. makinelerin insan gücünün yerini aldığı, çoğu şeyi onun yerine düşündüğü, bilgi işçisi olmayıp kas gücü ile çalışanların ve prekaryanın yarın nasıl da ötekileştirilerek sistem dışına atılacağını, hiç ajitasyona kaçmadan çok yalın biçimde anlatmış. "proje bazlı çalışma" adı altında insanları kısa süreli işler için güvencesiz çalıştırarak, üstünden büyük sorumluluk atacak (bilimum sigorta, çalışan mutluluğu, şirket içi harcamalar vs) ve yaka rengi fark etmeksizin emekçiler arası rekabeti daha koyu hale getirecek şirket sahiplerini twitter'da bir yandan tt yapmaya devam edeceğiz gibi görünüyor maalesef...

    bu insanlar instagram'daki gibi takipçi kasıp hayal satmak gibi romantik sayılabilecek amaçlarla yola çıkmış değiller; yıllarca saygın biçimde yaşamış, çalıştığı kuruma hizmet vermiş ama günün sonunda hem şirketler hem de devlet tarafından yüz üstü bırakılmış, unutulmuş ve arkada bırakmak istenmiş onurlu, gururlu insanlar... varlıklarını ve dahası onurlarını, erdemli bir şekilde gündelik işlerle, kimseye yük olmadan sorunlarının üstesinden gelmeye çalışarak koruyorlar ama bir yandan bir evin, bir alanın, eşyaların insanın kök salmasını sağlayan işlevlerinden, hayallerinden mahrum bırakılarak bedel ödüyorlar. bu açıdan dört duvarın, hem özlem duyulan bir yuva hem de insanı ağırlığıyla ezen bir hapis ('maddi olarak karşılaması mümkün olmayan evlere özendirip insanları ödeyemeyecekleri borçların altına sokmak' gibi) olarak gösterilmesi de yine ağızda kekremsi tat bırakan bir dilemma.

    kişisel boyutta ise bana zaten sıkışmışlıkla boğuşurken biraz gözümü tekrar açmam için fırsat verdi sanki.
    varolsun görünmeyeni göze sokan dördüncü duvar, varolsun bizi bize anlatmaktan usanmayan yedinci sanat.
  • sanırım bu seneki yokluktan oscar’a aday olmuş bir film. film çok kötü olmamakla birlikte fazlasıyla abartılmış ortamlarda. ortalama bir nuri bilge ceylan filmi her açıdan tokat manyağı yapar bu filmi ama gel gör ki hiç oscar adayı olamadı.
hesabın var mı? giriş yap