• sıklıkla yanlış kullanılan bir kelime. biyografi yerine de kullanıyor insanlar.

    gülçin, mehmet'in otobiyografisini yazdı --> yanlış
    mehmet, otobiyografisini yazdı --> doğru
    gülçin tuvalete gidiyorum diye kalktı, mehmet de onun peşinden. yarım saattir yoklar ortada. --> konuyla alakasız
  • nazım hikmetin hayatını anlattığı $iiri:

    1902'de doğdum
    doğduğum şehre dönmedim bir daha
    geriye dönmeyi sevmem
    üç yaşımda halep'te paşa torunluğu ettim
    on dokuzumda moskova'da komünist üniversite öğrenciliği
    kırk dokuzumda yine moskova'da tseka-parti konukluğu
    ve on dördümden beri şairlik ederim

    kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
    ben ayrılıkların
    kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
    ben hasretlerin

    hapislerde de yattım büyük otellerde de
    açlık çektim açlık gırevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir

    otuzumda asılmamı istediler
    kırk sekizimde barış madalyasının bana verilmesini
    verdiler de
    otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu
    elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum pırağ'dan havana'ya

    lenin'i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924'de
    961'de ziyaret ettiğim anıtkabri kitaplarıdır

    partimden koparmağa yeltendiler beni
    sökmedi
    yıkılan putların altında da ezilmedim

    951'de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün
    52'de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü

    sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım
    şu kadarcık haset etmedim şarlo'ya bile
    aldattım kadınlarımı
    konuşmadım arkasından dostlarımın

    içtim ama akşamcı olmadım
    hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana

    başkasının hesabına utandım yalan söyledim
    yalan söyledim başkasını üzmemek için
    ama durup dururken de yalan söyledim

    bindim tirene uçağa otomobile
    çoğunluk binemiyor
    operaya gittim
    çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın
    çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21'den beri
    camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye
    ama kahve falıma baktırdığım oldu

    yazılarım otuz kırk dilde basılır
    türkiye'mde türkçemle yasak

    kansere yakalanmadım daha
    yakalanmam da şart değil
    başbakan filân olacağım yok
    meraklısı da değilim bu işin
    bir de harbe girmedim
    sığınaklara da inmedim gece yarıları
    yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında
    ama sevdalandım altmışıma yakın
    sözün kısası yoldaşlar
    bugün berlin'de kederden gebermekte olsam da
    insanca yaşadım diyebilirim
    ve daha ne kadar yaşarım
    başımdan neler geçer daha
    kim bilir...

    11 eylül 1961 / doğu berlin
  • cem yılmaz, 1997 yılında yayınlanmış olan karikatürler adlı kitabının arka kapağında, enteresan bir örneğini vermiştir bu yazın türünün.

    1973-istanbul 23 nisan'da doğdu.
    1973-1992 bu tarihler arasında bir şey olmamıştır.
    1992 leman dergisi'nde amatör karikatürleri yayınlandı .
    1994 dergide "sosyete polisi " köşesini cizdi.
    1995 karikatürlerini "çekirge" adlı köşesinde devam etti.
    1995 temmuz ayında leman kültür'de tek kişilik gösteri yapmaya başladı.
    1995 96' vw polo otomobilini aldı.
    1996 96' opel tigra aldı.
    1996 96' bmw z3 (kırmızı) aldı.
    1996 96' chevrolet blazer jeep aldı.
    1997 97' bmw z3 (siyah) aldı (otomatik).
    1997 97' porsche boxster aldı (tiptronic şanzımandır...).
    1997 97' bmw m3 aldı. (6 ileri, düz vites)
    1997 97' ford expedtition jeep aldı.
    1997 96' porsche 911 carrera 4s aldı. (300 km/h kadran)
    1997 ekim - kitaptaki bütün karikatürleri babasına çizdirmiştir...

    http://img167.imageshack.us/…mg167/6007/cem25uj.jpg
  • kafayı doktor maaşı ile bozmuş öğretmen.

    sen doktor değilsin otobiyografi, senden çok var!
  • en son entry'sini 5 ocak 2020'de girdikten sonra nedense birden karar verip 30 ağustos 2022'den itibaren sabah akşam doktor maaşı diye başlık açan yazar. "doktorlara zam yapıldı, ben öğretmenim ben de zam istiyorum" diyor her entry'sinde.

    görsel

    diğer yazar hesabının nicki çevresi tarafından bilindiği için yedek hesabıyla gelip burada ağlayan vasıfsız bir öğretmen olması çok muhtemel.

    öğretmen maaşlarının düşük olması şeklinde başlık açsan, ekşi sözlükte başlık açarak bile olsa en azından hakkını aramaya çalışıyor diye desteklerdim. ama her cümlende sırf insanların dikkatini çekebilmek için doktor maaşlarını ağzına sakız etmeyi tercih ediyorsun.

    doktorların ttb gibi politize olmuş bir kurumdan kendilerini ayırarak, bizzat hekimleri temsil eden 3 sendikayla, siyasete hiç bulaşmadan eylemler yapıp haklarını kazandığı bir ortamda “doktorlara zam yapıldı biz de istiyoruz” diye konuşacağına otur eylem yap hakkını kazan o zaman.

    mayıs 2022’de uzman hekim olarak elime geçen toplam para, beraber çalıştığım hemşireden 2500 lira fazlaydı. maaş oranını o zaman kimse konuşmuyordu. doktorlar kararlı bir şekilde eylemlerini yaptı ve karşılığında bakanlık mevcut durumun ve durum böyle devam ederse ileride ortaya çıkabilecek sorunların vahametini fark edip geçici bir teşvik ödemesi yapmaya karar verdi.

    öyle konuşulduğu gibi 50.000 lira para almıyor kimse merak etme. diğer başlıklarda almanya’yı, ingiltere’yi, italya'yı, hollanda'yı örnek vererek doktorlar bu kadar maaş alıyor öğretmenlerin de en az bu kadar alması lazım diye konuşuyorsun. doktorlar o saydığın ülkelere gittiğinde oralarda türkiye’de çalıştıklarından daha iyi şartlarda iş bulabiliyorlar. bu demek oluyor ki doktorları burada tutmak için şartları iyileştirmek gerekiyor. sen de gidip almanya’da, ingiltere’de, italya'da, hollanda'da aynı şartlarda çalışabileceksen, sen gittiğinde burada senin yaptığın işi yapabilecek kişi sayısı yetersiz kalacaksa buyur sen de git.

    sen de iş bırak. sen de gerekirse mesleğini dünyanın her yerinde yapabileceğini göster. sen de devletten istifa ettiğinde aç kalmayacağını ve hatta özel sektörde daha iyi şartlarda çalışabileceğini göster. burada doktorlar üzerinden laf salatası yapacağına otur eylem yap. neden yapmıyorsun?

    ben söyleyeyim. akşama kadar kantininde çay içtiğin devlet okulundan şutlanıp özel okullarda asgari ücrete çalıştırılmaktan korkuyorsun. sen iş bıraktığında senin yerini doldurabilecek on binlerce kişinin olduğunu bildiğinden ses çıkaramıyorsun. anonim bir kimlikle sosyal medyada doktorlara sallamak daha kolay geliyor. kendi taleplerini ortaya koyarken bile başka bir meslek grubunu öne atacak kadar vasıfsız bir adamsın. google'a "ingiltere doktor maaşı" yazıp karşına çıkan sonucu ekşi sözlük'e yazmaya "araştırma" diyecek kadar vasıfsızsın. senin istediğin adaletin sağlanması değil. sana havadan para verilmesi.
  • şöyle bişeydir belki de..

    trakya'nin bir koyunde buyudu cocuklugum.. ana-baba ilkokul ogretmeni ( ama zaten kendi dogup buyudukleri koy orasi ) cocuk bes yasinda okula baslar.. televizyon mu? elektrik yok ki.. gaz lambasi isiginda soluk sohbetler edilir, aksamlari, radyoda rumeli turkuleri.. almanya'dan video getirmis babanemin komsusu.. köyün yarisi her aksam bahcede saskin saskin kucuk kutuda hareket eden konusan insanlari seyretmekte.. tabii bir iki kurusa da kiymak gerek bu kucuk eglence icin.. babamin cz marka motosikletine atlar kasabadaki acik hava sinemasina giderdik persembe gunleri.. hem o gun kasabanin pazari da var.. neyse.. ben filmden cok yildizlari seyrederdim sanki hic gormemisim gibi.. ve uyurdum.. cok kucuktum be o zaman.. neden sonra 37 ekran nordmende, akuyle calismakta, ve kucuk koylu cocuk bal arisi tombik ile tanismakta.. ne cok aglardim bittigi zaman cizgi filmler.. bir de siyah beyaz televizyonda agaclari yesil gorurdum de inandiramazdim annemi bir turlu.. televizyonun akusu bitince, hele jon vayne'nin filmi de varsa eger, cikarilirdi yerinden hemen murat 124'un akusu seyredilirdi film..
    aksam ustleri köyün deresinde "manda baligi" (kurbaga yavrusu) yakalanir.. coraplar islanir.. evde sopayi yememek icin okul bahcesindeki ataturk bustune sappadak suppadak vura vura kurutulur coraplar.. ataturk sevgisizliginden degil ha, cocukluk iste.. ve o halde yakalaninca yenilen dayak, yenilecek butun islak corap gerekceli dayaklardan daha cok acitir popoyu.. oyuncak dedigin kendi elinle yaptigin eglenceli nesnedir o zamanlar.. gundondu peteginden araba, ahlat sopasindan tabanca.. oyunlarin isimlerine hele : dayretek, taktak, cingir, biticka.. bostanlarimiz, baglarimiz vardi koyun disinda.. envai cesit meyve agaci, uzumler, bademler, mısır tarlasi.. tadi hala damagimdadir yaz aksam ustu yakilan ateste pisen misirlarin ve agzimi dayayarak ictigim kaynak sularinin tadi.. babam da, annem de teksas tommiks hastasi.. okulda yasak diye cocuklardan gasp ettiklerini evde kendileri okurdu buyuk heyecanla.. ben de okurdum tabii.. sonra da caktirmadan tekrar cocuklara dagitirdim kitaplari ve el konulmus olan misketleri.. bu robin hood tavirlari da yari yabanci olarak algiladiklari bu "ogretmen cocugu"nu da sevdirmeyi basarir koyun diger cocuklarina.. sokakta yururken yasli bir teyze arkadasima sorar : "a be kizan, na koy tava zagare be yaa?".. pomakcayi asla ogrenememis olsam da cevabi bilirdim : "na muallimka".. gel zaman git zaman, yani 10 yasima geldigimde, il sinirlari genelinde mekteb-i sultani'yi kazanan üç cocuktan biri olarak ve edirne'yi calkantilar icinde birakarak, "ilk nefesimi" almak icin ortakoy'e dogru yola ciktim........ cocuklugumdan en yuregim aciyarak hatirladigim, yillardir goremedigim ates bocekleri...... sigarami kibritle yakiyorsam eger, kibrit copunu ortasindan kirip oyle koyarim kul tablasina.. ayran icerim rakinin yaninda, ya da soda.. simetri takintim vardir, masanin uzerindeki sigara paketleri, cakmaklar, her turlu ivir zivir nizam ve intizam icinde durmalidir.. istiklal'de yururken en kalabalik zamaninda taksim'den tunel'e kimseyle temas etmeden yurume oyunu oynarim.. sokakta gozume kestirdigim birini takip edebildigim yere kadar takip ederim bazen.. bulusma yerlerine giderim zaman zaman.. birbirleriyle bulusan insanlari seyrederim.. uzaktan gelen birinin kiminle bulusacagini tahmin etmeye calisirim.. bekledikleri gelmeyenlere uzulurum.. ben de birini bekliyormus gibi yaparim, saatime, etrafima bakarim sabirsiz tavirlarla.. tanidik biri beni gorurse, onu bekledigimi soylerim, isi yoksa biseyler icmeye davet ederim.. sasirir.. cok iyi semsiye kullanirim, en ruzgarli havada bile..
    abuk subuk turk filmerini seyrederken gozlerim dolu dolu olur, sasarim kendi kendime.. sokaktaki adama adres soramam, ates isteyemem, saati soramam.. henuz binmedim hic istiklal'deki tramvaya.. istanbul'daki sekizinci yilimda gecmistim ilk kez bogaz koprusunu kullanarak anadolu yakasi'na.. toplu tasima araclarini severim.. kalabaliklarin icinde olmayi severim.. iki kez gittim yurt disina, biri budapeste, biri londra.. ucaktan korkarim.. trafik kazasinda olmekten korkarim.. daha yeni aldim sayılır ehliyetimi.. orumcekten ve her nevi bocekten korkarim.. kedileri ve kopekleri cok severim.. bir gun ortakoy'de otururken bir kedinin gozunden bakmayi becermistim uzaktan kendime.. sanirim onceki hayatimda kediydim.. sartre okuyorum su siralar.. yalnizligi cok seviyorum ve ozluyorum.. barlari sevmem, salas meyhaneleri severim.. uskudar'da izmirli'nin yeri'ne goturmustu beni aziz, bir daha gitmek nasip olmadi ama hic unutmadim.. vulger, vandal ve barbar yanlarim vardir.. elit ve nadir zevklerim yoktur ne san'at, ne edebiyat, ne giyim, ne yemek ne de yasam bicimim cercevesinde.. ne bulursam icerim icinde alkol olan.. ne kadar sertse o kadar iyidir.. kalite, marka onemli degil.. unuttursun ya da hatirlatsin yeter.. raki, bira, sarap, kanyak, bazen votka-limon, bazen viski.. ama tekila'nın yeri ayridir.. aah olmeca, aah mariacchi.. tekila sonrasi bir gece, yagmur altinda, caddenin ortasina yikilmistim sirt üstü, tek basimaydim, hava almak icin evden disari cikmistim.. bir bocek gibi debelenmistim de ters donmeyi basaramamistim.. gecenin gec bir vaktiydi de evdeki arkadaslar yetisip kurtarincaya kadar allahtan araba gecmemisti ustumden.. bir de unutamadigim tatlar var : bir kokteyl denemistim, adini unuttum simdi.. viski ve martini rosso.. fena degildi hani.. martini bianco'nun tadı da soyle boyle dilimin ucunda.. ama rom'un tadi damagimda kaldi dogrusu.. bir de londra'da ayni gecede ictigim ve sonra otelin yolunu kaybettigim onlarca cesit bira'nin.. ne bulursam giyerim üzerime.. eski, paspal.. sadece renk uyumuna dikkat ederim.. hangi filmi bulursam seyrederim.. film festivallerini sevmem.. onlarca, yuzlerce film.. bir suru tuhaf tuhaf filmler.. hangisi guzel, hangisini seyredeyim, kafam karisir.. bir kez pasolini'nin filmlerini seyretmistim bir festivalde.. cok guzeldiler.. festival filmlerini daha sonra tek tek yakalayip orada burada seyretmeyi severim.. "hayat guzeldir" beni en cok etkileyen film(lerden biri).. gerilim ve korku filmlerini de severim, ama kanli olmayanlarini.. her elime gecen kitabi okurum.. ama o kadar cok var ki, sira gelmez bir coguna.. paul auster okumadim hic, antonio tabucchi'yi bilmem.. kisa oykuler'e sardim gecen yaz.. london, hemingway, borges, aytmatov, calvino.. bir tane de kendim yazdim.. biri de yarim kaldi.. zormus cok.. siir yazmak daha kolay.. "ve durgun akardi don"u aglayarak okudugumu hatirlarim.. bir de "foucoult sarkaci" cok hosuma gitmisti.. "bir gun tek basina" "kelebek" "gun uzar yuzyıl olur".. offf bir suru.. hangi muzik olursa dinlerim bir de.. belirgin bir cizgim yok.. bazen ahmet kaya, zulfu livaneli, erkin koray, yorum, yeni turku, gundogarken, merdiven, edip akbayram, arif sag, onur akin hatta orhan gencebay dinledigim olur.. ama orada burada rastlarsam o da.. bilincli olarak dinledigim sadece cem karaca var sanirim.. yabancilarda hele cok dar bir alandayim.. queen, doors, jethro tull, metallica, guns n' roses, pink floyd: bazı parcalarini severim.. sting, joan baez vs.. cohen cok az.. bazen jazz, blues, bazen klasik, bazen tsm, bazen rock muzik dinlerim.. hic belli olmaz.. edip cansever okurum.. nazim hayraniyim ayni zamanda.. sairler saymakla bitmez.. ozur dilemeyi beceremem hic.. hele afiyet olsunlar, gecmis olsunlar, basin sagolsunlar en nefret ettiklerimdir.. nezaket kurallarina topyekun karsiyimdir.. karsindaki insana fiziksel rahatsizlik vermedigi surece istedigi kadar rahat hareket edebilmeli bence insanlar.. daha once de soylemisitim.. catal dilli soluk benizliyim.. sozcuklerle oynamayi cok severim.. ve tehlikelidir sozcuklerle oynamak.. felsefi bir tartismanin ortasinda suratima yumruk yemistim musti’den.. sonra yattigim yerden, agzim burnum kan icinde, gulerek "iste" demistim "aklin savasma gucu tukendiginde kaba kuvvet ortaya cikar".. tekrar saldirmisti musti bana.. sonra iki hafta boyunca kaburga kemiklerim zedelenmis gibi davranarak, iki buklum yuruyerek vicdan azabi cekmesini izlemistim keyifle hicbir seyim olmadigi halde.. tanrıya inanmam.. cennete, cehenneme hiç inanmam.. eskiden, yani çocukken, cennet kavramı şöyle birşeydi benim için : güneşli ılık bir hava, alabildiğine uzayan, henüz olgunlaşmamış, yani yemyeşil bir buğday tarlası, ben deli gibi oradan oraya koşuyorum ve gökyüzünden gelen ve sürekli çalan "küçük kız" şarkısı.. çok severmişim demek ki.. sözleri şöyleydi : "küçük kız, küçük kız, söyle bana nerdeydin, bu sabah bekledim neden gelmedin?" bugün ise güneşli ılık bir havada, uçsuz bucaksız ama kısa kesilmiş çimlere uzanmayı tercih ederim doğrusu, fonda da sovyet ordu korosu.. şaka şaka.. tercihim rodrigo'dur cennet'in fon müziği olarak.. ama bunu tamamen profesyonel olarak söylüyorum, yani organizatör olarak, kendim gideceğimden değil.. ben cehennem yolcusuyum ama tek avuntum hiç var olmaması ümididir.. eskiden, yani gençken, tiyatroya sabah erkenden gider, salonun bütün ışıklarını kapatır, sahnenin üzerine uzanır, saatlerce rodrigo dinlerdim.. fakültedeyken dört yıl kadar tiyatro eğitimi aldım, oyunculuk yaptım, oyun yazdım, oyun çözümledim, sahne ve ışık düzenlemesine merak sardım, brecht okudum, stanislavski okudum, grotowski okudum, sonra pat diye bıraktım tiyatroyu.. bulunmaz tiyatro - istanbul.. bir gün fakültenin koridorlarında dolaşıyorduk bir arkadaşımla.. kızcağızın biri elimize bir tanıtmalık tutuşturdu.. "tiyatro kursu".. istiklal dışında bir yerde olsaydı gitmezdim.. tam galatasaray lisesi'nin karşısında bir hanın üçüncü katı.. hemen o akşam gittim.. içeri girdim.. bir koridor.. sonunda bir oda ve içeride insanlar konuşuyor.. kapıdan kafamı uzatıp "huu huuu.. ben geldiim" diyebilecek biri değilim.. hele o zamanlar tam yabaniydim.. neyse.. ben koridorda birkaç dakika oyalandıktan sonra gitmeye karar verip çıkış kapısına yönelmiştim kiiii odadan biri çıktı.. aziz.. aziz sarvan.. ondan bahsetmiştim.. hani beni izmirli’nin yeri’ne götüren.. şimdi haldun taner'in yöneticilerinden.. hem de oyuncularından tabii.. o günden sonra içtiğimiz şarap ayrı gitmedi onunla, ben tiyatrodan kopuncaya kadar.. çok özledim yahu aziz'i.. turgay'ı.. halit'i.. halit karaata.. halit'in de kendi tiyatro salonu var şimdi istiklal'de.. kurs da veriyor.. ama gidemiyorum.. gitmiyorum.. bilmiyorum.. aziz o zamanlar sait faik'in "öylesine bir hikaye" sini oyunlaştırmış, tek kişi oynuyor.. oyunun bir yerinde bir yerlerden "hişt, hişt" diye bir ses gelmesi gerekli.. ben bu işi üzerime alıyorum.. ve onun her oyununda sahne arkasında bekleyip oyunun o bölümü geldiğinde "hişt, hişt" diye sesleniyorum.. tiyatroya "hişthiştçilik" diye bir kavram sokmuş oldum böylece.. hişthiştçi deyip geçmemek gerek.. bir keresinde yazlığa gitmiştim bir iki haftalığına.. o sırada başka biri benim görevimi üstlenmiş.. neyse ben yazlıktan erken döndüm.. o akşam aziz oynuyor.. ben yerimi aldım, oyun başladı.. turgay'la halit de oyun başladıktan sonra girmişler salona.. benim orada olduğumu bilmiyorlar.. neyse benim bölümüm geldi.. "hişt hişt".. halit turgay'ı dürtüyor: "gelmiş".. velhasıl kelam çok güzel "hişt hişt" derim.. ne güzel oyundu.. ne güzel hikaye.. onlarca, yüzlerce kez seyretmeme rağmen, birçok bölümünde, arkada, karanlıkta, tek başıma ağlayarak seyrederdim.. “nereden gelirse gelsin; dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten... bir hişt hişt sesi gelsin.. hişt hişt.. hişt hişt.." aslında temelde politik bir tiyatro idik.. ücretsiz oynardık oyunlarımızı.. fabrika işçilerine giderdik.. kenar mahallelere.. istiklal’den silahla adam toplardık gelip ücretsiz oyun seyretsinler diye.. o sırada işi olmayan gelirdi.. o yüzden her akşam kapalı gişe oynardık.. aziz nesin, çehov, nazım hikmet seyrettirirdik sokaktaki adama.. iyi oyunculardı çoğu.. dedim ya aziz haldun taner'de, halit kendi tiyatrosunu kurdu, bülent levent kırca'da.. akın tv dizilerinde oynuyor.. ben bankacıyım.. tuzla'da oynadığımız bir oyundaki spiker rolümü saymazsak hiç seyirci karşısına çıkmadım.. çıkamam ki.. ama sahne arkası da çok güzeldi.. yanlış hatırlamıyorsam 1992’nin 27 mart dünya tiyatro günü'nde muammer karaca sahnesi'nde 350 kişi ayakta alkışlarken bizim çocukları ben ışıkçı odasında hüngür hüngür ağlıyordum..........
    ...................................................... böyle uzar gider bu....

    aa
  • kişinin kendi hayatını anlattığı edebi türdür.

    psikolojik olarak incelenirse pekçok otobiyografinin kişinin kendisinden çok, olmak istediği kişiyi kurguladığı gözlemlenir.

    her otobiyografide üç ayrı "ben" olduğu söylenir edebiyat eleştirmenlerince.
    bunlardan biri yazan ben, ikincisi anlatılan "ben", diğeri de sadece "ben"dir.

    o zaman denilebilir ki otobiyografi benliğin bence benin tarafından yazılmasıdır.
  • spoiler'in hasidir.
  • "bugün berlin'de kederden gebermekte olsam da"

    münevver andaç, çocukları renan ve memet fuat ile birlikte italya'nın dünya barış konseyi delegelerinden joyce salvadori lussu'nun desteği zengin işadamı carlo giullani'nin aracılığıyla yunanistan üzerinden polonya'ya geçer. nâzım, kendisi için kocasından boşanan vera ile birlikte yaşamaktadır.

    //(...)

    ağustos başında * münevver andaç, renan, memet polonya'daydılar. nâzım küba'dan yeni dönmüştü. yorgundu, yaşadığı büyük coşkunun ardından tükenmiş gibiydi. üç aylık bıraktığı oğluyla karşılaşınca ne yapacağını bilemiyor, polonyalı dostlarıyla bu konuyu konuşurken çok heyecanlanıyordu.

    nâzım'a uçağın ne zaman geleceğini söylemediler. akşam yatmaya gitmesinden az sonra münevver'le memet'in otele geldiklerini de haber vermediler. karşılaşma sırasında nâzım'ın bir kalp krizi geçirmesinden korkuyorlardı.

    tam anlamıyla polonyalı aydınların sevgi çemberi içindeydi. onu polonya'nın şairi sayıyor, üstüne titriyorlardı.

    ertesi sabah kalktıktan bir süre sonra, havaalanına gitmesine gerek kalmadığını, münevver ile memet'in otelin lokantasında kendisini beklediklerini öğrendi.

    şairi korumak için alınan bu önlem, buluşmanın havasını daha baştan tatsızlaştırmıştı. gelenleri, değil havaalanında, gece otelde bile karşılamaması, bu gelişten hoşlanmadığını gösteriyordu. başka türlü yorumlanamazdı.

    nâzım ne kadar içten davranmaya çalıştıysa da, tedirginliklerinin baskısı altındaydı. rahat değildi.

    münevver andaç sormak gereğini duydu: artık geldiklerine göre, evlendiği kadından ayrılıp onlara dönecek miydi? şair bunun olanaksızlığını belirtti. vera'yı kocasından ayırarak evlenmişti. ayrıca ölümün eşiğindeydi. son günlerini yaşıyordu. onların geleceğini aklının ucundan bile geçirmemiş, ölmeden onlara nasıl olsa kavuşamayacağını düşündüğü için evlenmişti. joyce lussu'nun böyle bir girişimde bulunacağını, kısa bir süre önce, paris'te, küba'ya gitmek üzereyken öğrenmişti.

    genç miydi kadın? evet. güzel miydi? evet.

    peki, onlar ne olacaktı?

    nâzım'ın polonya'da kendisini çok seven aydın insanlardan oluşan bir çevresi vardı. onları varşova'ya yerleştirecek, bir ev tutacak, dayayıp döşeyecek, münevver'e iyi bir iş bulacaktı. kendisi moskova'ya dönecek, oradan gerektiğince para gönderecek, her türlü yardımı yapacaktı.

    (...)

    nâzım varşova'da on beş gün kadar kaldı, bu arada bizim radyo'da birikmiş telif ücretlerini almak için laypzig'e gidip geldi. polonyalı olmadıkları için kiralık ev bulmaları olanaksızdı. borç harç bir daire satın alındı, döşendi, münevver andaç'a doğu dilleri fakültesi'nde bir öğretmenlik görevi bulundu. bu işten alacağı para gereksinimlerini karşılamaya yetecek kadardı. ayrıca nâzım'ın şiirlerini fransızcaya çevirmeyi de sürdürecekti.

    joyce lussu, şairden gelen teşekkür mektubunun ardından, münevver'in olanları anlatan mektubunu alınca, büyük düş kırıklığı yaşadı. sevgili karısının, üç aylık bıraktığı oğlunun özlemiyle yanan, hayran olduğu şair birdenbire yok olup gitmiş, yerini iki karılı bir adam almıştı.

    vera ise moskova'da son derece tedirgindi. her gün birkaç kez nâzım'a telefon ediyor, münevver'le, memet'le neler konuştuğunu soruyor, daha fazla onlarla kalmamasını, bir an önce eve dönmesini istiyordu.

    münevver ile kızı renan'ı, özlem dolu şiirlerinde "memet! memet!" diye seslendiği sevgili oğlunu, polonyalı dostlarına emanet eden nâzım hikmet, oradan laypzig'e geçti, birkaç gün kaldıktan sonra berlin'e gitti.

    11 eylül 1961'de, doğu berlin'de, ünlü "otobiyografi" başlıklı şiirini yazdı. bu ilginç özette yaşamına yön vermiş kadınlarından üç dizede söz ediyor, oğlunu ise hiç anmıyordu.

    nâzım hikmet'in varşova'da münevver'e bir araya gelemeyeceklerini söylerken, oğluyla özlediği yakınlaşmayı kuramadığını duyumsarken ne büyük üzüntüler yaşadığını "otobiyografi"sinin sonundaki bir dize çok iyi anlatıyor. "bugün berlin'de kederden gebermekte olsam da," diyor şair.

    nâzım'ın münevver'e âşık olup piraye'den ayrılmaya kalktığında ne büyük üzüntüler yaşadığını yayımlanmış bulunan mektuplarından, piraye'ye, memet fuat'a, vâ-nû'lara yazdığı mektuplardan biliyoruz.

    vera'ya âşık olup münevver'den ayrılmak, oğlunu yanına alamamak durumunda kaldığında duyduklarını, çektiği acıyı gösteren böyle belgeler yok.

    ama "bugün berlin'de kederden gebermekte olsam da" dizesi her şeyi çok iyi özetliyor. ölümün yaklaşması değildi onu böylesine kederlendiren, varşova'da yaşadıklarıydı...

    (...)//

    memet fuat

    iç. "nâzım hikmet" (yaşamı, ruhsal yapısı, davaları, tartışmaları, dünya görüşü, şiirinin gelişmeleri), adam yayınları, 4.b., istanbul-ekim 2001, s. 656-663.
  • vasıfsız troll. yazdıklarını okuyarak zaman kaybetmeyin.

    (bkz: engelle)
    (bkz: başlıklarını engelle)
hesabın var mı? giriş yap