• "iki senedir sabah altıda uyanıyor, kısa bir hazırlığın ardından yola koyuluyor ve saat yediye gelmeden iş yerinde oluyorum. böylelikle dokuzda başlayacak günün hayhuyundan önce kendi işlerime vakit ayırabiliyorum. bu işlerin başında da tezim geliyor. yani geliyordu, tezimi nihayet sonlandırıp birkaç yüzyıldır sürüyormuş gibi hissettiğim doktoramı iki ay önce tamamlayana kadar. artık tatlı sabah uykusundan feragat etmem gerekmese de, bir nevi alışkanlık olsa gerek, ya da bilincimin tüm o gerilimli günlerin bittiğine bir türlü inanamamasının bir cilvesi belki, hâlâ sabahın köründe kalkmaya devam ediyorum. gece vardiyasından dönen mahalle sakinlerinin penceremden süzülen yorgun sohbetleri, işine gitmeye hazırlanan üst komşunun yatak odasından banyoya, oradan mutfağa, oradan tekrar yatak odasına sürüklenen ayak izleri, adeta son kahvesini yapıyormuş gibi, makineüstü bir çabayla gürüldeyen kahve makinemin evimin öbür köşesinden duyulan sesi, hemen hemen aynı dakikalarda üst komşumun açılıp kapanan çelik kapısının binada yankılanan metalik tınısı ve on - on beş dakika sonra adımımı atacağım koridorda bıraktığı şekerli parfüm kokusu iki senedir günün başladığının belleğime sapladığı toplu iğnelerin kaçınılmaz izlerinden en belirginleri. inatçı zihnimin ayarlarıyla oynama cüretini göstermektense, ayak uydurmaya devam ettiğim bu düzenin bana en büyük hediyesi, günün telaşesi başlayana kadar kitabıma gömülüp, okuyamadan geçirdiğim kasvetli günlerin bulutlarını dağıtma ayrıcalığı.

    “remainder”, bakiye, artık, tortu, döküntü; başına bilmediğimiz bir şeyin çarpmasıyla, ya da düşmesiyle ciddi bir şekilde yaralanan, aylarca komada kalan ve tamamen silinmiş bir hafızayla uykusundan uyanan, ismini bilmediğimiz, orta yaşlarda bir adamdan “kalan” hakkında. sadece anılarını değil, yaşam becerilerini de kaybeden kahramanımızın tüm eylemleri baştan öğrenmesi, kendi iddiasız tarihinin parça parça geri gelmesi için de allah bilir ne kadar beklemesi gerekiyor. kazadan sorumlu şirketten aldığı sekiz buçuk milyon sterlinle, tüm yaşamsal eylemleri yeniden öğrenmiş olarak uzunca bir nekahet döneminden sonra günlük yaşama dönen adamımız bir gün, bir parti için gittiği bir evin banyo duvarında bir çatlakla karşılaşıyor. bu çatlağın boyuyla, şekliyle, etrafındaki boya kalıntılarıyla “unuttuğu” günlerde yaşadığı bir evdeki çatlakla aynı olduğunu hatırlıyor. o meşhur madlenden fırlayan hatıralar gibi, adamın geçmişi çatlaktan fırlamaya başlıyor: banyosunun penceresinden gördüğü karşı binanın çatısı ve kiremitler üzerinde gezinen aylak kediler, alt katta ciğer kızartan kadın, onun altındaki katta yaşayan piyanist, karşısında yaşayan sıkıcı çift, bahçede motorunu tamir eden adam, yüzünü bir türlü hatırlayamadığı kapıcı.

    neredeyse tamamı silinmiş bir hatıranın ufacık bir izine rastlarsanız ne yaparsınız? kayıp hatıralar denizinde tesadüfen karşınıza çıkan bu izden koca bir medeniyet kurmaya çalışırsınız. adamımız da böyle yapıyor ve tüm zamanını, parasını bu binayı yeniden kurmak için harcamaya başlıyor. şehrin bir yerinde o çatlaktan fırlayan hatıralara en uygun binayı buluyor, her noktasını kendi zihnindeki tortulara uydurabilmek için binayı tadilattan geçiriyor. ciğerci kadın, piyanist, motor tamircisi, kapıcı, o sıkıcı çift, hatta karşı çatıda dolanan kediler için “yeniden canlandırıcı” insanlar - ve kediler - işe alınıyor ve her bir eylem aslına en yakın hale gelmesi için gün boyu defalarca tekrarlanıyor. piyanistin çalacağı melodiler, hata yapacağı notalar, motor tamircisinin bahçedeki duruşu, kapıcının o ufak boşluğunda ayakta dikilerlen koridora göre alacağı açı, ciğerci kadının çöpünü kapısının önüne bırakırken vücudunun çizeceği kavis gibi her noktanın üzerinden defalarca geçiliyor ve tutulan oyuncularla her ayrıntı üzerine defalarca canlandırma yapılıyor. hatta bazen bir canlandırmada ortaya çıkan yeni bir detay adamın o kadar hoşuna gidiyor ki o canlandırmanın da canlandırması yapılıyor ve aktörler oynadıkları kişinin suretlerini oynamaya başlıyorlar. tüm bu yeni bir hafıza inşa etme çabasının içinde, bir gün, adamımız banyosunda bir köşeye oturmuş duvarındaki o muhteşem çatlağı izlerken aşağı kattan yükselen kokuları içine çekiyor ve aklından şunu geçiriyor: tam olarak aynı koku değil, yeni tava kullandıkları için mi acaba?

    bu cümleyle beraber, adamın içine düştüğü felaket çaresizlikten başımı kaldırıp ofisimin penceresinin karşısındaki ormana ve küçük bir bölümünü görebildiğim yürüyüş yoluna bakıyor, bendeki tortuyu kazımaya başlıyorum: pek de sevmediğim bir alanda başladığım doktora, işimden istifa etmem, uzak ve soğuk bir ülkeye yolculuk, ailemden, arkadaşlarımdan, alışageldiğim yaşamımdan ayrı, felaket gibi geçen bir yıl, işsiz kaldığım aylar ve daha da kötüsü ruhsuz akademik okumalar yüzünden gittikçe solan dilim, birkaç yüz kelime ve birkaç sıradan cümle yapısına indirgenen dünyam, kaybolmaya yüz tutan edebi zevkim yüzünden yarıda bırakmak zorunda kaldığım onlarca roman karşımdaki ormandan, benim yeşil çatlağımdan fırlayıp gözlerimi doldurmaya başlıyorlar. kitaplığımdan uzakta geçen o tatsız günlerde, düzenli yürüyüş yapan insanları yürüyüş şekillerinden, hendek ve su birikintilerinden nasıl kendilerine has hareketlerle kaçındıklarından tahmin edebilmeye başladığımı, yürüyüş yolunun görebildiğim sınırlı kısmında, onlar sabah sisinin içine doğru kaybolup giderken, aynı o üstat ve çırağı gibi benim de böyle bir resmin içinde kaybolup gitmeye ne kadar özlem duyduğumu hatırlıyorum. zihnimdeki tortudan, bakiyeden, döküntüden, siz artık her ne diyorsanız, o sisten kalanlardan tekrar adamımızın o sefil banyo odasında inşa etmeye çalıştığı yeni hayata dönüyor ve okumaya devam ediyorum. adamımız zihnindeki sisin içinde dinlenmekte olan o noktayı bulma ümidiyle evinden çıkıyor ve hep son kahvesini yapıyormuş gibi müthiş bir tantanayla çalışan makineden yayılan kahve kokusunun şekerli parfüm kokusuna karıştığı koridora adım atıyor. ne de olsa her şey bir çeşit iz bırakmak zorunda kalıyor."
  • yadigar'in* kayip otobanda ilerlerken siki siki baba dinlemesi gibi bir film. ayni isimli kitaptan uyarlama.
  • british english hatrına sonuna kadar gittim ama verdiğim vakti hak ettiğini söyleyemeyeceğim film.
    sahne hatta sekansa özel, anlık deli detaylar var, böyle bi 'hmmm'latıyor insanı arada, ama hepsi o.
  • kana yavaş yavaş karışan bir zehir gibi kitap bu.

    okurken ürperdim.

    pek munis ve hemen unutulacak gibi duruyor ama mümkün değil.
  • omer fast tarafından sinemaya uyarlanmış roman, tom mccarthy de senaryoya yardım etmiş hatta. roman pek güzel, filmi de buralarda gösterime girse keşke, izlesek.
hesabın var mı? giriş yap