• yarım kalan öpücük

    sıcak bir ağustos günü. ismi lazım olmayan bir yerde, düğünlerden arta kalan zamanlarda horoz dövüştürülen karanlık, loş üçüncü sınıf bir düğün salonunda başlamıştı herşey.

    akif; hayatında ilk kez düğüne geliyordu. üstelik davetsiz misafirdi ama bundan haberi yoktu. çünkü gelen davetiyede ''lütfen çocuk getirmeyiniz.'' yazıyordu. ama akif kocaman adamdı zaten; üstüne alınmıyordu.

    her halinden heyecanlı olduğu belli olan gelin masaları tek tek dolaşıp tebrikleri kabul ediyordu. sırasını savmak için de elinden geldiğince çabuk olmaya çalışıyordu. gayesi üzerindeki gelinlikten bir an evvel kurtulup rahatlamak değil; düğünü kazasız
    belasız atlatabilmekti aslında. zira kaçarak evlenmişti. çok sevmişti.

    derken sıra akif'in ailesinin oturduğu masaya geldi. gelin, akif'in annesiyle sıkıca kucaklaştıktan sonra küçük arif'i görüp ''sen de kocaman adam olmuşsun; yakışıklı.'' diyerek akif'i öpmek için hamle yaptı. akif de heyecanla ona doğru uzanınca gelinin busesi akif'in dudağının kenarına denk gelmişti. üstelik gelinin ruju da bunu tasdiklemişti.

    o zamana kadar hiç öpüşmemişti akif. o an olup bitenin tam olarak farkına varamasa da; tuhaf bir şekilde hoşuna gitmişti. gelin; akif'in dudağındaki ruj izini eliyle temizlemeye çalıştıktan sonra tebrikleri kabul etmek için sıradaki masaya geçmişti.

    o günden sonra ikisi de hayatlarına devam ettiler. aynı binada oturmalarına rağmen o öpücükten bir daha hiç bahsetmediler.

    gelin; kısa bir süre sonra dünya tatlısı bir kız çocuğu sahibi olmuştu. mutluydu; eşi onu el üstünde tutuyordu. en azından akif'in gözünden böyle görünüyordu.

    akif'se gün geçtikçe serserinin biri olmuştu. hangi işe el atsa sıfırı tüketmişti. ailesi de defalarca şans verdikten sonra ondan ümidi kesmişti.

    neden sonra gelinin hayatı umduğu gibi gitmedi. kocası bir gün kızına da alıp evi terk etti.

    akif olanları duydu; konuşmak için gittiğinde gelin ortalarda yoktu, alıp başını gitmişti bir daha kendisinden haber alınamamak üzere.

    artık zamanı gelmişti; akif de evleniyordu. kimselere anlatamıyordu ama müstakbel eşinin düğünde böyle bir hata yapmasından da deli gibi korkuyordu.

    acaba o ''yarım kalan öpücük'' ü de başka bir akif tamamlar mıydı?! kim bilir?! herkesin bir fahriye abla'sı vardı ne de olsa.

    g.h

    kazan dairesi / ayrılık vakti
  • araftayım,
    bildiğim ama kabullenmekte güçlük çektiğim,
    fakat inkar etmek istemediğim, tam da o noktanın ortasında.
    geri dönmek mümkün olsa, şu anda kurtarsam tüm keşkelerimi uçurumun kenarından. fakat namümkün, vakit çoktan geçti.
    girift bir ruh hali, istemekle kalıyor her şey, öteye geçmiyor, geçemiyor…
    ruhumda bir vaveyla kopuyor, mukadderata boyun eğmek düşüyor.
    yarınları tahayyül etmek imkansız.
    belirsizliğin esrarında yaşamak da faydasız,
    yok bir hedefimiz, varacak menzilimiz.
    bilinmezlikle geçti koca bir ömür...
  • yazgi
    kader değil. yazmaktan gelen yazgı. yazılan anlamına gelen yazgı. yani edilgen. etken olan biziz. her şey bizim elimizde. düşünenlerin…

    “kelebeğin kanat çırpışı kadar küçük bir şey, dünyanın yarısını dolaşacak bir tayfuna
    neden olabilir.” der kaos teorisi. adı, kaos teorisi olmasına rağmen çok basit: şu anda senin bu yazıyı okuyor olman, şimdiye kadar yaşanmış olan her şeyin; bir yıldırımın düşmesinin, bir bardağın yere düşüp parçalanmasının, bir insanın yatağından kalkmamak için “n’olur beş dakika daha” demesinin sonucudur.

    şu an’a kadar evrende oluşan bütün olaylar, seni bu harf yığınını okumaya itmiştir. ama bunda en büyük etken sensin. bunu biliyorsun. eğer bu yazıyı okumak istemezsen hemen bırakabileceğini ikimiz de biliyoruz.

    dünya üzerinde, karar verme yetisine sahip olan tek varlık insandır. geriye kalan her şey olması gerektiği için olurken, insan, yapmak istediğini yapar. eğer isterse, yarısı 10 katlı bir binanın çatısının içinde, yarısıysa dışında olan ayaklarına bakmaktan vazgeçip, kendisini yer çekimi’ne bırakır. eğer isterse, o küçücük sebep yüzünden yaşamaya, yaşlanmaya devam eder. ve gelir o insan dünya üzerindeki en gereksiz muhabbeti yapar yanında: “havalar çok bozdu. öyle böyle değil…” belki gülersin, belki zorla gülümseyip yetişmen gereken yere yollanırsın. ama çoktan birkaç saniyeni almıştır senin hayatından. zamana gerçekten değer veren, ya da zaten değerli olduğunu bilen bir insansan, o birkaç saniye için üzülürken bir araba önünden hızla geçip “kraşş!!!” önündeki arabaya çarpar. rüzgarını bütün vücudunda hissedersin arabanın. belki de onun rüzgarı değil ölümün okşayışıdır. bir ürperti sarar vücudunu. sanki bütün kan molekülleri, ölüme meydan okuyan savaşçıların kararlılığıyla beynine hücum etmiştir. düşünemezsin. düşünemediğin için de fark edemezsin az önce birkaç saniyeni çalan adamın, aslında sana hayatını verdiğini.

    yıllar önce çocuğu olmayan bir çift vardı. evliliklerinin beşinci senesinde kavgalar bile kesilmişti. artık birbirlerine hiçbir şey hissetmiyorlar, sadece günlük ihtiyaçlarını karşılamak için konuşuyorlardı. yıllar önce çocuğu olmayan bu çift, ayrı ayrı iki tek oldular. boşandıktan sonra, yalnızlığına çare olsun diye iş çıkışı attığı “iki tek”leri çoğalttı adam. kendini azalttığını ise kalbi önce tekleyip sonrasında durmadan bir saniye evvel fark edebildi. ne yazık ki bu fark ediş, aslında hiçbir şeyden evvel değildi.

    boşandıktan sonra kadın, yeni bir evlilikten bir erkek getirdi dünyaya. dünyamıza nereden geldiği belli olmayan çocuk, otuz yıl sonra, otuz yaşında bir hiç haline geldi. bunu fark etmesinden sonra kendini, on katlı bir binanın damında bulması sadece üç gününü aldı. sevgilisinin intihar haberinin üzerinden üç gün, ailesini trafik kazasında kaybettiğini öğrenmesinin üzerinden 20 yıl geçmişti. üzerinden yıllar geçmiş bir insan, kendini en ezik hissettiği o anda bir şey daha fark etti: sevgilisinin emanet ettiği çiçeğe su vermeyi unutmuştu. biri için ölmektense birini kendi içinde de olsa yaşatmak için yaşamaya karar veren insanın, bir hiçten her şeye dönüşmesi iki saniye sürdü.

    hangisinin sana hayat verdiğini düşünme. hiçbir zaman çocuk istemediği için kendisini kısırlaştıran adamın kemikleri bile yok artık! ya da sevdiğin insanın geçmişinde yaptığı hataları kabullenmemezlik etme. sen o’na aşık olduğun anda, o’nu o yapan şey, geçmişidir çünkü. o’nun yaptığı hatalar olmasa hiç karşılaşamayacağınızı düşün. küçücük bir karar verdiğinde, küçücük bir nefes aldığında, neleri değiştirecek kadar güçlü olduğunu düşün. şimdiye kadar kimlerin hayatına neler kattığını düşün.

    tüm insanlığın kaderi, yine tüm insanlık tarafından yaşandığı anda şekillenir. bütün fiziksel hesaplar yapılsa bile insanların hangi durumda ne hissedeceği hesaplanamaz. sadece farkında olmak gerekir. bu gücün farkında olmak onu kontrol edebileceğin anlamına gelmez. ama en azından artık evde oturmanın dışarı çıkıp birine havadan sudan bahsetmek kadar güçlü olmadığını biliyorsun. kelebek etkini arttırmak için daha fazla insanla iletişim kurman gerektiğini biliyorsun. hala okuyorsun. ve ben senin hayatını çoktan etkilediğimi biliyorum. şimdi dünyayı değiştirebiliriz.
  • başlığı rastgele görünce benimde yazasımı getiren öykülerdir.2 sene kadar önce bir arkadaşımın ödevi için hazırladığım kıyıda köşede kalan bir öyküyü sizlerle paylaşmak istedim.konu altına kaçıran bir çocuk hikayesiydi.bir şeyler karaladık imla hataları için özür dilerim vakit ayıranlar için teşekkür ederim.

    spoilerımıda girerim böyle.

    --- spoiler ---

    bir genç odası hatırası
    bu dünyanın en zevkli tarafı benim için akşamüstleridir.sabah kalktıktan sonra kendime gelmeden izdivaç programları eşliğinde kalsiyum protein ve bilimum besin değeri yüksek gıda saldırısına maruz kaldıktan hemen sonra pencerenin karşısına geçerim.onları izlerim geçen yıl yıkılan eski bir evin arazisinde maç yapan arkadaşlarımı.sokak arkadaşları onların isimleri ne garip bu dünyada arkadaşlarımızı bile sınıflara ayırıyoruz lise arkadaşları iş arkadaşları ve dahası,ayrımcılığı seviyoruz gerçekten.güneş etkisini kaybettimi kapıda biterim içimden söverim ‘ ah şu bağcıklar ‘ hala öğrenemediğim bu bağcıklar yüzünden ayakkabılarımı sıkı bağlayamıyorum korkuyorum dışarda sökülceklerde mahsur kalıcam diye.şimdilik annem bağlıyor ama ya evlendikten sonra karıma mı bağlatıcam allah korusun kılıbık derler.hoş eniştem için de kılıbık diyorlar ama hiç halamın onun bağcıklarını bağladığını görmedim.
    nihayet dışarıdayım güneş etkisini kaybedince ben de kendimi sokakta buluyorum.en iyi arkadaşım cahit ile.cahit’in benim gibi sorunu yok.sabah annesi sokağa bir salıyor akşama kadar orada ben akşam ezanıyla eve çağrılırken o ne zaman isterse giriyor benim dışarda yemem yasak ama cahit istediği zaman hamburger döner dondurma yiyor adalet mi bu!annem onun annesi için geçenlerde gün arkadaşı cemile teyze ye ilgisiz demişti.ne yani oğlunu serbest bırakıyor diye ilgisiz mi oldu şimdi kadın.neyse ne var ki halimden memnunum.arkadaşlarımla ve cahit le o arazide top oynuyoruz.arazinin yerindeki eski evde daha önceden yaşlı bir teyze otururdu pek bize yüz vermezdi o yüzden de sevmezdik mahallenin çocukları olarak ama ölünce çocuklarının hemen miras kavgasına girişip evi kırkından önce yıktırıp kat karşılığı bir müteahhit e sattıklarını öğrenince üzülmüştük hep beraber.
    topumuz arazideyken yıkımın ardından kenara atılmış eski eşyalarının tarafına doğru kaçmıştı.işte bir erkek çocuğunun en nefret ettiği anlardan biri kaçan topu getirmek.koştur oğlum dedim diğer sefer başkasına bırakırsın diye.top öyle bir yere girmişki eşyaların tepesine çıktım o pas toz kokuları arasında eşya yığınını aştım derken birden karşıma o teyze çıktı.top ondaydı arkası dönüktü dönmesiyle gözümü açmam bir oldu.berbat bir rüyaymış ama işte olan oldu altıma kaçırmışım.annem alarm mı taktırdı bana ne birden yanımda bitti.’eh be oğlum kocaman çocuk oldun’ naralarıyla beni yataktan çıkartıp banyoya yolladı gece gece.hayır kocaman çocuk mu olurmuş çocuk dediğin küçük olur bir karar ver anne.ama o rüya beynime bir işledi ya o ve ondan sonra kaç gece altıma kaçırmışım.geceleri o tatlı uykunun kesilip belinden aşağısının ıslak olması ne kötüymüş keşke topum araba altına kaçsaymışta alsaymışım o derece.
    akşam olduğunu o gün yine ezanla anladım ufaktan evlerin ışıklarıda yanınca anlıyorsun malum yaz günler uzun.cahit top oynamaya devam ederken kirli terli ve mutlu bir çocuk olarak eve girdim.annem le cemile teyze oturuyorlardı.annem üstümü başımı değiştirttikten sonra birden konuşmalarına şahid oldum.annem benim için yatağı göl yapıyor diyordu yok artık benim etim ne kemiğim ne!akşam yemeğimizi yiyip tam dizi keyfi yapacakken üstüne bir de babamın akşam getirdiği karpuz eklenince keyfime diyecek yoktu.tam yemeye yeltendim ki annem çekti önümden geceleri bana yasakmış dünyam başıma yıkıldı.bir an için büyüyüp karpuzcu olmayı bile düşünmedim değil.bir anda geceleri bana sıvı yasağı kondu karpuzdan kolaya meyve suyundan gazoza ne varsa.su bile karneyle verilecekti nerdeyse.bütün bunlar benim yatağa işememi engellemek için peh!tam dişlerimi fırçalayıp odama girdim o da ne annem resmen çarşafımın altına muşamba sermiş.şuna bak tüm ihtimaller göz önüne alınmış.öyle rahatsız ediciydi ki yataktan bir taraftan bir tarafa dönmek bile kabustu.
    piknik alanı mükemmeldi cahit ler de geldiği için biz yine top oynuyorduk haliyle kaleye geçirdiler illa beni.bir degaj yaptım sormayın top göl e kaçtı.anlamalıydım rüyamda gölün tabirini annem söylene söylene yatağı değiştirdiği sırada bu sefer babam da çıkıştı onun ki bildiğin tehditti beni suç aletimi çakmakla yakmakla tehdit etti.ne yapayım elimden gelen bir şey değil ki.sırf bu altıma etme olayı yüzünden misafirlerin evinde bile kalamıyorduk artık bu iş benim tam anlamıyla kabusa dönmüştü.

    ananem de kaldığım o gece annemle babam iyice tembih etti yatmadan önce tuvaletini yap diye tüm önlemleri de aldık.dedem ile ananem canla başla çalıştı.çok deliksiz bir uyku uyudum sabah gözümü açmamla manzarayı görmem bir oldu.gece bulgarlar baraj kapağını açmış meğerse semtim sular altında kalmış tabi ben bunun farkına sabah yatağımın ıslak olduğunu görünce anladım.dedem odaya girince öyle utandım ki hemen en sevdiğim oyuncak mickey mouse u gösterdim ‘hayır dede hayır ben yapmadım mickey yaptı mickey ! ‘ .onlar bana kızmadı ama ben kendime çok kızdım çünkü bu illet yüzünden geceleri gözüme uyku girmez olmuştu.mahalledeki arkadaşlarımın bile yüzüne bakamaz olmuştum.en sonunda meseleyi cahit’e açtım.cahit akıllı ve umursamaz bir çocuktu.umursamaz olmak kafaya bir şey takmamak insanın aklındaki bulanıklığı berraklaştır bence.cahit başta alay etti güldü eğlendi ama çektiğim acıları anlayınca dayanamadı o geceleri sık sık tuvalete kalkarmış.daha önce onun da böyle bir sorunu varmış
    ‘bunu nasıl başardın?’
    ‘her 3 saatte bir alarm kuruyorum alarm çalınca kalkıp tuvaletim var mı diye düşünüyorum.’
    ‘ee’
    ‘ee si öyle işte faruk
    cahit,kadim dostum bana yardımcı oldu dediği taktiği uygulamaya başladım biraz zorlanıyordum tabi uykunun tam da tatlı yerinde alarm sesi tam bir felaketti.arada alarmları kaçırdığım olsa da sistemi oturtmuştum.o günden sonra yatağa kaçırdığım sayılı olmaya başladı.

    işte okula başlamadan önceki son yaz tatilim böyleydi.şimdi giydiğim mavi önlüğümü oturdum sırama bu satırları yazıyorum görsünler de ibret alsınlar diye öğretmenim.öğretmen bizden ufak bir anı istemişti bende anımı yazdım.cahit le artık eskisi gibi görüşemiyoruz ikimizde farklı okullara başladık onun birlikte olduğu arkadaşları için bu sefer annem serseri takımı diyor.ben se ilk veli toplantımdan galibiyetle ayrıldım babam bunun üstüne odama yeni bir genç odası takımı aldı.eski yatağımı özleyeceğim çok anımı paylaştım onunla üstündeki sarımsı lekeler bir nevi her gece çektiğim acıların hatırasıdır.eskiciye vermişler onuda .eskiden akşam üstleri güzeldi şimdi haftasonları güzel oldu benim için ama artık o boş arazide top oynayamıyorum çünkü arazi kalmadı tam 7 katlı bina yapıldı oraya.unutmadan arazinin eski sahibi rahmetli teyze nin hayırsız evlatları aslında hayırlıymış.çocukların günahını cahit yüzünden almışım meğerse kadınla hep ilgilenirlermiş o yüzden de araziye yapılan 7 katlı binaya kadıncağızın ismini vermişler ‘’kadriye şinas kız yurdu’’.

    --- spoiler ---
  • talebelerden birisi, hocası deri montlu ortalama hoca'ya sormuş:
    -insan açlığa ne kadar dayanabilir?
    deri montlu ortalama hoca yapıştırmış cevabı:
    -ölünceye kadar.
  • 25 kadarını blogumda okuyabilirsiniz dostlar: şuradan!
  • değişen bir şey yok. hiçbir şey. yalnızca kış, kendini adamakıllı göstermeye başlamış keskin ankara ayazında. o da hala hırçınlığından, hoyratlığından bir şey kaybetmemiş. gün henüz ağarırken, evlerin sıkıca kapanmış perdeleri birer birer açılmaya başlıyor. ne kadar zamandır burada, doğup büyüdüğüm, çocukluğumun, gençlik yıllarımın geçtiği bu evin yakınında durup beklediğimi bilmiyorum. zaman kavramımı yitirmiş gibiyim. kolumdaki saati fark ediyorum; beni doğrular gibi, akrep ve yelkovan altı buçukta çakılı kalmış.

    çok uzun zamandır sokağıma gelmemiş olmamın verdiği burukluk, öfke ve acı hissiyle birleşiyor. başıma gelenin haksızlık olduğuna delicesine inanıp, nedenlerini sorgulamaktan vazgeçeli epey oldu, buna rağmen hislerime yenilmemek oldukça güç geliyor. toparlanmam gerek, az kaldı biliyorum. çok geçmeden verandada annemin ayak seslerini duyduğumda, kalbim yerinden çıkacakmış gibi atmaya başlıyor – ya da ben öyle hissediyorum. yaslandığım duvar sanki kızgın demir. ellerimse buz kesmiş gibi, ne tezat! orada işte. yaz kış demeden, uyanır uyanmaz, her sabah yaptığı gibi… beyazlamaya yüz tutmuş kahverengi dalgalı saçlarını özensizce arkasında toplamış. üstünde koyu kırmızı sabahlığı, bir elinde sütlü kahvesi, öbüründe parliament sigarası. değişen bir şey yok.

    güçlüdür benim annem. on adım ötemde yine o güçlü duruşu… her yorgunluğa inat, her üzüntüye, her çıkmaza inat, dimdik durur sema sultan. yalnızca gözlerinde saklayamaz yılların yükünü, koyu kahverengi gözleri öyle hüzünlü bakar ki bazen, bir çırpıda döker ortaya yaşadığı ne var ne yoksa. ‘yokluk çektim’ der, ‘hırpalandım’, ‘yoruldum’, ‘kaybettim’… bundan yirmi beş yıl önce bambaşka bir hayatı olduğunu gizlemez, olanca gerçekliğiyle anlatırdı kız kardeşimle bana. dedemin aldığı üç kuruşluk maaşın evdeki dört kardeşe nasıl ucu ucuna yettiğini, borçlardan başlarını kaldıramadıkları için, anneannemin bin bir emekle işlediği nakışları, dantelleri satarak geçimlerine az da olsa yardımcı olmaya çalışmasını, ev sahiplerinin kirayı ödeyemedikleri aylarda nasıl kapılarına dayandığını dinlerdik. ve o sır ölüm. yalnızca bir kere, gözleri dolu dolu, yaprak gibi titreyerek bahsetmişti ondan. en büyük ağabeylerinin akıl almaz intiharından sonra ailede hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını, anneannemin de o olaydan sonra bir daha konuşmadığını öğrenmiştik sadece. ne nedenini sorduk, ne üsteledik.

    o zamanlar bunca sıkıntının üstüne, ilaç gibi gelmiş babam. dedemin hatırı sayılır bir arkadaşının yeğeniymiş arif bey, inşaat mühendisliğinden yeni mezun olmuş, maddi durumu oldukça iyi, babasından kalan bir evi, iki de arsası olan bu bekar, genç adamı ilk görüşte gözü tutmuş dedemin. annem ise seçme şansının olmadığını, ancak olsaydı bile hiç tereddüt etmeden evet diyeceğini söylemişti. bunu duyduğumuzda bir yandan içten içe anneme kızmış, bir yandan da hiç şaşırmamıştık. yakışıklı adamdı babam, uzun boylu ve yapılıydı, yemyeşil gözleriyle hayranlık uyandıran bakışları vardı. neye yarar? dünya yansa umrunda olmayan tavırları ve ilgisizliği canından bezdirmişti annemi. kendinden çoktan vazgeçmişti, belli etmemeye çalışsa da yalnızca bizim için üzülürdü. gece geç saatte, keskin bir viski kokusuyla, hafifçe yalpalayarak eve gelen bu adamın bizim babamız olduğu gerçeği her seferinde biraz daha canını acıtırdı. öyle hissederdik. ve bir gün, o gitti. hiç dönmemek üzere, konuşmaya, vedalaşmaya tenezzül bile etmeden çıkıp gitti hayatımızdan. yasemin daha ilkokuldaydı, kabullenmesi epey zaman aldı ama benim için beklenmedik bir durum değildi. on yedi yaşımın getirdiği asi haller, cesaret ve umursamazlıkla o kadar da sarsılmamıştım. varlığıyla yokluğu bir olan, hatta belki de yokluğu daha hayırlı olacak biriydi evimizden eksilen. kısacası, değişen bir şey yoktu.

    kahvesi bitmek üzere annemin. son yudumunu da alıp, ayağa kalkıyor. sabahlığına daha da sıkı sarınıp, ağır ağır yürüyerek içeri giriyor. bekliyorum. on dakika… yirmi dakika… uyan artık güzeller güzelim, bak, ağabeyin burada. hep böyle uykucuydun sen işte. annem kahvaltı sofrasını kaldırmaz, dakikalarca bekletir, sen bir türlü kalkmak bilmeyince de en sonunda bana “git uyandır şu kızı” derdi ya, aslında hiç içimden gelmezdi tatlı uykunu bölmek. yine de seni kızdırmaya bayıldığımdan, gelir yastığını çekerdim başının altından. o meşhur inadın tutar, yorganına daha da sıkı sarılır, bir yandan da ters ters söylenirdin bana. bu sefer de yorganını çekip gıdıklamaya başlayınca seni, kahkahalarla gülerek uyanırdın artık. ah, öyle özlüyorum ki o hallerini… yirmili yaşlarına bile gelsen hala o saf, çocuksu duruşunu, heyecanlı bir şeyler anlatırkenki telaşını ve şaşkın yüz ifadeni, bal rengi saçlarını savura savura attığın kahkahalarını unutmak ne mümkün? hepsi gözümün önünde, hala. öylesine taze, öylesine canlı. babamın günlerce eve gelmeyişinin ardından bir gece, yan odadan hıçkırık seslerini duyup yanına koştuğum o an gibi. hiç konuşmadan, başını omzuma yasladığında saatlerce ağladık. sen yüzünü, ben yüreğimi gözyaşlarımızla ıslattık. biraz sakinleşir gibi olduğunda geri yatağına yatırdım seni, üstünü örtüp, huzursuz bir uykuya dalmanı bekledim yanıbaşında. “sen beni hiç bırakmazsın değil mi abi?” “bırakmam tatlım.” “söz mü?” “söz. hadi uyu artık.” bırakmazdım. hiç istemezdim hem de. ah yasemin’im… affet beni.

    hava tamamen aydınlandığında, ince bir yağmur çiselemeye başlıyor. yasemin’in bahçe kapısından çıkışını izliyorum. ellerinde kitaplar, kahverengi, kısa, kapüşonlu montu, çaprazlamasına taktığı bej rengi çantasıyla tam bir üniversiteli olmuş. upuzun saçlarını atkuyruğu yapmış, hafif bir makyajla yemyeşil gözleri iyice belirginleşmiş. nasıl da büyüdü, el kadar kız… çantasının fermuarına iliştirdiği anahtarlık gözüme çarpıyor. annemin hediyesi olan, uğurlu saydığı, ne zaman canı sıkılsa eline alıp oynadığı, pembe fil şeklinde komik bir aksesuar işte. deli kız… hala yanından ayırmıyor anlaşılan. karşımdan yürüyüp geçiyor, bense ardından bakakalıyorum öylece. eski pırıltısıyla bakmayan gözleri hariç, değişen pek bir şeyi yok.

    yağmur hızını artırıyor. soğuktan ve hareketsizlikten uyuşmuş ellerimi ovuşturup ceplerime sokuyorum. bir süre daha izliyorum evimi, bahçesini. eskiden verandada annemin özenle yetiştirip gözü gibi baktığı, sıra sıra dizdiği sardunyalar dururdu. yalnızca saksıları kalmış şimdi. gördüğüm manzara içimi burkuyor. bu evde bir daha asla benzerleri yaşanamayacak mutlu anılar üşüşüyor gözümün önüne. başımı çeviriyorum. adımlarım beni bilindik bir yöne, evimizin arka sokağına sürüklüyor. gitmemeliyim, hayır, bu kadarı çok fazla olur. kalbimin sesi aklımdan geçenleri bastırıyor, kontrolü sağlamam imkansız. onu görmek için yanıp tutuşuyorum, nasıl inkar edebilirim? adımlarımı sıklaştırıyorum, yağmur olanca hızıyla yağmaya devam ediyor. apartmanın önüne geldiğimde, ikinci kattaki evinin penceresinden sanki beni beklermiş gibi dışarı baktığını görüyorum. kalbimin derinlerinde bir yer, deli gibi sızlamaya başlıyor; nefesim kesiliyor. onu her görüşümde olduğu gibi, değişen hiçbir şey yok.

    tattığım en içten aşkın, tuttuğum en sıcak ellerin sahibi, güzel kız, berfin’im… kapkara gözlerinde gördüğüm, sevginin en yalın halleri. nasıl bırakıp gidebildim seni, değil mi? haklısın, bana ne kadar kızsan az. her şey yolunda giderken, birdenbire kurduğumuz bütün hayalleri yerle bir edip, ağırlığımca keder bıraktım sana. nişanlandığımız günü hatırlarsın ya… istanbul’a, ailenin yanına gitmiştik. şehrin görkemli otellerinden birinde, eş, dost, akrabalarla bir arada yenilen yemekten sonra, bitmek bilmeyen seremoniden ve sıkıcı formalitelerden iyice bunalmış halde, yüzünde az önce yaramazlık yapmış bir çocuğun utangaç ifadesiyle yanıma sokulmuştun hani. “sevgilim iki dakikacık kaçsak ya dışarı?” elinden tutup terasa çıkarmıştım seni. istanbul, o eşsiz manzarasıyla nefesimizi kesmişti. rengarenk ışıklandırılmış boğaz köprüsü olanca güzelliği ve ihtişamıyla, hayatlarımızı birleştirmek için attığımız ilk adımın büyüsüyle harmanlanarak, apayrı bir anlamla aydınlatıyordu gecemizi. ve sen… o kadar güzeldin ki. “hiç bırakma beni, olur mu?” “bırakmam bir tanem.” “söz mü?” “erkek sözü.” bırakmazdım. hiç istemezdim hem de. ah sevgilim… beni affet.

    dünyama giren üç kadın. üç hayat. ve ben, hiçbirinin kahramanı olamadan, ardımda hayal kırıklıkları ve tarifsiz acılar bırakarak, bir yıl önce bugün ayrıldım bu dünyadan. ölümün soğuk nefesini tenimde hissettiğimde aklımdan geçen tek şey, yalnızca verdiğim sözler oldu. yalnızca bu yüzden, baştan ayağa ürperdim.
  • sözlük yazarlarının kaleminden dökülen öykü sınıfına giren eserlerdir efenim. sözlük yazarlarının öyküleri diye açsam herkes hayat hikayesi anlayacak diye açmadım. kitabında yer almasını istemediği öyküleri yazsın işte insanlar. diğerleri de okusun.
  • "bakar mısınız?"

    milli marşı esterabim olan, bayrağında sâfi beyaz olan -çünkü japonya'dan bir tık üşengecimdir- falan fişna federal cumhuriyeti sınırları içerisinde özgürce dolaşırken arkamdan bir ses duyarım. bir ses "bakar mısınız?" demiştir.

    bu ülkenin sınırları içerisinde öyle durduk yere "bakar mısınız" demek suç teşkil etmektedir. bir insanın durduk yere bakacağı yere karışmak, omurilik soğanından tutarcasına kendine döndürmek, en az yere tükürmek kadar ayıptır. yere tükürmek derken, ağzınıza zehirli bir böcek kaçmışsa ve yanınızda taşımanız gereken acil durumlar için tükürme kabı bulunmuyorsa olan yere tükürmek. aksi hali zaten iki günlük sürgün. nüfusumuz üç-beş zaten, henüz böyle bir vaka yaşanmadığı ve kimse sürgüne sürülmediği için gidilmesi gerekildiğinde nereye gidilir, açıkçası pek bilmiyorum. ben zaten gidilmesi gerekildiğinde nereye gidilir pek bilmem. huyum kurusun.

    lafı dolandırmayayım, "bakar mısınız" dedi birisi. ciddi bir şey olmasa sormazdı diye düşündüm. huyum kurusun, baktım işte. tanımadığım bir kadın, daha önce bu diyarlarda eşi benzerine rastlanmamış gümüş renkli saçı ülkemizin favori takımlarından biri olan ankara makarna gücü'nün formasının üzerine doğru serpilmiş. ankara makarna gücü tutan bir hanımefendi kimin olsa heyecanını kabartırdı. benim heyecan da durur mu yerinde, kabardı zavallı. aptal. sadece "bakar mısınız" dedi oysaki. her neyse.

    ben baktım. ama bakmak ne kelime, gözlerimle mümkün mertebe her santimetre karesiyle ilgilendim suratının. göz yuvarı mahalinde bir miktar oyalandım, kaşlarını biraz daha hızlı geçtim. gamze bölgesinde mola verdim ve dudaklarında final yaptım. bence gayet güzel bir final oldu, breaking bads'in yönetmeni görse ağzı uçuklar. doğru deyimi mi kullandım bilmiyorum. apışır kalır desem belki daha yerinde olurdu. keşke baştan aklıma gelseydi.

    her neyse, "buyrun" dedim. ben her ne kadar normal söylediğimi dile getirsem de civarda olaya şahit olan bir kalabalık -bizim buralarda bir kişi olursa buna kalabalık denir- sesimin oldukça cılız çıktığını iddia etti. hatta o kadar cılızmış ki kulakların duyamayacağı bir frekans aralığında söylemişim bunları. sadece civardaki çok köpek sürüsü duyabilmiş hatta -etrafta eğer hiç köpek yoksa buna çok köpek sürüsü adı verilir-. her neyse. "buyrun" dedim işte.

    sonra bana bir şey sordu. ne sordu bilemem, hastanede uyandığımda aldığım iyodoform kokusunu bilirim. ben buraya nasıl geldim hiçbir fikrim yok. ayrıca bizim ülkemizde hastane de yok, ben neredeydim?

    hastane odasında kalabalık bir halde oturdum. yapayalnızdım yani. elime bir ağlama kabı vermişler. kabı işlevine uygun kullanıp refakatçi koltuğunun üzerine fırlattım. öyle işte. çırılçıplaktım. kenara buruşturulup atılmış bir ankara makarna gücü forması vardı. giydim çıktım dışarı. baktım biri var ileride aval aval bakıyordu etrafa. dedim şurda epi topu üç beş kişiyiz koca ülkede, gideyim sorayım belki biliyordur bir şeyler.

    yanına sokulup sordum, huyum kurusun:

    bakar mısınız?
  • zamir

    “hocam, peki durum öyküsünde dramatik yapı aranmaz mı?” diyen öğrencisine baktı. sevgilisine olan benzerliğini fark etti. sarı saçlar, mavi gözler, üstüne bir de ses tonu. kız gerçekten sevgilisine benziyordu. çok fazla düşünme süresi kullandığını fark edip cevap verdi. “durum öyküsünde bi’ bok aranmaz kızım.” sınıfta gülüşme başlayınca öğrencisinin mahcup olmaması için devam etti. “her okuma yazma bilenin yapabileceği bir iştir o. tabii ki durum öyküsünden çok güzel filmler ortaya çıkabilir ancak izleyiciyi tatmin seviyesi yine de düşüktür bu güzel filmlerin.” kızın gözlerinin içine baktı. derin… gözlerdeki diğer soruyu gördü. “evet?” diyerek kızı bu yükten kurtarmak istedi. kız düz saçlarını sol eliyle kulağının arkasına atarken “şimdi biz izlediğimiz ya da okuduğumuz her şeyde belirli bir dramatik yapı arıyoruz.”

    öğretmen onayladı: “evet.”

    öğrenci devam etti: “bu bize doygunluk hissi veriyor. yani arayışımız değil, belirli bir dramatik yapı buluşumuz.”

    öğretmen merakla onayladı: “evet?” sınıftaki sessizlik ve ilgi kızın ses tonuna yoğunlaştı.

    kız bütün dikkat! çekiciliğiyle kerem hoca’sına sorusunu sordu. hiçbir şey olmamış gibi eşyalarını toplamaya başladı.

    kerem hoca sınıfa bakarak “çıkabilirsiniz.” dedi ve dağıldılar. ya da daha öncesinde dağılmışlardı.

    kerem hoca arabasına bindiğinde sevgilisi sağ koltukta oturuyordu. koltuğuna yerleşip elini kadının omzundan sırtına doğru uzattı. kadın, dudaklarını kendisine uzattığında onu öpen yine erkek oldu. kısa bir ara verip “çok bekledin mi sevgilim?” diye sordu. rüya, nefesiyle karışık bir şekilde “bunun için değer.” diyerek öpüşmeye devam etti. rüya, kerem’i tanıyordu. doğru zamanda öpüşmeyi bitirip “hadi kaçalım sevgilim.” dedi bir tatlılık abidesi olarak. kerem aracı çalıştırıp yola çıktı. sivri bir korku vardı içinde ama heyecan ve mutlulukla karışık bu sivri korku hissettiği bütün duyguları daha güzel hale getiriyordu. gülmeye başladı aniden. kahkaha atıyordu. rüya da ona eşlik etmeye başladı. her şeyi unutmuşlardı. adrenalin henüz 28 yaşında olan bu iki insana çok iyi geliyordu. “motosikletten düşüşümüzü hatırlıyor musun?” diye sordu kerem,

    rüya kahkaha bombasının tesiri geçmeden bir sonrakini patlattı. “deli, bilerek düşürmüştün motoru. her tarafımız çamur olmuştu senin yüzünden.”

    “ben aslında üstüne düşmek istemiştim kızım, tabi arkamda otururken bunu yapmak, ve motorun da üstümüze düşmemesini sağlamak zor olacağı için yan yattık çamura battık.”

    “ya güldürme yeter. yanaklarım ağrıdı.”

    “bu kadar üstüne düşüyorum yine yaranamıyorum arkadaş.”

    “kim yaranamıyor? seviyorum seni ben. söz oyunlarını da yerim ayrıca.”

    “yanında ye ayrımcılık yapma.”

    “iyy aptal bu çok kötüydü.”

    “atm’den para çekmemiz lazım sevgilim.”

    “benim bankayı da boşaltalım o zaman.”

    “terbiyesiz.”

    “sensin o. edebiyat öğretmeni olup da türkçe’yi bu kadar harcayan bir sen varsındır dünyada.”

    “dünya dışında da türkçe konuşan kimse çıkmazsa rekor bende.”

    “delimsin.”

    “delinim.”

    “karına not bıraktın mı sevgilim?”

    kerem karısını düşünmeye başlamıştı. hiçbir şeyden memnun olmayan, her gün ayrı bir tartışma konusu bulmakta yaratıcılık sınırlarını zorlayan, kendisini sevmeyen, neyse ki dürüst olup bu sevmeyişi yeterince belli eden karısı. onun umurunda mıydı sanki? “sonra aramayacak mıyız?” diye cevap verdi soru cümlesiyle. rüya önüne döndü. kerem, rüya’ya küçük bir bakış atıp yola bakmaya, bakarken de rüya’nın kocasını düşünmeye başladı. öküz! aslında adamın bir suçu yoktu. rüya’ya çok kötü davranmıyordu. çünkü kerem asla başka bir seçenek olmadığı için birlikte olunan bir adam olamazdı. rüya onunlaydı. kocası dünyanın en yakışıklı, en karizmatik, en rüya’ya iyi davranan, rüya’ya en iyi davranan adamı olsaydı ne değişirdi? rüya her şekilde kerem’den kerem’ini bulamayıp geri dönecekti.

    kerem, rüya’nın ve kendisinin ailesini düşünmeye başladı. başladığı işi hemen bitirdi. gerek yoktu bunu düşünmeye. etraflarında kocaman, kalabalık bir dünya vardı. her şeyin bir kaos düzeni içinde hareket ettiğine karar verdi önce. sonra bu kararı iptal etti. etrafındaki hiçbir şeyin önemi yoktu. bu yüzden etrafında hiçbir şey yoktu. sadece ikisi… “iki kişiye bir dünya” dedi yüksek sesle. ümit yaşar oğuzcan’ın bir şiir kitabının ismi. rüya’ya baktı. rüya’nın gülümsediğinden emin olunca tekrar yola bakmaya devam etti. rüya “üç milyar insanın yarısını sen yok et, yarısını ben… iki kişi kalsak yetişir yer yüzünde.” diye tamamladı kendisini. kerem mutlu oldu. ileride bir benzin istasyonu gördü. rüya tekrar konuştu. “bu benzincide bankamatik var sevgilim. istersen sen depoyu oldur, ben de paraları çekeyim?”

    “parayı alıp kaçmana izin vermem seni pis serseri!”

    “serseri denmez sevgiliye.”

    “ser eski dilde baş demek sevgilim. serseri de seri başı, yani lider demek.”

    “daha aynı eve bile çıkmadan iş getirdin sevgilim.”

    “sana daha önce benim olduğunu söylemiş miydim?”

    “bilmem.”

    “benimsin.”

    kerem depoyu doldurduktan sonra bankamatiğe gitti. parayı çekerken yanında sevgilisi vardı. şimdilik kendilerine yeterdi. oraya gidince bir iş bulurlardı zaten. kerem, öğretim görevlisi olmak da istemiyordu artık. mutlaka başka bir şey yapabilirdi. tekrar araca döndüler. tekrar öpüştüler. kerem susadı. rüya, aracın kapısından su şişesini alıp su içmeye başladı. kerem, rüyayı bu şekilde izlemeyi seviyordu. kendisi de suyunu alıp üç büyük yudum aldı. tekrar rüya’ya baktı. düz, sarı saçları akşamüzeri güneşiyle birleşince altın gibi parlıyordu. beyaz, üzerinde “love me” emir kipi taşıyan tişörtü vardı. altında da koyu mavi kot pantolonu. kerem, rüya’yı bu kıyafetlerle tanımıştı. o’nu böyle sevmiş ve o’nu böyle sevecekti. gülümseyişi… bunu görmek, insanın cennette olduğunun işareti, hayır hayır, kanıtıydı! sonunda birlikteydiler. ani bir karar almışlar ve artık insanlarla yaşayamayacaklarına, sadece birlikte olabileceklerine karar vermişlerdi. karar al, karar ver, karar al, karar ver… artık nefes alıp vermek kadar sık yaptıkları bu eylemden bıkmışlardı. karar vermek yorucuydu. neden bu kadar beklemişlerdi sanki? aileler… toplum baskısı… önemli değil. artık önemli değil. mutlu olmaları gerekiyordu artık. kerem duymak istedi. “seni…” “seviyorum” cümleyi rüya tamamlamıştı. bunu söylerken kerem’in boynuna sarıldı. “bebeğim dur. seninle yaşamak istiyorum. sonra ölürüz.” dedi kerem.

    “daha yolumuz var.” diye tamamladı tekrar rüya.

    “alayına yol ulan!” şeklinde bağırdı kerem.

    “ihihi aptal. nasıl kaçırıyorum seni ama.”

    “arabayı ben kullanıyorum kızım kim kimi kaçırıyor?”

    “düşünce gücü diye buna diyorlar aşkım.”

    “beynin beni tahrik ediyor kadın. tahrik gücü yüksek bombam benim.”

    “seninim.” derken tekrar boynuna sarıldı kerem’in. henüz şehirden bile çıkmamışlardı. kerem’in gözlerini bir ışık aldı. öndeki gri araba kendisine parladı. direksiyonu sağa kırdı.

    frene bastı. araba sürüklenmeye başladı. yol kenarındaki bariyerlere aracın sadece arkası çarptı, sürüklenmeye devam etti. kendi beyaz aracının önü, gri aracın sağ arka tarafına vurdu. iki araç da kendi ekseni etrafında yüz seksen derece döndü hızla. kerem’in vücudundaki ateş hızla yükseliyordu. midesine kramp girdi. dirseğini cama vurdu. aracın hakimiyetinden önce bedeninin hakimiyetini kaybetti. bedeni acı içindeydi. acı, içindeydi. terli elleriyle direksiyonu sıkıyordu. boynu ağrıyordu. ani hareket etmişti. iki araç da yolun kenarında durdu. kerem, korkmuyordu. yanına baktı. rüya yoktu! kan, beynine hücum etti. kan, beyninde gerçekleştirdiği saldırıyı kazandı. kıvranıyordu. bağırmak istedi. ağlamak. yapamıyordu. nefesi iğrençleşti. başı dönmeye başladı. kendi vücudu kendisini rahatsız ediyordu. ölmek istedi. ölmüş olmak istedi. çok geçti bunun için. belki de henüz erken. başarısız bir kazadan sağ çıkmıştı. rüya! neden yok! olmaması için neden yok!

    kerem hafızasının kuyusuna indi. sınıftaki derse kadar. derin’in sorgulayışını özümsedi. şöyle sormuştu derin:

    “ya hayatlarımız? her gün bir sürü farklı şey yaşıyoruz. insanlarla tanışıp unutuyoruz. gerekli ayrıntı olur mu? bence olur. hayatımızda evren dolusu ayrıntı var. hangisinin nereye bağlanacağını biliyor muyuz? hayatımızda dramatik yapı olmak zorunda ya da en azından beynimizin bu doyuma ulaştığını hissetmek zorundayız. eğer bugün biriyle tanışırsak yarın onunla tanışmamızın sebebini bulmamız gerekiyor. yaptığımız her davranış aslında bomboş gibi dursa da bir mantık bulmak zorundayız. bahane bulma savunma mekanizması bu noktada devreye giriyor olabilir. beynimiz davranışlarımıza aslında olmayan nedenler buluyor. küçük fazlalıklar için bu işe yarar ancak yaşadığımız sürece hayatımızın genelinde olan dramatik çatı tekrar şekillenecek. eğer üniversiteye girip kazanırsak “film bitti.” diyemiyoruz çünkü “sonsuza kadar mutlu yaşadılar” geyiği bir yalandan ibaret. bölümümüzü bitirmek zorundayız. mezuniyetimiz bir final değil. iş bulmaya tamamlamamız gerekiyor. sonra evlilik. evlendiğiniz gün ölürseniz hayatınız muhteşem bir dramatik yapıya ulaşmış oluyor. ama ölmüyorsunuz. eşinizle ne kadar mutlu olursanız olun hayatınızın farklı bir amacı oluyor artık. en kötüsü de ne biliyor musunuz? doğru şekilde bitmeyen ilişkilerimiz. reddedilişlerimiz. terk edilişlerimiz. hiçbir zaman tamamlanmayacağını bildiğimiz şeyler. bir şekilde mantık uyduramazsak deliririz. hayatımızın en derinine soktuğumuz kişiyi, ondan ayrıldığımızda önemsiz hale getirmeliyiz. eğer bunu yapamıyorsak mutluluk yalandır. insanlığın kaderinin mutsuz olmak gibi görünmesinin nedeni budur! hangi birimizin hayatı şu anda bitse bu film gerçekten iyi olur söyler misiniz?”

    kerem zorlukla yukarı tırmandı. hafızasının büyük kuyusundan çıktı. yanındaki boşluğa baktı. özledi. tekrar. midesinde kramplar birikmişti. kusmak istiyordu. rahatlamak istiyordu. araç arkasında kalmıştı. çarptığı gri araç. dikiz aynasından aracın kapısının açıldığını gördü. ölen olmadığını fark edince rahatladı. başını sağa eğip emniyet kemerinin kilidini açtı. aracın kapısını açtı sol eliyle. acı, hala içindeydi. sol ayağını yere basıp kendini sol ayağının üzerine bıraktı. arkasına döndüğünde rüya karşısındaydı. üzerinde narçiçeği renginde bir bluz vardı. rüya, kerem’i tanıyınca şaşırmıştı. üç senedir görmediği eski sevgilisini. o’nu hiç unutamamıştı. kimse o’na o’nun gibi davranmamış, kimse o’nun gibi sevmemişti. özlemişti. ikisi de ağlamaya başladı. birbirlerine sarıldılar. hıçkırdılar. ağızlarından defalarca “seni”, “seviyorum” kelimeleri dökülürken kerem’in acısı vücudunu terk etti. kerem, hıçkırıkların arasından “birlikte ölmeliyiz.” çıkardı. rüya bundan bir “birlikte yaşamalıyız.” yapıp kesinlikle sevgisinin sahibi olduğu için sevgilisi olan adama geri verdi. kerem “bitti.” dedi “bitti.
hesabın var mı? giriş yap