• son günlerimin belası felsefi akım.
    "stoacılık, yalnızca öğretinin kurucusu olan kitionlu zenon un felsefesini değil, aynı zamanda da bu okulu yöneten öğrencileri ve öğreticileri de kapsar." böyle bir giriş yapıyor jean brun, le stoicisme'ye. (stoacılık, jean brun, sf:11, iletişim yay.)
    bu okulun tarihçesi geleneksel olarak üç büyük döneme ayrılır;

    1- eski stoacılık: i.ö. iii. yy.'da merkezi atina. en büyük hocalar; zenon, kleanthes ve khrysippos
    2- orta stoacılık: i.ö. ii. yy.'da, latinleşmiş stoacılıktır. mühim isimler; babilli diogenes, tarsuslu antipater, rohodoslu panetius, apameli posidonius
    3- imparatorluk dönemi stoacılığı: i.s. i. ve ii. yy.'da temelinde romalılar olan dönemdir. ve konu olarak kendilerine ahlakı aldıklarından, mantık ve fiziği tamamiyle bırakmışlardır. (yine karşımıza çıkan romalı pragmatist karakteristiği!) dönemin mühim isimleri; seneca (seneca 'nın filozofluğu, saraydaki yaşam biçiminden ötürü tartışmalıdır.), musonius rufus, epiktetos ve marcus aurelius

    çok karışık bir felsefi coğrafyada ve dönemde; aslında birbirlerine rakip olan iki okul; epikurosçuluk ve stoacılık aslında özde aynı şeyi vazife edinmişti; insana, yaşamın kurallarını verebilecek kesinlik ölçütlerini ve onu doğayla barıştırmaya elverişli eylem ölçütlerini öğretmek; ortak istence; doğayla uyumlu yaşamak!
    fakat yöntemler farklıdır; epikuros düşünce sisteminde; 'insanın, doğrunun ve iyinin ölçütü olarak verilen duyumlamaya boyun eğerek doğayla uyumlu yaşama' söz konusu olduğundan, bu düşünce biçimi, duyumlayıcılık ve hazcılık olarak da gelişir. karşı tarafta ise, stoacı zenon; insanın, tanrının istencini ifade eden olaylar düzenine uyarak doğayla uyumlu yaşamasını ister ve böylece stoacılık bir maddecilik ve ahlaki akılcılık olarak gelişir.

    stoacı doğalcılığın bilgeliği kurmaya elverişli bir doğanın bilgisini içerir ve fiziğin kimi zaman bir başlangıç noktası ve felsefenin temeli, kimi zaman da bir varış noktası olduğu ve felsefenin serpilişi için verilmiş olduğu anlaşılacaktır. zira bilge, akla uygun olarak doğayla uyumlu yaşayan kişidir. felsefe de, sayesinde doğaya uygun olarak , yani tanrının istencine uygun olarak, akla uygun olarak yaşamakla düşüncelerimize ve eylemlerimize birlik vereceğimiz bir bilgidir.

    stoacılar için dünya bir canlıdır, tıpkı içiçe geçtiği tanrı gibi (spinoza, deus sive natura), yönelim ve duygudaşlık yapısına yön verir ve insan için yaşamak, evrensel yaşamla uyum içinde yaşamaktır. bu nedenle stoacı deneyimcilik, aristoteles'te olduğu gibi niteliksel iletinin deneyimciliği değil de insan ve dünyanın birbirlerinin içine işleyişlerinin deneyimciliğidir: duyumlamak dışta bulunan tarafından dönüştürülmüş duyulara ve ruha sahip olmaktır, bu dönüşüm, kendisine yol açanla uyum içinde olabilir ve bu durumda doğrunun içindeyizdir ya da onunla uyuşmazlık içinde olabilir ve bu durumda da hatanın ve tutkunun içindeyizdir.

    aristotelesçi akıl yürütme; "sokrates bir insandır, bütün insanlar ölümlü olduğundan, sokrates de ölümlüdür." şeklinde örneklenirken, stoacı akıl yürütme ise zamanla alakalı olduğundan; "kadının sütü varsa, doğurmuştur." şeklinde vücud bulur. aristoteles için zaman, herşeyden önce türeyişin ve bozuluşun zamanıyken, stoacılar için zaman, yalnızca tanrısal bilgeliğin ifadesi değil, aynı zamanda da evrensel yaşam dinamiğinin ve onun uyumunun da ifadesidir. öyleyse bilgelik, zamana yani yaşama, dünyaya ve tanrıya boyun eğiştir.

    zenon, onay verme ve bilim'i şöyle örneklemiş ellerinde;
    "tasarım buradadır;" parmaklarını uzatmış halde ellerini göstererek
    "işte onay verme de buradadır;" parmaklarını biraz kıvırarak
    "anlama da budur;" yumruğunu göstererek (şimdi hoş mu bilmem, ilginç bir tesadüf dikkatimi çeki, geçen sene şu meşhur kıbrıs referandumu sırasında, mhp'li gençlerin hazırladığı bir afiş duvarları süslüyordu, afşte bir yumruk, ve yumruğun etrafında ab yandaşları ve çeşitli kişiler bulunmaktaydı. ve tabi o unutulmaz yazı: "onlar bundan anlar!" meğerse o gençler de zenon takipçisiymiş.. behey.. ) bu anlama hadisesine de, zenon, katalepsis adını vermiş.

    ve son olarak; sol elini, kapalı yumruğa yaklaştırmış ve ardından onu kuvvetlice sıkı sıkıya tutmuş. işte bu da, bilge'den başka hiç kimsenin sahip olmadığı bilimin burada olduğunu simgelemekteymiş. bu bilim, aslında doğanın zamanı doğrultusunda çıkagelene rıza gösterilmiş bir katılma yoluyla kendini ifade eden bir bilgeliğin kalkış noktasıdır. bilim insanın, kendisini taşıyan doğanın yapısına katılmasını sağlayan şeydir, böyle bir edimle insan, belli bir biçimde tanrının kendisiyle de uyum içine girer çünkü "akıl, tanrısal tinin, insanların bedenine gömülmüş bir parçasından başka bir şey değildir." (seneca, epistulae, 66, 12)

    doğayla uyum içinde yaşamak için, onunla uyuşmak gerekir, bu uyuşma, var olanla bir yakınlaşmayı, bir duygudaşlığın bilincini elde etmeyi içerir; bu nedenle stoacılar için duyumlamalar, ruhun nesnelere doğru gidişinde izleyebileceği farklı yolları temsil eder.

    stoacılar için; doğa, tanrı ve ateş terimleri eşanlamlıdır. doğayı tanrısallaştırmak ya da tanrıyı doğalaştırmak, insana tanrıyla ilişki kurma olanağını ve kendisini saran gerçekliğin içinde, kendi yaşamına düzenli bir anlam vermeye uygun bir kararlılık bulma olanağını verir. bu yüzden stoacı fizik, kendini asla bilgi insancılığının akılsal bir sistemi olarak sunmaz, ama aynı zamanda bir kosmoloji olan bir teoloji olarak ve ifade garip görünse de tinselci bir maddecilik olarak sunar.

    entiriyi marcus aurelius 'un bir sözüyle kapamak istiyorum;

    "..ey dünya, sana uygun gelen herşey bana da uygun gelir. senin için mevsiminde olan hiçbir şey benim için erken ya da geç değildir. saatlerin bana getirdiği herşey, benim için lezzetli bir meyvadır; ey doğa! herşey senden gelir; herşey senin içindedir; herşey sana döner." (pensees, iv, 23)
  • cicero 'ya göre; "aldatıcı bir algının gerçekliğini kabul ederek, doğaya aykırı olan herşeyin bizim için yabancı olduğunu" düşünenlerin felsefesi.
    de finibus,iii,18
    [ ..a falsa autem adsensione magis nos alienatos esse quam a ceteris rebus, quae sint contra naturam, arbitrantur. ]
  • cicero 'nun de finibus iii, 26 'da şöyle bir ifadeyle fikriyatı özetlediği felsefi düşünce.

    "quod est bonum, omne laudabile est; quod autem laudabile est, omne est honestum."

    yani türkçesiyle; "iyi olan neyse övgüye değerdir, övgüye değer olan neyse o ahlakidir, o halde iyi olan şey ahlaki olandır."
  • http://www.iep.utm.edu/s/stoicism.htm adresinden ufak bir değerlendirmesine ulaşabildiğimiz hede.
  • stoacılar'da evrenin ruhu hem maddi hem manevidir. "doğurucu ateş*" diye adlandırılan bu ruh bütün bedenlere girer ve bütün bedenleri dolaşır. aynı zamanda evrende bi birlik ve teşkilatlanma ilkesidir. evrene içkin olmakla birlikte, ondan yine de ayrıdır ve ona oranla bir tanrısal güçtür, bir tanrıdır.
  • avrupa birliği'nin oluşturulması aşamasında -ki hala devam ediyor- bu okulun görüşleri (de) esas alınmıştır. bu okulun roma imparatorluğu'nda çok tutulmuş olması ve avrupa'daki bitmek bilmez roma hayranlığının bunda etkisi baya fazladır. tek akıl, tek yasa, tek devlet.

    zaman içinde;

    (bkz: avrupa birleşik devletleri)
  • stoa düşüncesi, türkçede yaygın kullanımıyla stoacılık veyahut stoalılık (bu konuda şöyle bir hususun altı çizilir: faruk akyol ve çiğdem dürüşken hocalarımın çeşitli kereler bildirdiği gibi, stoa diye bir adam veya sistemden yok ki onun ardından gidenler stoacı olsun. "stoacı" tabirinin epikuros felsefesinde karşılığı "epikurosçu" olmalıdır; ancak epikuros'un izinden giden, o okula ait anlamındaki "epikurosçu" tabiri uygunken, tutarlıyken; stoacı tabiri sırıtmaktadır. sanırım burada hocalarımızın bildirdiği gibi stoalılık denmesi daha uygundur, yerindedir. bir gün bu başlık da ona taşınabilir. stoacı tabiri yerine de stoalı denilebilir. stoacı/stoalı'nın yunancası stoikos [yazımı için: http://www.google.com/…9501994974/bdqgaqgoqz_ll-vaj], latincesi stoicus, ing. stoic, alm. stoike, it. stoico, isp. estoico, fr. stoïcien, por. estóico, çek. stoicky, hır. stoicki, dutch. stoïcijns, let. stoisks, leh. stoik, slo. stoicky, isv. stoisk, esp. stoikulo-stoika) her haliyle romalı entelektüel zihinlere en rahat şekilde ve en derinlemesine nüfuz edebilmiş, romalının düşün ve pratik dünyasında sağlam bir yer edinebilmiştir. ç. dürüşken hocamızın sık kullandığı bir tabir vardır "roma'da felsefe, neden yunan'da olduğu gibi olmamıştır?" sorusuna yanıt olarak: "romalının böyle bir derdi yoktu". hal böyle olunca yunan diliyle ve kültürüyle uğraşmakta olan bir arkadaşımın dile getirmiş olduğu bir fikir daha da önem kazanır; bu durumda philos+sophia yani bilgi seviciliği başlı başına yunan'a özgü olup, roma'ya geçtiğinde bile aslında kendi kimliğini kaybetmiş durumdadır. o artık kimliksizdir, o artık o değildir, başka bir şeydir. "felsefe (terim olarak) sadece yunan'da vardı, diğer bütün diller bu terimi yunan'dan alıp kendilerine göre düzenlemek zorundaydı" yunan felsefesi'ne en yakın dönemde yer alan roma'nın kendisi bile felsefeye bu denli yabancıyken, nasıl oluyordu da stoa düşüncesi ısrarlı bir şekilde romalı entelektüellerin ilgi sahasına girebiliyordu. bunu anlayabilmek için sanırım bu felsefi doktrinin damarlarına, iliklerine kadar inip romalı entelektüellerin ondaki hangi olguları felsefi duruşlarına yansıttığını çözmemiz gerekir. bir sonraki paragraf da bununla uğraşıyor.

    örneğin roma alemindeki en büyük stoalı zihin olan seneca, en bildik stoa düsturlarını öne sürüyordu: doğaya uygun yaşamak (secundum naturam vivere), en yüce iyiye (summum bonum) ulaşmak. ona göre bilge adam yaşamın dümeninde oturur, hiç kimse bilgeliği öğrenmedikçe mutlu bir yaşam süremez; dahası özgür olamaz (bakınız: bilge ya da özgür olan). bilgelik kişiye yaşamın zor koşullarına katlanmayı öğretir (seneca, de providentia, önsöz, ç. dürüşken, sf.14, kabalcı yay.). romalı entelektüellerin sonunda bilgeleşmeyi umdukları, katlanılası sıkıntıları, yükleri çok muydu? gracchus kardeşler'den, sulla - marius çekişmesine, oradan pompeius - caesar mücadelesine, birinci triumviri, antonius ile octavianus arasındaki çekişme, ikinci triumviri ve en nihayetinde octavianus'un augustus'luk mertebesi ve cumhuriyet'ten imparatorluğa geçişle birlikte ilginç bir şekilde hıristiyanlığın palazlandığı yepyeni bir yüzyıla adım. bir çırpıda saydığım bütün bu olaylar (değerli hocamız müzehher erim'in, istemihan talay kültür bakanı iken ilgili bakanlıkça basılan catullus başlıklı incelemesi, çalkantılar hususunda kısa ve öz bir değerlendirmeyi içerir; döneme ilgi duyan herkese öneririm) dehşet bir kardeş kavgasının yaşanmasına sebep olmuştu. hıristiyanlığın palazlandığı ve augustus'un imparatorluğunun pekiştiği yüzyıla varıncaya değin, ne denli kan döküldüğü sadece o dönemin eserlerine değil çok çok sonra başta shakespeare olmak üzere birçok avrupalı yazarın kaleminde tekrar tekrar yorumlanmıştır. bir tanesinde caesar, kan gölü haline gelmiş savaş alanına bakar ve kazandığı zafere ağlar. çünkü bu aynı zamanda romalıdan akan kandır, kanla taçlandırılmış bir zafer! o caesar ki, o da cumhuriyetçiler tarafından katledilmiştir; m. stael'in tabiriyle cato'yla birlikte kılıca boyun eğmeyen iki romalıdan olan cicero'nun kellesi senatus'ta, muhaliflere gözdağı olsun diye dolaştırılmış, başkasının kılıcına boyun eğmeyen diğer romalı yani cato da caesar'ın her yerdeki egemenliği garantilenince kendi kılıcına abanarak soylu bir ölümü tercih etmiştir. işte roma'da akan kanın, çekilen ıstırabın haddi hesabı yoktur. en büyük romalı komutanlardan marcus antonius bile romalı olmayan bir kevaşenin, mısırlı kleopatra'nın kollarında can çekişirken resmedilmiştir. işte bütün bunlar, augustus'un dönemine gelindiğinde salt idarede değil aynı zamanda toplumun kanayan yarasında yani kardeşlik bağlarının kopmuş olmasında da bazı atılımlar gerçekleştirilmesi gerekliliğini doğurmuştu. kültür reformunun etkisini dönemin eserlerinde açıkça görürsünüz. vergilius, latin dilinin belki de en büyük ismidir, edebiyatın güneşi, batı aleminin edebi önderi, dante'nin rehberidir. o da augustus'un kültür reformları çerçevesinde georgica'da, eclogae'da ıstırap çeken, fakirleşen roma halkına çiftçiliği; aeneis'te pietas yani sadakat'i öğretir. ne türden bir sadakat? dini, sosyal, kültürel, ailevi, ekonomik her açıdan sadakat; tanrılara sadık, aileye sadık, çiftliğe sadık, devlete sadık, öndere sadık... en nihayetinde böyle bir ideal romalı oluşturuluyor (bakınız: ideal romalı).

    bu ideal romalı ile stoa felsefesinin biçtiği ideal insan (bilge) tipi ne kadar örtüşüyor acaba? stoalı seneca'ya göre felsefe romalıya tanrının ardından gitmeyi ve felakete katlanmayı öğretir (epistulae, 16.5-6). tam da dizginlenesi, çiftliğine dönüp üretime geçmesi gereken ideal romalının ihtiyacı olan öğüt değil mi? insan, aklını ve ruhunu kullanarak gönüllü fakirliği (voluntaria paupertas) seçmeli, servet, şan, şöhret, mevki gibi geçici tutkulardan arınıp tek kalıcı olanı, erdemi bulmalıdır. erdem sahibi olan, herkesten daha zengindir (ç. dürüşken, a.g.e., sf.15). erdem yani virtus, ideal romalı için ne büyük bir değer! dahası sextus aurelius victor'a göre roma;'nın kurucusu romulus 'un adı bile buradan gelmektedir ( #10255351), o derece! ne kadar da iç içe ideal romalı tipiyle, stoa düşüncesinde ideal insan tipi. horatius da bir yerde, saturae ii, 2'de "azla yasamak bir fazilettir" diyordu. müthiş bir ahenkten bahsediyoruz, romalının ihtiyacı olan ruh dinginliği bizzat bu felsefi ekolün ciğerinde.

    romalıdan dünyaya baktığı vakit her yerde kutsi değerleri görmesi ve ona sadık kalması isteniyor. hem romalı hem de stoalı olan seneca da insanın yeryüzünde ne yana baksa mutlaka tanrıyı hatırlatan mucizevi bir şey görmesini istiyor (ç. dürüşken, a.g.e., sf.17). kuşkusuz bu mucizevi şeylere imparator caesar'lar da dahildir. evren nasıl ki tanrısal öngörüyle yönetilir (cicero, de natura deorum 2.22.58), dünya da romalı idarenin iradesiyle caput mundi'liği üstlenir.

    bir de bütün bunların hıristiyanlık açısından değerlendirilişi söz konusudur. romalı için stoa düşüncesinin her daim taşınmasında "acılara katlanma" nedenini vurgulamıştım; ya isa'nın çilesi üzerinden gerçekleşecek kurtuluşa ne demeli? everett ferguson'ın backgrounds of early christianity adlı eserindeki değerlendirme (p.368 vd, wm. b. eerdmans publishing, 2003) ciddiyetle okunmalı; zira kimi saf yaradılışlılarla kimi okumaz ya da okuduğunu anlamazların sandığı gibi zeitgeist the movie ile bazı gerçekler ifşa edilmiş olmuyor; hıristiyanlığın kuramsal temelinin oluşumundaki eski çağlar ve ekoller faktörünün iyice anlaşılması lazım. e. ferguson'ın ilgili değerlendirmesinde de söylediği gibi stoa düşüncesi de hıristiyanlığın dilini en fazla etkileyen ekollerden olmuştur. başlı başına logos kavramını kabulleniş aynı stoa'da olduğu gibidir. içsel özgürlük, kötü tutumların reddedilişi vs. hususlarda bu akım, hıristiyanlığın sağlam dayanaklarını oluşturmuştur. e. ferguson'a göre aziz paulus'un kendisi bile bir nevi stoacı gibidir.

    zaten isa'nın beklenen kurtarıcı olması iddiası, düşüncesi de beraberinde etik açıdan toplumda, inananlarda baş gösteren yozlaşmanın giderilmesi için önemli bir bahane oluşturmuştur. ortalama romalı entelektüel zihni, bir yunan entelektüeli gibi bilgiyi bilginin kendisi için sevmemiş, ondan yararlanabileceği ölçüde, onu kıymetli kılmıştır. doğrusu sarah iles johnston'ın değerlendirmesinde geçtiği gibi (religions of the ancient world: a guide, p.527, harvard university press, 2004) roma kültüründe etik bağlamında felsefe bir araç olarak kullanılmıştır. hıristiyanlık da bir çözüm sunar; kurtuluş düşüncesini aktarır (luka 3: 6 ve bütün insanlar tanrı'nın sağladığı kurtuluşu görecektir.). bu aktarımda da acılara direnme, gerekirse onunla yüzleşme ve kendi çarmıhını tıpkı isa gibi yüklenerek (çarmıhını taşıyan isa/@jimi the kewl) ışığa yönelme görünür. mekanlar, tabelalar, ritüeller değişikliğe uğrayabilir; temelde amaçlanan ise bütüne karışmadır. insan hem kendi içinde hem de dışında bir bütünün parçası olduğunu düşündüğü müddetçe bütün tanrıdır.
  • ''en çok göze çarpan gerçeklere inanmayanlarla tartışma neye yarar ? ''
    ''senin huzursuzluğun başkalarıyla değil, kendi kendinle bağdaşamadığın içindir...'

    (bkz: epiktetos)
  • stoacılığı zombicilik veya haşhaşçılık olarak görmemek gerekiyor. w. b. irvine'in şu ana kadar gördüğüm en iyi isme sahip kitabında (on desire: why we want what we want, oxford university press, 2006) stoacı terimini yapısal olarak - kabaca incelemeye almış ve şöyle demişti: "stoacılarla ilgili ilk bilmemiz gereken şey, onların 'herhangi bir tepki belirtisi göstermeyen' anlamında, ilk harfi küçük stoical olmadıklarıdır. sözlüğe göre bir stoacı (küçük harfle: stoic) 'herhangi bir mutluluk, acı, keder vb. belirtileri göstermeyen'dir.' bu tanım bizi stoacıların duygu anlamında zombi olduğu sonucuna götürür. oysa daha derin bir araştırmayla görürüz ki, stoacılar (s'si büyük olacak) zombi değildir, başka bir kimliktedir. stoacılar arasında sayılan rhodes'li posidonius şöyle tanımlanmıştır: çok yönlü ve bilgili, tarihçi ve gezgin, yeryüzü çemberini hesaplamakla uğraşan ve gelgitlerle ay'ın evreleri arasındaki bağlantıyı ispat eden biri." (sf.239)

    gerçekten de stoical sıfatının ingilizcede içerdiği anlam "çektiği acılara karşın şikâyet etmeyen, sabırlı, metin, tepkisiz kalan" olmakla birlikte (oxford thesaurus: "long-suffering, uncomplaining, patient, forbearing, accepting, tolerant, resigned, phlegmatic, philosophical") aslında bir yönüyle stoa felsefesinin arzuladığı bilge tipinin karakterine de uyar. o karakterin mayasında zombilik vardır. daha sonradan hıristiyanlığa da miras bırakılan çile olgusunda da zombilik vardır; isa aslında yürüyen ölü gibi bir şeydir. çektiği maddî, bedensel bir acı değildir; normal bir insanın etkilenmemesinin mümkün olmadığı bir durumda o tanrı'nın krallığını müjdelemek adına diğer insanların günahlarının bedelini ödeme görevini üstlenmiştir. isa şikâyetçi değildir, sabır timsalidir. bu yüzden çile onda en anlamlı suretini insanlığa göstermiştir. kendi çarmıhını taşıyan isa'yı düşününüz, yahudilerin hakaretleri arasından çarmıha gerileceği yere giderken tepkisizdir, tam anlamıyla stoical'dır. matta 10.38'de isa "çarmıhını yüklenip ardımdan gelmeyen bana lâyık değildir." derken ideal hıristiyanlara model olarak stoical'lığı önermiş olur yani dünyadan ve ondan kaynaklanan acılardan elini eteğini çekmiş olma hâlini. jungçu terminolojiyle söylersek bu bir archetype (arşetip), stoacılığın hıristiyanlığa mirası olan çilenin yaşama modeli. peki bütün bu şikâyetsizlik, katlanma arzusu ne için? dinginlik için mi? evet.

    w. b. irvine'in aynı eserinde bu stoacılıktaki bu dinginlik şöyle aktarılıyor: "stoacılar tarafından hedeflenen dinginlik (tranquilitas) uyuşturucuların (tranquilizers) sağladığı dinginlikten farklıdır. seneca bu dinginliği şöyle tanımlamıştır: biz stoacıların aradığı şey, zihnin nasıl her daim yeğlenebilir ve kalıcı bir yol izleyebileceği; kendisine karşı iyi niyetli olabileceği; başına gelenleri neşeyle karşılayabileceği; bu neşe bölündüğünde nasıl hiç acı duymayacağı, aksine yeni durumu nasıl sakinlikle karşılayabileceğidir. (de tranquilitate animi 11.4)" (sf.240) o hâlde anlıyoruz ki, daha sonrada hıristiyanlığa miras bırakılan katlanmanın erdemi bizzat insanın kendisi içindir. bir üst değer için kendini feda etme ritüelinden bahsetmiyoruz; aksine kendisi için kendisinden vazgeçmesi gereken sağlıklı bir muhayyile ürünüyle karşı karşıyayız. acaba isa'nın müjdelediği tanrı'nın krallığı nosyonunun zaman içinde insan'ın krallığı (kutadgubilig 16'daki francis bacon'da bilgi anlayışı başlıklı makalemde bunu detaylı olarak incelemiştim) nosyonuna yenik düşmüş olmasının ardında da bu bilinç mi yatıyor? ben tasarımı tanrılaştırıyor gibiyim, iyi ile kötünün ortak zemini tasarımcının tasarım yeteneği demiştim söz konusu başlıkta; acaba oradaki gibi burada da şekilce kendini küçümsüyormuş gibi görünmenin ardında da kendine hizmet etme'den kaynaklanan bir kendini yüceltme mi söz konusu? stoacılık bu düşünce tarzının müthiş göstergesi olmakla birlikte, roma gibi yararcı mekanizmanın devletin ve düşünce gelenğinin her tarafına egemen olduğu bir ortamda altın çağını yaşamış olması da bu teoriyi destekleyebilir. romalı zihninin, yunan zihninden farkı estetikten ziyade işe yararlılıktan nasibini almış olmasıydı. bunun gibi insanda estetik duyuştan ziyade, onu kendi dışındaki her şeye egemen kılacak yararcı bir mekanizmayı yüceltmiş olabilir. bu şaşırtıcı değil.

    seneca bir yerde "depremden, sellerden korkuyorsan kendini çok önemsiyor olmalısın" diyordu; bu aslında yukarıda dediğim gibi insanı eylemce değersiz kılarken, son kertede onu dinginleştirmeyi hedeflediğinden "onu" değerli kılmaktadır. aynı yaklaşımı daha kaba bir şekilde epicurus disiplininde görenler ise "insan hazları için yaşamamalı, hiçbir şey tesadüfî değil, bir üst tanrısallık var, ona uymamız lazım" demeden duramamıştı. oysa beriki biçimce daha fazla insan yararını gözetiyor gibi dururken, aynı konuda öbüründen aşağı kalıyordu. çünkü öbürü bunu bir üst tanrısallığa (mens universi) bağlayarak yapıyor, böylece karşısında eğilmiş olduğu tanrısal kudretin nezdinde kendi dingin egemenliğini ilan ediyordu. "insan değil mi, çiğ süt emmiş" deyip de kenara çekilemiyoruz, yine de ona bunu neyin düşündürdüğünü merak ediyoruz. insan böyle bir şey işte, kendini yok ederken bile kendini yüceltmekle meşgul.

    feuerbachçı söylemde ise karşımıza dikilen "kendiliğinde dünya bizsiz var olan bir dünyadır" önermesi aslında kendi içinde "insan doğadaki diğer şeylerden ne kadar farklıysa, insanın zihninde bulunan doğadaki diğer şeyler de aslında doğadaki şeylerden farklıdır" önermesini barındırır. yani algımızdaki ile, algımız dışındaki obje aynı değildir. kendimizi konumlandırdığımızı sandığımız yer de, aslında o "yer" olmayabilir. o hâlde biz stoacılık veya diğer kardeş disiplinlerden hareketle kendimizi yok ederek, kendimizden vazgeçerek, şeyhlerin, azizlerin dokunulmazlığına kendimizi teslim ederek yücegönüllülük göstermiş olmayalım; aksine evrendeki yerimizi tam olarak belirleyip "işte ben burada hiçbir şey değilim" diyebilelim. tabi ki demek istiyorsak, diyebilelim. yoksa "herkes bunu desin, rahatlasın" gibi bir mesajım yok; denecekse bu denebilir demeye çalışıyorum. gerçi siz ne demek istiyorsanız, onu deyin, benim dememe bakmayın.

    not: isteyene yukarıda bahsettiğim w. b. irvine'in on desire: why we want what we want adlı kitabının ekitabını (bu da ne ki) sağlayabilirim.
hesabın var mı? giriş yap