• "kadının biri arabaya binmiş hamile kalmış, neden? vites boşalmış" esprisinin filmleştirilmiş hali.
  • ----spoiler---

    film, çocukken arabalarla bir şekilde iletişim kurabilen ya da kurduğunu sanan, geçirdiği trafik kazasından sonra ise kafasına yerleştirilen titanyum plaka nedeniyle de tamamen arabalara aşık olan, arabalaşan alexia'nın hikayesini anlatıyor.
    bu hanım kızımızın araba sevdası öyle boyutlara erişiyor ki, yetişkinliğinde araba temalı erotik dans alemlerinde meşhur bir dansçı oluyor. hatta işi daha da öteye götürerek arabalarla yatıp kalkıyor, sevişiyor. ve en nihayetinde 1984 model lincoln town car'dan hamile kalıyor.
    peki alexia neden insanları kesiyor? biz, yani gariban seyirciler, hikayeye girene kadar alexia hiç cinayet işlemiş mi? biz hikayeye onun hayatının öyle bir döneminde mi giriyoruz? hetero bir ilişki yaşamış mı hayatında hiç, bilmiyoruz. onu sadece bir kadınla bir ilişki yaşamaya çalışırken görüyoruz. ve o kadının sözlerini referans olarak alırsak eğer, alexia ilk kez bir kadınla bir ilişkiye giriyor. yani alexia ilk kez bir insanla ilişkiye girmeye çalışıyor ve öldürüyor. gördüğümüz ilk öldürüşü de onu öpmeye çalışan bir adama yönelikti zaten. görmediğimiz muhtemel cinayetleri ise, 1984 lincoln ile sevişmesinden sonraki sabah, ailesinin evinde takılırken tv'de, bir başka cesedin daha bulunması, ifadesi ile alexia'nın öldürdüğü adamın haberinin verilmesi sırasında anlıyoruz. yani alexia insanlarla iletişime girmeye çalışan ama vaz geçip ya da başaramayıp ya da makinalaşmasından ya da insanlara olan tiksintisinden ya da insanlardan ancak onları öldürerek cinsel haz almasından kaynaklı, artık bilemiyorum ne ise, paso cinayet işliyor. yani biz hikayeye dahil olduğumuzda, alexia daha önceleri birileriyle ilişkiye girmeye çalışmış lakin sonu hep cinayetle bitmiş, haberlerden onu anlıyoruz. ardından bonus olarak da ailesini, eviyle birlikte yakıp, oidipus gibi yollara düşmesini görüyoruz. sonraki hikayeleri ise burdan itibaren başlıyor. son model bir titanyum bebek doğana kadar da gidiyor.. lincoln titanium. trend x ya da style değil yani. en fullü.

    ----spoiler---

    film aslında kendi ırkına, cinsiyetine komple yabancılaşmış, yalnızlaşmış olan insanı, ilişkilerini anlatmaya çalışıyor. temeline koyulacak ayaklardan biri hatta en mühimi bu. ardından gelen itfaiyeci hikayesi de böyle okunabilir. ve bunu öyle klasik anlatım araçlarından öte başka bir dille kurmaya çalışıyor, kuramıyor, klasik anlatıya da geri dönemiyor, dönmüyor, öyle çorba gibi gidiyor.. yani öyle söylendiği gibi sinema kalıplarını yıkan, tarifi neredeyse imkânsız ifadeleri çok fazla, çok acayip fazla uçuk oluyor. kolay mı lan öyle kalıpları yıkmak? klasik anlatı dışına çıkmak? oldu olacak bu bir tragedyadır, deyin amk! çüş derler adama. pek bir numarası yok yani filmin bunun dışında. en iyi yanı, estetik oluşu. içine biraz da böyle farklılık ekle, zaten on yıllarca iyice yandan yemiş bir festivale bürünen cannes'da ödül almana yeterli öğelerle donatmış olursun filmini. bu da öyle bir film işte..
  • iletişimsizlik ve sevgisizliğin insanı meta(laştıran)lleştiren, makineleştiren bir kültür doğurduğunu cinsiyet rolleri ve geleneksel bağlar sosuna bandırarak rahatsız edici bir şekilde gösteren fransız filmi. kısaca karşındakini olduğu gibi kabullenmek üzerine.

    karakterimiz küçük bir çocukken geçirdiği trafik kazası sonucu nörolojik hasarlar alıyor. ileride dönüşeceği seri katil de bu kazanın bir sonucu olsa gerek. tabii "hayıır, sevgisiz kaldı, iletişimsiz kaldı ondan :(" da diyebiliriz. sevgisizliğin kazadan önce babanın tahammülsüzlüğünden olduğunu görmemiz gerekiyor galiba.(ya da daha filme göre bir okuma yapacak olursak o kafaya yerleştirilen titanyum aslında bitik batı kültürünün yerleştirdiği yabancılaştırıcı bir zihin katmanı :p) kim düz yolda bomboş trafikte giderken çocuğu emniyet kemerini çıkardı diye direksiyonu bırakıp arkasını döner de kaza yapar bilmiyorum ama sevgisiz, iletişimsiz ana karakterimizi insanlıktan çıkaran babamız böyle yapıyor. bu kazadan sonra kafasına yerleştirilen titanyum plaka çocuğun arabalara ilgi duymasına da neden oluyor.
    yıllar sonra ana karakterimiz koca bir kadın olunca onu arabaların önünde erotik danslar eden bir iş kolunu tercih etmiş olarak görüyoruz. kafasındaki titanyumla başlayan araba aşkı onu arabalardan ayrılamaz hale getirmiş. burada errrkkkeekkk gözleri onu iğrenç metalaştıran bakışlarla izliyor. burada errrkekklerin aynı arabaya bakar gibi ona baktığını onu da etten kemikten bir arzu nesnesine çevirdiğini görüyoruz. o gece ateşli arabamız çocuğu koyuyor ve karakterimizin ruhsal düzlemde çoktan başlamış dönüşümü fiziksel anlamda da devam ediyor. tabii öncesinde oldukça sert bir cinayet sahnesi var. fakat ileride göreceklerimizi düşününce o kadar da sert değilmiş deyip devam edelim.
    sevgisiz, iletişimsiz karakterimizin ev halini görüyoruz. babası geliyor hem alexia hem de babası mutfakta kendilerine yemek hazırlıyor. burada baba sağlıklı ve özenli bir yemek yerken kızı abur cuburla doyuyor buradan da bir şeyler "okuyabiliriz" isterseniz. neyse ailemiz birbirleriyle göz göze bile gelmeden, birbirlerinin varlıklarıyla pek de alakadar olmadan yaşayıp gidiyorlar. öyle ki karnı ağrıyan kızını bir doktor olarak doğru düzgün muayene etmekle bile uğraşmıyor baba. bu sahnede annenin göstermelik de olsa ilgi ve sevgi gösterdiğini görüyoruz.

    uzun uzun özetleyecektim ama gerek yok, karakterimiz ona karşı anlayışlı olan birkaç insanı daha öldürdükten sonra birini elinden kaçırınca eve gidip anne ve babasınını bir odaya kilitliyor. evlerini yakıyor ve kendini tanınmaz hale getirerek kayıplara karışıyor. erkek görünümüne kavuşan karakterimiz bir şekilde 10 yıldır oğlunun ölümünü kabullenmeyen bir adamın onu oğlu olarak sahiplenmesiyle kendini bambaşka bir ortamda buluyor.
    yas tutan bir babanın sevgisini üzerinde hissediyor alexia. filmin ikinci yarısı sevgisizlik, aile, kabullenme, maskülenite ve homoerotik hisler üzerine.
    yaşlandığını kabullenmek istemeyen baba bir grup genç, kaslı erkeğin başında onları idare ediyor. güçlü kalmak için steroid basıp kendi sınırlarını aşarak spor yapmaya çalışıyor. maskülen kalmaya çalışırken kendini bitiriyor, ölümden dönüyor. yüzünün güldüğü sayılı anların çoğu maskülen bir görüntüden çok uzak olan dans sahneler. mor ışık altında 30 tane yarı çıplak adamın mutluluk içinde dans ettiği anlar dışında hiyerarşi ve sert maskülenite hayatlarını renksizleştiriyor galiba.
    ana karakterimizin cinsiyet değiştirir gibi yapması cinselliğin bir sıvı gibi olduğu ve değişebileceği fikrine dair okumalara açık. ultra maskülen kaslı baba bir kadını oğlu olarak bağrına basıyor vs.
    karakterimizin ailesini yakıp tanımadığı bir adamın oğlu rolüne girip bir de ona karşı sevgi besler hale gelmesi geleneksel aile rollerinin aslında ne kadar uyduruk kurmacalar olduğunu, ailenin doğduğun yer değil sevildiğin yer olduğunu söylüyor. karakteriniz bunu ailesini yakarak söyleyince new french extremity yapmış oluyorsunuz.
    cinsiyet rolleri, maskülenite vs kısmını bir anne gibi yeni doğmuş bebeği sarmalayıp yatan vincent'in üzerinde de görüyor. o yarı insan yarı metal çocuğun anası oldu yani vincent.
    çocuğun titanyum omurgalı olmasını da artık ne bileyim travmanın nesiller arası aktarılması vs diye anlamlandırabiliriz.

    bir filmin bazı post yapısalcı fikirleri olması ve gore olmak adına gore olması o filmi çok iyi yapmaz ama ülkemiz sinema eleştirmenleri de letterboxd ergenlerinden gördükleri yorumları çevirip çevirip kullanıyor. "zihnim alev aldı..." "şok içerisindeyim............." bu kadar gore seviyorsanız alın bir vpn adını vermek istemediğim o siteye girin zamanında ne videolar yayınladılar oralarda.

    şu filme distopik demek, bilim kurgu demek gerçekten büyük uğraş gerektirir. fransız yeni dalga filmlerinin sahneler arası kopukluğu, fransız post yapısalcılığının fikirleri, yeni fransız aşırılığının vahşeti ile birleşmiş böyle fransız bir film çıkmış.

    ana karaktere yabancılaşmadan izleyip "ah sevgisiz kalmış toplum böyle delirir mirim", "ana baba olmak nedir asıl sevebilir misin bana onu söyle" heyezanlarıyla izleyebilirseniz böyle birtakım anlamlar çıkarabilirsiniz. şahsen "görsel bir ziyafet" yorumlarına hiç katılamadım. neon ışık, alev, sis vs görünce görsel anlamda çok başarılı diye yapıştırıyorsunuz yorumu, helal olsun.

    filme kendini kaptırarak izleyen bir izleyiciyi etkileyecek bir aşırı uçlarda gezme durumu da var: son sahnedeki birbirini kabullenme, film boyunca yokluğu hissedilen duygusal yoğunluk son sahneyi akıllara kazıyabilir.

    sonuç olarak söyleyecek bir şeyleri olan, ideolojik olarak hafifçe güdülenmiş, sert, ama problematik, iyi yazılmamış ortalama üstü bir film. tepeden tırnağa postmodern. yaptığı kültürel eleştiriyi, uyandırıcı etkili sert bir anlatımla yapıyor olması değerini arttırıyor olabilir. eğer cidden dönemimizin şaheserlerinden biriyse bu durum içinde bulunduğumuz dönem hakkında bir sürü şey söyleyebilir. woke + sıradışı = masterpiece!
  • az önce filmekimi açılışında atlas sinemasında izlediğim 2021 altın palmiye ödüllü gelmiş geçmiş en boktan film.

    biggest bullshit diyorum, başka bir şey demiyorum.
  • ikinci el otomobil piyasasının ötv ve covid-19 etkisindeki sembolik anlatımı diyebiliriz.
  • julia ducournau, ikinci uzun metraj filmiyle büyük bir başarıya imza attı ve 2021 yılı cannes film festivalinde en iyi film ödülünü almayı başardı. ödülü almasına aldı ama tartışmalar hala bitmiş değil. pek çok sinemasever "titane" filminin bu ödülü hak etmediğini iddia ediyor ve pek çok kişi de ödülün politik doğruculuk uğruna heba edildiğini düşünüyor. bu konuda benim bir fikrim yok. filmi izlemiş biri olarak bile hak edip etmediği konusuna değinmeyi düşünmüyorum. ben, yönetmenin ilk göz ağrısı olan raw (2016) filmine olan hayranlığımdan ötürü ikinci filmini de merakla bekleyen taraftaydım. tabi filmin beraberinde büyük tartışmalar doğurması da merakımı depreştirmedi değil. oldum olası izleyenleri ikiye bölen filmler karşısında büyük heyecan duymuşumdur.

    bu arada "titane" filmine geçmeden önce birkaç şeyden bahsetmem gerekecek. bunlardan ilki bence kesinlikle david cronenberg ve onun vizyona girdiği dönemde de büyük tartışmalar yaratan cüretkar crash (1996) filmi. eğer izlemediyseniz bu filmden önce veya sonra "crash" filmini izlemenizi tavsiye ederim. çünkü filmin, "titane" filmine ilham verdiği çok açık. zaten cronenberg'in tutkunu olduğu "body horror" meselesi bu filmin en temel mevzusu. "titane", olabildiğince bu meseleden beslenmeye çalışmış ve bence bu konuda başarılı da olmuş. özellikle alexia üzerinden verilmeye çalışılan "beden imgesi" izleyicide müthiş bir merak ve gerilim uyandırıyor.

    bunun dışında konuşmak istediğim diğer bir husus ise "yeni fransız aşırılığı dalgası" (new french extremity) olacak. orta düzeyde bir korkusever iseniz bu akımı duymamış olmanız mümkün değil. gaspar noe, olivier assayas, alexandre aja, pascal laugier, alexandre bustillo ve julien maury... bunlar şu an aklıma gelen bu akıma gönül vermiş yönetmenlerden birkaçı. bu akımda bayıldığım filmlerden biri olan haute tension (2003) filmindeki kadın başrollerden birinin adı da "titane" filminin ana karakteri gibi "alexia" idi. yönetmen bunu bilerek mi tercih etti bilmiyorum; fakat şunu söylemem gerekir ki filmin ilk yarım saati içerdiği vahşet açısından "haute tension" filmine özenmiş bir haldeydi. zaten yönetmenin ilk filmi "raw" da, "yeni fransız aşırılığı"nın martyrs (2008) gibi bir başyapıtın ardından uzun yıllar sonra gelen en güzel örneğiydi.

    bir de es geçmeden fransa'nın çılgın yönetmeni gaspar noe'den de bahsetmek istiyorum. çünkü "titane" filminin özellikle de ikinci yarısı noe'ye saygı duruşu niteliğindeydi. gaspar noe bilirsiniz tapuları olmayan bir yönetmendir. onun üzerinde duramayacağı neredeyse hiçbir konu yoktur. cinsellik ise onun en sevdiği meselelerden biridir. onun filmlerinde cinsellik her haliyle yaşanır. bu anlamda "titane" filmi, "baba-oğul" ya da "baba-kız" tabularına dokunmaya çalışıyor ama noe kadar cesurca davranamıyor. bu konuları sadece birer erotik gerilim ögesi olarak kullanıyor.

    filme daha başlamadan böylesine uzun bir giriş yapmak istemezdim ama filmden önce bunlara değinmek zorundaydım. yoksa yazacaklarım havada kalabilirdi. ayrıca, şunu da baştan söylemekte fayda var. bu tarz tartışmalı filmleri yorumlamak gerçekten zor iş; çünkü bu tarz filmlerde izleyiciler kutuplaştığı için cephe almak zorlaşıyor. ya filmi çok beğenmek ya da yerden yere çalmak zorundasınız. bu tarz filmlerin bir diğer zor yönü de seyirciyi anlam arama karmaşasına sokması. "bu sahnede yönetmen ne demek istedi? bunu gösterirken aslında şunu mu kastetti? şu cismin bir anlamı olmalı. burada kesin bir metafor var". liste böyle uzayıp gider. daha en baştan yazayım da bir beklenti oluşmasın. ben, bu filmden hiçbir anlam çıkaramadım; çünkü film pek çok şeye ucundan değinmekle yetinmiş. bazı konulara da değinir gibi yapıp sonra da öylece bırakıp gitmiş. yani filmin gerçek derdi ne, hiç bilmiyorum. toplumun seni sen olarak kabullenememesi mi, eşcinselliğin gizlenmesi mi, eşcinselliğin hor görülmesi mi (alexia'nın itfaiye aracının üzerine çıkıp dans ettiği sahne örneğin), iletişimsizlik mi, tanrı-oğul çatışması mı, yaşlanmak mı, kıskanmak mı, evlat acısı mı, baba sevgisizliği mi, istenmeyen hamilelik mi, kürtaj mı... filmde o kadar çok şey var ki. sabaha kadar yazabilirim. başta merak uyandırarak başlayan film, işte tüm bu önermelerin arasında kaybolup gidiyor.

    film, itiraz kabul etmeyecek şekilde iki bölümden oluşuyor. ilk bölümde; cronenberg'den izler taşıyan, "yeni fransız aşırılığı"ndan da vazgeçmek istemeyen bir filmle karşılaşıyoruz. bu bölüme, ilginç bir kaza sahnesiyle alexia'yı tanıyarak başlıyoruz. alexia, söz dinlemez, başına buyruk bir karakter. özellikle babasıyla da bazı sıkıntıları olduğu çok açık. hatta filmin ikinci bölümünde bu sıkıntının kaynağının "elektra kompleksi" olabileceği bize açıkça gösteriliyor. ayrıca alexia'nın vurdumduymazlığını, "fransız yeni dalgası"nın özgürlüğüne ve verdiği kararlardaki hesap vermezliğine düşkün karakterlerine benzetebiliriz. film boyunca onu, verdiği kararları umursarken görmüyoruz. ben filmin ilk bölümünün alexia'nın vincent ile karşılaştığı sahnede bittiğini düşünüyorum. zaten film, bu andan itibaren çok farklı bir yere savruluyor ve bizleri yepyeni bir filmle karşı karşıya bırakıyor.

    bence ilk bölüm, filmin en güçlü tarafıydı. birbirinden güzel sekanslar hep bu bölümde mevcuttu. alexia'nın dansı, arabayla yaşadığı şey, kız arkadaşının evinde yaptıkları ve aynanın karşısında burnuna reva gördüğü o izlemesi zor sahne... ikinci bölümde ise akılda kalan pek fazla bir şey yok. belki doğum sahnesini sayabilirim ki o bile etkileyici değildi.

    kısacası demek istediğim şu aslında. filmin ilk bölümündeki belirsizlik ve tuhaflık filme ne kadar etkileyicilik katıyorsa; ikinci bölümündeki soru işaretleri ağızda sadece kekremsi bir tat bırakıyor. film, alexia'nın vincent ile karşılaştığı yerde bitmesi gerekiyor da sonrasında anlamsızca uzatılmış gibi duruyor. kafanızda çok güzel fikirler olup da onu bir türlü doğru kelimelerle anlatamamak bu film gibi bir şey olsa gerek. film, parça parça harika iken; bir bütün halinde vasatın ötesine geçemiyor. zaten julia ducournau'nun çok iyi olduğu konu da tam olarak bu. ilk filminde de bu konudaki rüşdünü ispat etmişti aslında. ducournau, izlemesi zevkli ve heyecanlı sekanslar yaratmada çok başarılı bir yönetmen.

    "titane"nın daha çok su kaldıracağı bir gerçek. amerikalı yönetmen spike lee'nin başkanlık ettiği bir jürinin bu filme büyük ödülü layık görmesi şaşırtıcı değil aslında. aynı şey 2013 yılında da blue is the warmest color (2013) filminde de yaşanmıştı. o sene de bir başka ünlü amerikalı yönetmen steven spielberg jüriye başkanlık ediyordu. bu tarz, hem erotik hem de şiddet anlamında aşırıya kaçan fransız filmleri (daha doğrusu avrupa menşeli filmler) amerikalı yönetmenleri tahminim dumura uğratıyor; çünkü amerika sineması kelimenin tam anlamıyla muhafazakar bir sinemadır. amerika'da bu tarzda filmler çekebilmek pek mümkün değildir. o yüzden karşılarına böyle filmler çıkınca hayranlık duymalarını pek yadırgamıyorum. ya karşılarına irreversible (2002) gibi bir film çıksaydı ne yaparlardı diye de merak etmiyorum değilim hani.
  • --- spoiler ---

    filmin açılış sahnesi (arabanın altı) aile kurumunun içten içe çürümüşlüğünün metaforu. ilgisiz bir babadan(aileden) çocuklara yadigar kalan mental ve fiziksel travmaların sembolü karakterin kafasına takılan titanyum.

    "arabalar" zaten fallik bir obje olarak konumlandırılıyor filmde. tamamen psikanalitik referanslarla dolu film. ana karakter penis yoksunluğunu saçına taktığı çubuk ile aşıyor (aşırı ikonik bir şey bu arada, kadınlığı saçın temsil ettiği düşünülünce, saçı toplayıp onu erkeksileştiren bir şeyin bu şekilde kullanılması aşırı estetik). ailesinden ve dahi bu türevdeki aileleri üreten toplumdan kendi yapay "yarağı" ile intikam alıyor filmin ilk partında. arabayla sevişme sahneleri de bu bağlamda erkle, güçle yani babayla sevişme arzusu. karakterin memelere(anne figürüne) olan bu sert tavırını da buradan okumak lazım. filmin en beğendiğim sahnelerinden biri olan, karakter tecavüze uğrayacakken, tecavüzcüye kendi penisi(saç çubuğu) ile kulağından penetre olup, şahısı öldürüp ağızımdan boşaltmasıydı. yönetmenin bence imza sahnesi bu. kadın hakları konusunda takıntığı tavırı gösteriyor.

    film ikinci partında derdini biraz daha açıyor. kendisine ilgisiz ve duyarsız ailesinden onları yakarak intikam alan (ki evi yakması tamamen aile kurumuna bir referans) karakter yaşayabilmek için erkek kılığına giriyor. erkek olmanın hayatta işleri ne kadar kolaylaştırdığını anlıyor. memelerini ve karnını acılar içinde bantlaması toplumda kadın olmanın ne kadar acı dolu bir tecrübe olması ile alakalı.

    ana karakterin erkek olduktan sonra edindiği baba ise oğlunu, bir itfaiyeci olmasına rağmen yanarak kaybetmiş. ama bu olayı kabullenemeyip erkekliği kastrasyona uğramış bir karakter. film öz oğlunu tam olarak nasıl kaybettiğini anlatmıyor, izleyiciye bırakıyor bu arada. yani ihmal sonucu kendi oğlunu öldürmüş ve örtbas edilmiş de olabilir. yönetmen bunu da bence bilinçli olarak tercih etmiş. aile içi meselelerin geriye bakıp düşünüldüğünde "olay" bazında ne kadar da muallak olduğuyla, geriye sadece hislerin kaldığıyla ile alakalı bir mesaj. zaten filmdeki ateş teması da izleğe birebir uyumlu. aile olmayı yangınla, ateşle özdeşleştiriyor yönetmen. bir şeyler yanarken o şeyin yanışını gözünüzle görmezseniz size hatıra olarak kalacak olan şey sıcaklık ve yanık izleri olacaktır. cesaret edip gözünüzü açarsanız ancak o "şeyin"(ailenin) yanışına tanık olup duygu biriktirebilirsiniz, diyor.

    kastrasyona uğramış olan itfaiyeci baba erkekliğini yeniden kazanmak için çaba sarfediyor. yönetmenin kötücül, toksik aile olarak görselleştirdiği "baba"lardan değil. tekrar gücünü kazanmak için iğneler oluyor ama çare etmiyor. aslında burada da yönetmen "baba güçlü olmalıdır" inanışına muhalefet ediyor. ana karakterimizin itfaiyeci babasından güçlü olmasını istemesi bir yana, onun bu güce saplantılı halini bile anlamsız ve zararlı buluyor.

    en nihayetinde filmin sonunda toksik bir ailede ve toplumda yetişmiş bir ebeveynin yeni doğacak çocuğu da aynı annesine miras kalan "titanyum travmalar" gibi titanyum omurilikle, annesinin memelerinden motor yağı akarak travmatik bir şekilde doğuyor, "arabanın altı planı"nı referans eder şekilde. memeden akan motor yağı, yeni doğan bebeğin de besleneceği şey bu eril toksik düzen yani.

    ama bence finali çok da karamsar değil. ana karakter kendi fiksasyonlarından kurtulamıyor gidiyor yine toplumun kadın olarak ona empoze ettiği güç ile sevişiyor. fakat çocuğu doğururken ölüyor. çocuğu, kendi yaralarını biraz yanlış da olsa onarmaya çalışan babaya bırakıyor. düzen çarpık olsa da sevgi belki bir şeyleri değiştirebilir diyor, bence.
    --- spoiler ---

    ez cümle cannes'de aldığı ödülü hakeden iyi bir film. ödül almasaydı bile bu senenin izlenmesi gereken filmlerinden biri olurdu.
  • bugün mubi'de izlediğim (bkz: julia ducournau)'nun cannes'dan altın palmiye ödülü alan son filmi. ben filmi genel olarak beğendim. baba - evlat ilişkisini ve toplumsal cinsiyet rolleri eleştirisini güzel işlediğini düşünüyorum. --- spoiler ---

    özellikle kızın sağlıklı bir ilişki kuramadığı bir babayla birlikteyken seri katil olması ama onu koşulsuz seven bir baba figürünün yanında hayat kurtaran bir insana dönüşmesi güzel bir mesajdı.
    --- spoiler ---
    görüntü yönetimi, makyaj gibi teknik konular zaten inanılmazdı. yalnız hamilelik mevzusuna hiç girmeyip sadece bir kızın kayıp bir çocuğun yerine geçmesi hikayesini altını çize çize işleselerdi şu ana kadar izlediğim en iyi film olabilirdi. bu yüzden filmi aslında biraz kaçırılmış bir fırsat olarak görüyorum. daha yalın bir hikayeyle daha vurucu bir film ortaya çıkabilirmiş. --- spoiler ---

    bu arada filmde en sevdiğim sahne başrolümüz sexy bir kadınken dans ettiğinde erkeklerin etrafında dört dönmesi ama “çirkin bir oğlan” olunca feminen dansına herkesin ağız burun kıvırması oldu. bence çok şey anlatan iyi düşünülmüş bir sahne.
    --- spoiler ---
    sonuç olarak titane'a puanım 4/5.
  • karşımızda 80'li yılların favori türlerinden olan body-horror üzerinden şekillen bir hikaye var. titane'nin usta yönetmen david crononbergh'in çok başarılı ve akılda kalıcı örneklerini sunduğu insan-eşya ilişkisinin modern bir yorumu olduğunu söyleyebiliriz.

    filmin oldukça sarsıcı bir açılış sahnesi var. aslında tüm filmin kimliği hakkında fikir veren bir sahne bu. alexia'nın çocukken arabada babası ile iletişim kurmaya yönelik yaptığı yaramazlık onun tüm hayatının değişmesine sebep oluyor. alexia'nın babası, çocuklarına tahammül ve sabır gösteremeyen ebeveyn profiline net bir örnek teşkil ediyor.

    alexia'nın arabalara duyduğu ilginin aslında hayatında eksik olan baba figürünün bir uzantısı olduğunu söyleyebiliriz. film alexia'nın hayatının tüm aşamalarını göstermiyor ama bize onun ne denli zor bir hayat geçirdiğini hissettiriyor. kapanmayan ve tüm büyüme sürecinde ona eşlik eden yara izi, onun toplum tarafından ne denli dışarı itildiğinin bir ipucunu veriyor. o yüzden giriştiği eylemleri kendi mantık çerçevesinde tutarlı bulabiliyorsunuz.

    titane aslında baba ve evlat sevgisi arayışında iki karakterin filmi. sert ama bir o kadar da duygusal olarak insanı etkileyen bir film. ben filmi açıkçası beğendim. şayet senaryosunda bazı boşluklara bir takım parantezler açabilseydi, filme daha çok hayran kalırdım. ama bu haliyle de beklentimin üzerinde bir filmle karşılaştığımı itiraf etmeyelim.
hesabın var mı? giriş yap