• ikaz: bu bilgiler yalnızca ilgilisi içindir, genele hitap etmez.

    bilesin ki,

    afak ve enfüs aynalarında her ne zuhura gelir ise... o zılliyet(gölge) damgası ile damgalanmıştır; o, isbatın, hasıl olması için, nefye müstahaktır.

    muamele, afak ve enfüs sınırını aşınca, zılliyet kaydından kurtulur; fiil ve sıfat tecellisine girilir. o zaman bilinir ki: bundan evvel afaki ve enfüsi makamında zuhur eden her tecelli, her ne kadar zati olarak itikad ederlerse de fiilin ve sıfatın zıllına taalluk der; fiilin ve sıfatın kendisine değil. zata taallûk etmesi bir yana. çünkü, zılliyet dairesi, enfüsün nihayetinde sona erer. bu duruma göre, enfüste ve afakta her ne zahir olur ise... bu daireye dahildir.

    fiil ve sıfat, hakikatta her ne kadar hazret-i zat zılâlinden ise de, lâkin onlar, asıl daireye girerler. bu mertebenin velayeti ise... asli velayettir. ama, daha önce anlatılan mertebenin velayeti böyle değildir. yani: afaka ve enfüse taalluk eden mertebenin.. zira o, zılli velayettir.

    asıl mertebesinden neş'et edip gelen berki tecelli*, zıl dairesinin müntehilerine müyesser olur. zira onlar, bir anda afak ve enfüs kaydından halas olurlar.

    o kimseler ki: afak ve enfüs dairelerini aşarlar; ondan da yükselip zılli arkalarında bırakırlar ve asla katılırlar... işte, berki tecelli bunlar hakkında daimidir. çünkü bu büyüklerin meskeni ve sığınağı asıl dairesidir ki, berki tecelli oradan neş'et eder. o kadar ki, bu büyüklerin muamelesi/tecellilerin ve zuhuratın dahi fevkindedir. zira, hangi mertebeye taalluk eden tecelli ve zuhur olursa olsun; zılliyet şaibesinden hâli olamaz. ne var ki, aslında da aslına taalluk; bunları zıldan almıştır. zeyğ-i basardan(gözün kaymasından) dahi halas eylemiştir.

    velâyet-i suğra olan velâyet-i zıllıyede kemal nihayeti, ancak berki tecelli ile hasıl olur. bu berki tecelli ise., enbiya velayeti olan velâyet-i kübrada ilk basamaktır. onlara salât ve selâm olsun. velâyet-i suğra ise, evliyanın velayetidir. allah onların sırlarının kudsiyetini artırsın.

    işte, evliyanın velayeti ile, enbiyanın velayeti arasındaki fark, anlatılan manadan bilinir. sübhan allah'ın onlara salâtı ve selâmı olsun. zira, o velayetin bidayeti, bu velayetin nihayeti olmaktadır.

    enbiyanın kemalâtı hakkında ne diyebiliriz ki: zira, nübüvvetin bidayeti, bu velayetin nihayeti olmaktadır. her halde, hazret-i hace bahaeddin nakşibend hz. enbiya velayetinden yana bol nasibe nail olmuş olacak ki, yani: tebaiyet ve veraset yolu ile., şöyle demiştir:

    -biz, nihayeti bidayete derc ediyoruz.

    bu fakir'in ilminin yetiştiği şu ki: nakşibendiye nisbeti ve huzuru, kemal haddine ulaştığı zaman, velâyeti-i kübra ile ittisal ederler. ve onlara, bu velayeti kemalâtından bol haz husule gelir. ama, bunların dışında kalan tarikatlarda durum böyle değildir. zira, onların nihayet kemalleri berki tecellinin husulüdür.

    ***

    şunun bilinmesi gerekir...

    o seyir ki, afak ve enfüs seyrinden sonra müyesser olur; iş bu seyir, yüce hakkın pek yakınlığında(akrebiyet) olmaktadır. zira yüce hakkın fiili, bize bizden daha yakındır. aynı şekilde, onun sıfatı dahi, bize bizden daha yakındır. onun fiilinden ve zatından olan dahi, bize bizden daha yakındır.

    yüce hakkın fiilinden, sıfatından gelen ve bu mertebelerde olan seyir "pek yakınlık-akrebiyet" taşıyan bir seyirdir. fiil tecellisinin, sıfat tecellisinin, zat tecellisinin hakikati bu makamda tahakkuk eder. vehim ve hayal saltanatı dairesinden necat dahi burada hasıl olur. zira, enfüs ve afak dairesinin haricinde vehim ve hayal sultanlığı saltanatı yoktur. vehmin tasarruf nihayeti ise... zıl dairesinin sonunda biter.

    velâyet-i kübra olan asli velayette ise... vehim ve hayal kaydından halas, bu dünya hayatında müyesser olur. birinci taife için ahirete ertelenen mana, ikinci taifeyi bu dünya hayatında müyesser olur.

    velâyet-i zılliyede, matlub olandan yana, bu dünya hayatında hiçbir şey hasıl olmaz; amma vehim ve hayalden başka. velâyet-i kübrada matlub ise... vehim altına girmekten münezzeh ve müberradır.

    mevlâna rumi, hayal kaydına girmenin ve vehmin kuşatmasına uğramanın sıkıntısına düşmüş gibi; vehim ve hayal libasından ari olarak, ölümü temenni etmiştir. ta ki: matluba nail ola... ölümün ilk alâmetleri belirdiği zaman da, kendisine:

    -allah afiyet versin... diyene engel olmuştur. şu şiir onundur:

    hayalden ve tenden üryanım
    nihayet, visalde hür şanım.

    *** demiştim ki:

    -atakta ve enfüste isimlerin ve sıfatların zılâl tecellileri vardır; isim ve sıfatların kendi tecellileri değil.

    bu anlattığım cümlenin beyanı şöyledir:

    tekvin, hakiki sıfatlardandır. nitekim, maturidi mezhebi uleması kavli de budur; allah onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin. eş'ariye'nin sandığı gibi, izafi sıfatlardan değildir. bu sıfatta, diğer sıfatlara nazaran izafet ağır bastığından, sandılar ki izafi sıfatlardandır. halbuki durum böyle değildir. elbette onlar, hakiki sıfatlardandır; izafet vasfı, bunlarla imtizaç etmiştir.

    bu tekvin sıfatı, bütün sıfatların altındadır; üstünde bulunan bütün sıfatların onda rengi vardır.

    meselâ:

    onun, ilimden ve hayattan nasibi vardır.

    onun, kudretten ve iradeden yana hazzı vardır.

    onun, cüz'iyatı vardır ki, hakikatta bunlar, onun zılâlidir. bunlar: rızıklandırmak, yaratmak, öldürmek, diriltmek, nimet ve elem vermek gibidir. bu cüz'iyat, fiillere dahildir ki, onlar hakikatta bu sıfatın zılâli olup hakiki sıfat dairesinin dışındadır.

    anlatılan fiilin dahi iki yüzü vardır, şöyle ki:

    a) bir yüzü fail tarafınadır.

    b) diğer yüzü de mef'ul tarafınadır.

    bu iki yüz, keşfi nazarda birbirinden ayrılmıştır. birinci yüz yüksek görülür; ikinci yüz ise alçak. aynı şekilde, birinci yüz asıl gibi görülür; ikinci yüz o aslın zılli görülür. keza, birinci yüzde vücubdan bir renk vardır; ikinci yüzde ise... imkândan bir renk vardır.

    bu ikinci yüzdür ki, enbiyadan başka evliya-i kiramın ve sair insanların taayyün mebde'leri olmuştur.

    ikinci cihet itibarı ile bu fiilin vücubdan bir rengi, imkandan dahi bir renk olduğundan; zaruri olarak mümkin olmaktadır. zira, vacibden ve mümkinden terkib edilen mümkindir.

    yine bu fiilin, yüksek cihet itibarı ile kıdeme açılan bir yüzü, alt cihet itibarı ile de, hüdusta bir kademi olduğundan zaruri olarak hâdis olmaktadır zira, kadimden ve hâdisten terkib edilen hâdis olmaktadır.

    o kimseler ki, sübhan hakkın fiilinin kıdemine kail olmuşlardır; bunlar, ancak birinci cihete bakmışlardır.

    o kimseler ki, bu fiilin hüdusuna zahib olmuşlardır; bunların görüşleri dahi diğer cihettir. birinci taifenin nazarı yüksektir; ikinci taifenin nazan ise... alçak. anlatılan iki taifeden her biri, hak mutavassıt yanın bir ucundadır. asıl orta yolu bulmakta bu fakir imtiyazlıdır.

    bir ayet-i kerime meali:

    "bu, allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. ve allah, büyük fazlın sahibidir."(62/4)

    buna benzer tahkik, sıfat-ı hakikiye şanın bazı mektuplarda yazılmıştır; onlara da bakılabilir.

    ***

    şu hususun da bilinmesi yerinde olur.

    fiilde ikinci yüz, has yaratılıştan ibarettir; misal olarak zeyd'le taalluku vardır. meselâ: zeydin yaratılışı, mutlak yaratılışın cüz'iyatından bir cüz'i gibidir. zeyd'e taalluku olan bu has yaratılışın, aynı zamanda cüz'iyatı da vardır. meselâ: zeyd'in zatının yaratılışı, sıfatlarının ve fiillerinin yaratılışı gibi. bu cüz'iyat, zeyd'in yaratılışı için zılâl gibidir. zeyd dahi onların küllisi (bütünü) gibidir. zeyd'in fiilinin yaratılışının dahi, zılli ve mazharı vardır. bu dahi, fiille taalluk eden zeyd'in kesbidir. iş bu kesb dahi, zeyd'in babasının evinden getirdiği bir şey değildir. elbette o, yüce hakkın yaratmasının bir zıllidir.

    üstte anlatılan marifetten de anlaşıldığı üzere; fiil, tekvinin zıllidir. fiilin ikinci yüzü dahi, birincinin zıllidir. nitekim bunun tahkiki yapıldı. ikinci yüzün dahi zılli vardır. ki bu, misal olarak zeyd'in yaratılışıdır. zeyd'in yaratılışının dahi zılli vardır; bu da zeyd'in fiilinin yaratılmasıdır. bu zıllin dahi zılli olup zeyd'in kesbidir.

    bu ilimleri anladıktan sonra bilesin ki...

    misal olarak: zeyd'in kesbinin zeyd'e nisbeti; süluk vakti, salikin nazarından giderse... onun zeyd'e izafeti kalkarsa... görülecektir ki: o fiilin faili sübhan hak'tır. hatta yaratılmışların, birbirinden ayrı olan çok fiilleri, bir failin fiili olarak bulunur. ama bu manayı fiili tecelli zannederler.

    insaf etmek gerek. hiç bu tecelli hakkın fiilinin tecellisi olur mu? ya da o fiilin zılâlinden bir zıllin tecellisi olur mu?.. ki o, nice mertebelerden tenezzül edip kendisine zıllıyet ismi verilmiştir.

    yerinde olur ki: diğer tecelliler dahi, fiili tecelli ile kıyas edile.

    onlar, bu işte, zıllardan bir zil ile yetinip onu aslın aslı zannetmişlerdir; böylece, ceviz ve muzla avunup durmuşlardır.

    ***

    şunun da bilinmesi yerinde olur ki...

    vücudun vücubu, nisbetlerden ve izafetlerden olduğu için; zaruri olarak, fiil mertebesinde bulunmuştur. bu nisbetin dahi ilimle münasebeti olmayıp, alemin yaratıcısına mahsus olduğundan; zikri geçen birinci yüzle az münasebeti olmuştur.

    *** burada şöyle bir soru sorulabilir:

    -bu beyandan lâzım gelir ki; zat ve sıfat mertebesinde vücub sabit olmaya. onun zatı ve sıfatı için dahi:

    -vacib...

    denmeye. durum böyle olunca, hazret-i zat ve sıfattan vücub atılmış olur. tıpkı imkân ve imtina ondan atıldığı gibi. şimdi, vücub, imkân ve imtina dışında bir de dördüncü kısım zahir oldu. halbuki akli kavrama ve mefhumu bu üç şeyde inhisar altına almak sabittir.

    bunun için şu cevabı verirler:

    -inhisar, ancak vücuda nisbetle mahiyet içindir. vücuda göre mahiyet için nisbet olmayınca, inhisar da yoktur. tıpkı vacib taala'nın zatında ve sıfatında olduğu gibi. yüce hakkın zatı, kendi zatı ile mevcuttur. aynen veya zaid bir vücudla değil. yüce hakkın sıfatı dahi, onun zatı ile mevcuttur; hem de ona bir vücud karışmadan. mana böyle olunca, sübhan hakkın zatı ve sıfatı, inhisar altına alınıp kavranan o üç şeyin fevkindedir.

    yüce hakkın zatı tasavvur edilip sıfatı dahi, vücuh ve itibarlara göre taakkul edildiği zaman; -zira onun künhüne yol yoktur- sübhan zat için tasavvura bağlı zılli vücub arız olur; onun zatına nasıl lâyık ve münasib ise... öyle... onun sıfatı için dahi, vücudda zihni imkân arız olur. bu oluş dahi sıfata münasib bir şekildedir. çünkü, zata ihtiyacı vardır. sübhan hakkın zatı ve sıfatı, kendi özlerinde vücub ve imkân mertebesinin üstündedir. hatta vücud mertebesinin de üstündedir.

    şu da bir başka mana...

    zılli tasavvur edilen vücud itibarı ile vücub, zata münasiptir; imkân dahi sıfata.

    sıfat, harici vücud cihetinden ne vacibdir; ne de mümkin. elbette o, vücub ve imkânın üstündedir. ama o, zihni vücud itibarı ile mümkindir. bu mümkin olmasından dolayı hadis olması lâzım gelmez. zira, sair mümkinat gibi, kendi zatları için değil, kendi zılli vücudları içindir.

    anlatılan mana, akıl erbabının da dediklerine uygun düşer. ki onlar şöyle demişlerdir:

    -vücud-u zihni hususiyeti itibarı ile külliyet ve cüz'iyet, mahiyete arız olmuştur. harici vücud halinde mahiyet bunlarla vasfedilemez.

    meselâ: hariçte bir zeyd mevcud olmuştur. ve akılla bilinmeden evvel, cüz'i değildi; nitekim külli de değildi. elbet ona cüz'iyetin arız olması, zihni zilli vücuttan sonradır. burada şunu da demek isteriz:

    -sübhan hakka hamledilen bütün nisbet, izafet, ahkâm ve itibarlar., yani: sekiz sıfattan başka uluhiyet, ezeliyet gibi... bunlann sübhan hak için doğru olmaları tasavvur ve taakkul itibarı iledir. durum şu ki: yüce zat kendi varlığında bir sıfatla muttasıf, bir isimle isimlendirilmiş, bir hükümle hükmedilmiş değildir.

    o yüce şeriat sahibi, kendi zatına esma ve ahkâm itlak eylemesi, tenasüp ve teşabüh itibarı iledir. tâ ki: mahlukatın anlayışına yakın gele. onlarla olan tekellüm dahi akıllarına göre ola. tıpkı: hariçte mevcud olan zeyd için; zihni vücud mülahaza edilmeden, teşbih ve tanzir yollu:

    -o cüz'idir.

    dendiği gibi... böylece, onun için cüz'iyet hükmü vermeleri, onun külli hükmü vermelerinden daha yerinde ve daha uygundur. anlatılan bu mana gibi, yüce gani zat için:

    -vücub ve vücud...

    hükmünü vermek; imkân ve imtina hükmünü vermekten daha yerinde ve münasib olur. yoksa, onun zatına ne vücub ulaşabilir; ne de vücud. tıpkı onun münezzeh zatına imkân ve imtina lâyık olmadığı gibi.

    ***

    burada anlatılan mukaddes mübarek marifetleri anlamaya çalış. zira bunlar dinin esası ve yüce mukaddes zat ve sıfatlar ilminin hülasasıdır. ulemadan hiç kimse, kübradan dahi bir kimse bunları konuşmamıştır. allahu teala, bu kulu, anlatılan marifetlere tercihli kılmıştır.

    selâm, hidayete tabi olanlara.

    (mektubat-ı rabbani, 316. mektup)
  • hangi bilgiye ilgi göstereceklerine bile sarih biçimde ön-ikazda bulunulmadan idrak buyurması mümkün görünmeyen düşünsel iğdişlileri dikişlerinden tuttuğu gibi oradan oraya sürükleyecek bir özdür.
hesabın var mı? giriş yap