• ilk olarak seker portakali ile girdi hayatima. yalnizligini evlerinin arka bahcesindeki agacla konusarak gideren, hayalperest, kırgın bir roman kahramaniydi. engin dus dunyasi ve hayal gucunun golgesinde yasayan bu minik insan bir anda idolum, en iyi arkadasim oluvermisti.

    daha sonra gunesi uyandiralimda cikti karsima. biraz buyumus ama kırgınlıgından, yalnizligindan, huznunden ve hayal gucunden hicbir sey kaybetmemisti. bu sefer bir cucuru kurbagasi vardi kalbinde besledigi, en yakin dostu ve yalnizliginin getirdigi boslugun tek doldurucusu. bir de arada bir gelip giden aktor bir arkadasi vardi ki ne zaman gelecegi ne zaman kaybolacagi hic belli olmazdi. tam beni de bu arkadaslarina alistirmisken, birden cucuru kurbagasi gidiverdi yureginden. hayatimda bir kitabin sayfalarini islatircasina boylesine agladigimi hatirlamam. cucuru kurbagasinin kucuk bavulunu ve sapkasini kapip zeze'nin yuregini terkettigi gun ben de sanki bir sey kaybetmistim kendimden.

    sonra delifisek'de kendine guvenini kazanmis bir genc olarak cikti karsima. ama cok uzun surmedi o seruven. cografya serserilere ozgu bir derstir dedi, atinin uzerine atladi ve beni sonsuza kadar terketti. heyecanla her vasconcelos romaninin icinde onu aradim ama o serserilik yapmakla mesguldu dunyanin kim bilir neresinde.

    daha sonra zeze'yi cocukluk ve genclik yıllarimin tek kahramani ve zor gunlerimin minik dostu olarak tekrar hayatima dondurme yollari aradim. ilk yalnizligima ortak olabilecek bir varligin hayatima girisinde ona zeze adi takmaya karar verdim. once gunlugumun adini zeze koydum. sonra annemler bir papagan almislardi. hemen hic dusunmeden zeze'yi ona yerlestirdim. ayni cucuru kurbagasini zeze kendi yuregine yerlestirdigi gibi. zeze'yi egittim ve en yakin dostum yaptim. okuldan eve geldigimde hemen yanima geliyor ve aksam yatana kadar yanimdan ayrilmiyordu. beraber televizyon seyrediyor, odev yapiyorduk. bir gun geldim zeze hastaydi, butun gece ilac verdim ama sabaha kafesinde olmus karsiladi beni. zeze'den ilk buyuk darbemi o zaman almistim. hayallerimdeki kahramanim, biricik dostum beni yuzustu birakmisti.

    bu olaydan cok uzun bir sure gecti. ben zeze'yi tamamen unutmustum. daha dogrusu kirgindim ona. beni biraktigi, yalnizligimla, kendi hayal dunyamda bir basima terkettigi icin onu affetmem uzun surmustu. ama cok da ozluyordum bir yandan onu.

    sonra minik, siyah beyaz, kivircik tuylu bir kopek girdi hayatima. cok sevimli gorunusunun ardinda, cok kisilikli, kesinlikle yilisik olmayan ve insanlar onu sevmese bile kisiliginden asla odun vermicek bir kopek. onu gorur gormez adinin ne olmasi gerektigini biliyordum. o zeze'ydi.

    yeniden bir dost kazanmistim. her gece yanimda ayak ucumda yatan, yatakta donerken yanlislikla ona carpar ve rahatini bozarsam hart diye ayagimi kapicak ama agladigim mutsuz gunlerimde kucagima cikip yuzumu yalicak, beni mutlu etmek icin elinden geleni yapicak bir dost. 13 sene hayatimda kaldigi sure boyunca beni hep mutlu edicek, bana huzur vericek bir dost. gercek bir cucuru kurbagasi. konusacak kimseyi bulamadigim zaman konustugumda buyuk siyah gozleriyle beni dinleyecek, yanima yatip, simsiyah tuylerinde beni isiticak bir dost. universite icin amerika'ya gidecegim gece kucagimdayken ani bir hareketle donup burnumu isirmisti. hicbirimiz neden oldugunu anlamamistik o zaman. sonra dusundukce anladim ki o benim gidecegimi anlamis bunu bana nasil yaparsin sen benim tek arkadasimdin dermiscesine hayal kirikligindan yapmisti onu.

    daha sonra ki yillar boyunca cok az gordum onu. tatillerde kendime aileme ve arkadaslarima vakit ayirmaktan onunla dogru durust ilgilenemedim. ve o benden yavas yavas koptu, her seferinde daha da kizgin, daha da tanimaz yaklasti bana. ve her bavul toplandiginda bir koltugun altina girip kustu bana tekrar ve tekrar.

    ben de acikcasi zeze'yi unutmaya baslamistim. artik daha kendime guvenliydim, universite, is hayati arkadaslar, sosyal faaliyetler derken, o eski, hazin, icine kapanik, hayal perest cocuk gitmisti icimden. zeze'ye ihtiyacim yoktu. cucuru kurbagasina da. ya da ben oyle zannediyordum. taa ki bir gun beni birakip gidene kadar.

    zeze'nin öldüğünü duydugumda ilk gelen sokla ne hissedecegimi bilemedim. taa ki evime gelip kapiyi caldigimda evde heyecanli bir havlama sesi yerine garip bir sessizlik beni karsilayana kadar. taa ki iceri girdigimde uzerime heyecanla atlayip yuzumu yaliyacak biricik cocukluk dostumun artik orada olmadigini gorene kadar. gece yattigimda ayak ucumda onun nefes alisini duymamanin yalnizliginda, yatakta donerken ona carpmamak icin dikkatle donmelerimin artik bosuna oldugunu aci bir sekilde anlayana kadar. biricik cucuru kurbagam beni terketmisti gercekten. minik sapkasi ve bavuluyla hayatimdan gidivermisti.

    hicbirimiz cesaret edemedik onu topraga vermeye. baskalari gitti. son gorevimizi bile yapamadik. simdi o orada yapayalniz ve ben yine onu yalniz biraktim. acaba beni affetti mi? bunca sene onu unutup, eski dostlugumu yapmadigim icin acaba ben kendimi hic affedebilecek miyim? zezesiz bir dunya nasil olur onu bile bilmiyorum. o hep vardi. seker portakalindan beri. benim biricik kahramanimdi, dostumdu. onu butun arkadaslari yavas yavas terkettikleri gibi, olgunlastikca butun hayal kahramanlari hayatindan ciktigi gibi o da acı bir sekilde birden bire beni yalniz birakti, cikip gitti hayatimdan.

    odamin kapisi aralandi ve koridorun isiginda minik cucuru kurbagam boyundan buyuk bavuluyla bana el sallayarak disari cikti. odamin kapisini kapadiginda derin bir karanlik vardi. sabaha uyandigimda artik kalbim bombostu.
  • şeker portakalı isimli romandaki küçük kahramanın ismi
  • şeker portakalı, güneşi uyandıralım ve delifişek'in baş kahramanı. babası için şöyle demişti güneşi uyandıralım'da:

    " unutacağım, unutmaya çalışacağım. çünkü bağışlamaya inanmıyorum. bağışlarken kişi herşeyi unutuyor. ama yalnızca unutmakla, pek çok kez insan yeniden anımsamaya başlıyor."

    bilgeymiş zeze. defalarca, değişik yaşlarda, değişik gözlerle okuyup her seferinde şaşıyorum bilgeliğine. ama bu sözü hatırlamak için tekrar okumama gerek yok. beynime kazınmış çünkü.
  • çok eskiden 9-10 yaşındayken tanışmıştım zeze'yle. abimin kitaplığında yıpranmış, ilk sayfaları ayrılan, can yayınevinden bi kitaptı. kapağında picasso'nun portakal toplayan bi çocuğu resmettiği, o dönem için bana edir gudur gelen bi resmi vardı. http://www.google.com.tr/…&ved=1t:429,r:0,s:0,i:132
    okudum.
    zaten sonra defalarca okudum.
    büyüdükçe bazı bölümlerini açıp okudum gözlerim doldu ilk sefer okuyormuşum gibi. hep başucumda durdu o yıpranmış kitap. çünkü farklı kültürlerde farklı ailelerde yetişmiştik ama zeze'yle biz aynıydık. zeze bendim.
    çocukken nasıl bi çocuk olduğumu anlatmıştı o bana. hayal gücü, hayali şeker portakalı ağacı... benim de yaylada, ben doğduğumda, benim için ekilen bi elma ağacım vardı. boyu beni geçtiğinde küstüğüm, meyvelerine hayranlıkla baktığım. ''ulan bahçenin en güzel elmasını veriyorsun ha imansız! hehe'' dediğim. ama zeze'nin portakal ağacıyla olduğu kadar samimi değildik biz. benim elma ağacım konuşmazdı. dinlerdi. güzeldi. ekim ayında olgunlaştığı için meyvelerini çok yediğim söylenemez. ama bahçedeki diğer elma ağaçlarının yamuk yumuk meyveleriyle kıyaslayınca pürüzsüz, şekilli, harika işler çıkarıyordu. uzaktan hayranlık duyduğum bi arkadaştı o. bi de kendimi kaptırır, konuşurum, gören olur diye çekinirdim yakın ilişki kurmaya. yıllar sonra yaylaya tekrar gidemeyeceğimizi anladığım dönemde fotoğrafını çekip sakladım.

    zeze yalnız bi çocuktu. kendi kendini idare ediyor, kendi hayal dünyasında eğleniyordu. bi yandan da hüzünlü, duygusal bi çocuktu. isyan ediyordu bazen. bi keresinde fakirliklerinden dolayı noel hediyesi gelmediğinden isyan etmiş, babası da bunu duymuştu. babasını kırdığını düşünüp çok üzülmüştü sonra. zeze bendim. babamın işlerinin kötü olduğu bi döneme gelmişti, küçüktüm o sıra. dışarı çıktığımız zaman hep aynı kıyafeti giyiyordum; kot rengi bi gömlekle onun pantolonu. benden 2-3 yaş küçük olan kuzenimin kızı ''sen hep bunu giyiyorsun, çok mu seviyorsun?'' demişti. çocuk aklıyla çok üzülmüştüm o lafa. eve gelince nemli gözlerle; ''niye ben hep bunu giyiyorum!'' diye atarlanmıştım anneme. sustu, cevap vermedi. ardından söylediğim lafa çok daha fazla üzüldüm. nasıl düşüncesiz, ne biçim bi çocuktum ben. önümüzdeki bi 10 yıl daha giysem onları nolacaktı sanki!

    zeze benden daha akıllı, daha becerikli bi çocuktu. bunu kıskanmayıp daha fazla sevdim onu.

    sonra portuga'sı vardı. deli şanslı bi çocuktu, sırf bu yüzden! (çocukken yoktu ama şu sıralar bi portugam var benim de, galiba.)

    ortaokuldayken bi gün, güneşi uyandıralım kitabını buldum, yerde (korsan yani). yazarından tanıdım hemen. arkasını okudum, bu zeze'ydi! zeze'nin devamı vardı! alacağı her şeyde pazarlığa tutuşan, başka yerden alırız tribine giren annem kitap konusunda fiyatını bile sormadan alırdı. hemen aldık kitabı. dünyalar benim olmuştu. bi çırpıda ama sindirerek, özümseyerek okudum kitabı. artık anlamıştım, zeze tamamen benimdi, bendi, bendim. bu sefer yoldaşı; kalbindeki kurbağaydı. zaman zaman değişen küçük dostlarım olmuştu benim de. bakanın basit ufak bi figür/oyuncak olarak gördüğü ama benim hayatımın bi parçası olan. herkesten, her şeyden değerli olan. ve benden hiçbir şey talep etmeyen. (işin kötüsü şu yaşa geldim yine buldum bi tane öyle. karnını sıkınca gözleri pörtleyen bi oyuncak, el kadar. adını da bahtiyar koydum. iyi miyim lan ben...)

    zeze'nin en dokunan sorunu da babasıydı. ihtiyaç duyduğu sevgiyi kendine hissettiremeyen bi babaya sahipti önce. sonra onu evlatlık alan babası da çok farklı değildi ilişkileri konusunda. o samimi olmak istiyordu. paylaşmak istiyordu. çok seviyordu babasını ama ulaşamıyordu. yerine başkalarını ya da hayali karakterlerini koymaya çalışıyordu. çocukken ben de asla ulaşamadım babama. sarılıp öptüğüm, işten gelince ''babaağğ!!'' diye boynuna atladığım biri değildi. beni çok sevdiğini biliyordum. ama çekiniyorduk birbirimizden. ben lisedeyken, babasına sarılıp öpen kız çocuklarına çok özendiğini söylemiş bi gün, benim olmadığım bi ortamda; ''benimki niye öyle değil'' demiş. o zamanki kafayla ''o bana nasıl davranıyorsa ben de öyle davranıyorum'' demiştim teyzeme. bi yerde haklıymışım. ama salakmışım. artık içimde boşluğunu hissetmiyorum ama. çocukken dedemle kapatıyordum o boşluğu. dedemin vefatından sonra 15-16 yaşındayken ciddi sorunlarımız vardı babamla. o büyümeye başladığım için korkuyor, agresifleşiyor ben de büyüdüğümü sanarak daha da agresif karşılık veriyordum. ailenin en küçük, en gözde üyesiydim, annemle her an mıç mıç sevgi seli içindeydik. ama babamla aramızda hep bi mesafe vardı. sebebini hiç anlamadım. babam da anlamıyormuş, öğrendim. ağır bi depresyon geçirdiğim dönemde yaklaşık 3-4 ay boyunca yanımdan ayrılmadı. ben konuşamıyordum ama o beni dinlemeye çalışıyordu. elinden gelenin fazlasını yapıyordu. hiç kimsenin sabredemeyeceği kadar sabretmişti bana. o dönemin içindeyken anlamıştım, zamanında gereksiz yere aramıza duvar örmüşüz. gereksiz bi şekilde uzak durmuşum, nefret etmişim ondan. saygıdan başka hiçbi duygu beslemediğim bu adam, sevgiden de ötesini hak ediyormuş. üniversiteyi başka bi şehirde kazanınca daha da yakınlaştık. her baba-evlat arasında olan uyuşmazlıkları/ kısa tartışmaları yine yaşıyoruz. ama günlerce küsen, isyanlar eden, nefret eden, odasına kapanan bi tipten çok uzağım artık. o hep gelir bi şekilde gönlümü almaya çalışırdı, asla özür dilemezdi ama ''karpuz kestim, yer misin?'', ''irmik helvası yapim mi sana?'',''darı patlattım bak. yersin değil mi?'', ''geçen sen ne istiyordun hani o müzik çalandan. hadi hazırlan da gidip alalım'' derdi. daha çok sinirlenirdim. ''pişman olacaksa kırmasın beni'' derdim. kırıyorsa da arkasında dursun. ulan insan ergenken ne kadar gerizekalı oluyor ya... allah belasını versin ergen halimin! son yıllarda hep düşünüyorum. zeze 20li yaşlarda neler yapıyor? belki babasıyla olan engelleri o da aşmıştır benim gibi.
    delifişek'teki zeze'yi de pek sevememiştim ben, 13-14 yaşımda okuduğumda. demek o dönem biliyormuşum kendi ergen halimden tiksineceğimi.

    benim olduğunu kabul ettiğim her şey gibi zeze'yi de çok sahiplendim ben. kimi çizimlerime zeze diye imza attım, nick olarak kullandım envai çeşit yerde, türevlerini kullandım, portakal ağacı hep bi anlam ifade etti, kitap kapağı hazırladım bi kaç kere. bi yandan da bilmeyen varsa tanıttım. kitaplarını okutturdum. şimdi sözlükte bakınca bi çok kişinin yüreğine yer etmiş olduğunu gördüm. sevindim. bi yandan da ''paylaşmak istemiyorum ben ya!'' dedim, demedim değil.
    yazar olduğum zaman ilk yazacağım başlık olur diye düşünüyordum. ama hep erteledim. hakkını veremem diye düşündüm. bugün bi yerlerden yine çıktı karşıma. hoş, zaten hep karşımdaydı ufaklık.
    yine hakkını veremedim ama yazabildim.
  • varolabilecek en sirin ve duygusal roman kahramanlarindan biri.
    (bkz: seker portakali)
    (bkz: gunesi uyandiralim)
  • 8 yasinda, baska bir gezegende, kendi halinde yasayan biriydim..
    sayfalar sagdan sola dogru yol bulmaya basladikca ben de fakir ve kalabalik bir ailenin 5 yasindaki ogluna donusmeye baslamistim..edmundo adinda bir dayim , cok sevdigim kucuk kardesim luis vardi artik hayatimda..sasirsam da, minguinho benimle konusuyordu..vucudumda yer eden izler birakan darbeler inip duruyordu ama cocuk safligimla tum acilari unutmami saglayan limonata ve pasta tadi mutlu edebiliyordu beni..
    ve portuga hayatimdan ebediyen ciktiginda dinmek bilmeyen yaslar benim gozlerimden akiyordu..
    omrumun uzunca bir suresinde "sivrisinek" olarak kaldim..
  • okula başlamadan önce gizemli bir şekilde kendiliğinden okumayı öğrenen, bu başarısıyla büyükannesini çok şaşırtan, nesnelerle çene çalmayı insanlarla konuşmaya tercih eden, kırılganlığını ve düş kırıklıklarını küçük yaşlarında haşarılık, büyük yaşlarında hovardalıkla telafi etmeye çalışan, kazık kadar adam olduğunda bile hiç olmayacak şeyler için gözlerinin yaşarmasını engelleyemeyen, kendi hüznüyle mutlu olmaya alışmış, bir serseri gibi gezmekten ve yeni limanlar keşfetmekten başka bir isteği bulunmayan, sarışın ve brezilyalı olduğu için aa bu benim lan denilemeyen roman karakteri.
  • hayatlarimizin en cok benzedigi, karakterlerimizin en cok ortustugu ve belki de bu yuzden en cok sevdigim roman kahramani. okudugum ve ezberledigim en guzel kitabin bas karakteri, yazarin gercek lakabi, gercek hayattaki ismi jose'nin degistirilmis hali.
  • zeynep ismine cok yakisan kisaltma.
  • şeker portakalı'nı ilk çocukluk yıllarımda biraz da kitap yokluğundan on kereden fazla okumuşumdur. her okuduğumda beni zeze yapabilmesi, kitabın başarısından mıydı yoksa benim çocuk dimağımdan mı bilmiyorum. aynı yıllarda, çok ama çok büyük bir hayranlıkla okunan jules verne serilerinde, hayal gücü ne kadar büyüleyici bir dünyanın kapılarını açsa da; ağabeylik yapmak isteği uyandıranküçük prens, kitap kapağındaki altın sarısı saçları, kuzusu ve gülüyle ne kadar da sevimli ve masum gelse de hiçbirisi zeze kadar mutlu/mutsuz/sinirli/üzgün/aç/haylaz/kirli/masum hissettirmemiştir. kirli bir çocuktur zeze. ne küçük prens gibi harika bir atkısı ve altın sarısı saçları vardır, ne de jules verne romanlarında geçen, iyi kalpli ingiliz bir asilzadedir ve dünta tarihini değiştirecek başarılara sahiptir. en az bizler kadar kirlenmiş; ailesi, en az bizimkilerin bize sinir olduğu kadar zeze'ye sinir olmuş ve hep haksız! yere suçlanmıştır zeze. vasconcelos'un bir zamanların çocukları tarafından hala bu kadar çok seviliyor olmasının nedeni de bir çocuğa karşı kurulabilecek en iyi empatinin (serinin diğer kitaplarında, şeker portakalı'nda olduğu kadar başarılı hissettirmese de) bir kitap aracılığıyla hissettirilmiş olmasına sunulan bir şükrandır belki de. aynı dönemin ünlü kitaplarından bir diğeri olan çocuk kalbindeki çocuklar, derin ve ancak hikayelerde görülebilecek büyük kahramanlıklar içerisine sokulurken, zeze aynı bizim çocukluğumuzda olduğu gibi yaramazlık yapıp, üstünü kirletip, mızmızlanmakta ve anlaşılmamaktan şikayet etmektedir. sona doğru yaklaştıkça altın gibi bir kalbe sahip olmak için; sarı dalgalı saçlara, sürekli söz dinleyen bir çocuğun tertemiz kıyafetlerine ve sevdikleri uğruna destansı fedakarlıklar yapacak bir cesarete sahip olmanın şart olmadığını; sadece birilerini gerçekten sevmenin de yetebileceğini göstermiştir zeze bize.

    edebiyat dünyasının yarattığı en ünlü ama en sıradan kahramanıdır zeze. onda bulacağınız koşulsuz ölümüne bir iyilik ancak istisnadır. ilerki çağlarda anlatılacak destansı bir kahramanlık da bulamazsınız zeze'de. ya da annelerin kendi çocuklarına örnek göstereceği saf bir masumiyet. başka bir gezegenden gelen altın saçlı prens değildir zeze. rus edebiyatı kahramanlarında görülen çalkantılı ve sıradışı bir ruh haline de sahip değildir. herşeyiyle sadece ama sadece bu dünyaya aittir. anadolu'da doğanlarının adına ali denirdi belki ve çelimsiz bir toprak işçisini anlatırdı bu kez vasconcelos, senden benden hiçbir farkı olmayan.
    eğer küçük prens ayhan ışık'ıysa çocukluğumuzun, zeze, sadri alışık'ıdır.

    not: bu yazı, 15 yıl önceki okuma anılarıma dayanarak ve hadi şeker portakalını bir kez daha okuyayım diye elime alıp bir yandan yine aynı şeyleri hissedememek ve bir yandan da hissedersem korkusuyla 2.sayfasında bir daha açmamak üzere kapağını kapattığım bir günün sonunda yazılmıştır. ne şeker portakalı ne de yine çok sevdiğim küçük prens tam detaylı olarak hatırlanamamaktadır. özellikle küçük prens konusunda hassasiyet gösterebilecek "kocamış" çocuklardan şimdiden özür dilerim.
hesabın var mı? giriş yap