• yasadiklarini belli bir kaliba sokmayi sevmeyenlerin dahil olduklarini sandiklari, gercekte ise sifir uyesiyle, var olmanin yolunun onyargili olmaktan gectiginin kaniti olan grubun ozelligi. tum onyargilarimizi bir yana biraktigimizda, aslinda yasamak zorunda olmadigimizin farkina varmis oluyoruz.
    (bkz: anlam karmasasi)
  • ben önyargısızlığın "iyi" bir şey olduğunu düşünmüyorum; çünkü benim başka bir entiride söylediğim gibi, neredeyse tanrısal gördüğüm bir ölçüm aletim vardır "kıyas" diye. içinde önyargısızlığın olmadığı bir toplum, bir kültür ortamı mevcut değildir. başta kültürel altyapımızı düzenleyen dinî motifler olmak üzere bütün değerlerimizi gözden geçirelim; mutlaka bir yerinde önyargıdan mustaripizdir; o bizim genlerimizde dolaşır, damarlarımıza sızmış ve hatta maske takmış bir şekilde bizi bambaşka değerleri öne sürerek tetiklemiştir. bunu böyle söylüyorum amenna, ancak önyargıdan ne anladığımı da aktarmam gerek. bunun için baktığım tdk'nın sitesindeki toplumbilim terimleri sözlüğünde önyargı şöyle tanımlanmış, gayet de kafamdaki tanıma uygun: "bireyde başka bireylere, toplumsal kümelere karşı sevgi ya da düşmanlık duygusu uyanmasına yol açan, koşullanmış bir duygusal tutumu yansıtan yalınkat inanç, kanı, genelleme." (http://tdkterim.gov.tr/…ilst&kelime=�nyarg�&ayn=tam)

    burada tanımlanan önyargının insan topluluğunun kaçınılmaz bir niteliği olduğunu düşünüyorum. bu konuda kıyas hakkımı kullanabileceğim tek yer mitoloji ve din. onların herbiri de tüm insanlığın irili ufaklı farklılıklarla benimsediği ortak değerler olduğuna göre, hiçbir şekilde hakikat kaynağından emin olamayacağım bir dönemde insanların sıfır önyargıyla mutlu mesut yaşadığını ya da bir an gelip de cennet mekanında önyargının artık işlemeyeceği bir düzenin egemen olacağını düşünerek önyargısızlığın iyi bir şey olduğunu söyleyemem. burada ilk akla gelecek olan şudur: "o hâlde sen, 'adaletlilik de "kendinde iyi" değildir' diyorsun, öyle mi? zira yeryüzünde hep savaşlar olmuştur, adalet olsaydı, haksız yere kan akmazdı." cevabım evet. ama burada tek ölçüt insan kadar değer tanımı ve niteliği olmasıdır; zira adaletsizliğin kendi başına "kötü", önyargısızlığın ise kendi başına "iyi" olması evrensel ölçütlere yedirilip, herkes için müşterek kılınamaz. bunu ideolojiler de , din de dener. ancak bugüne kadar bunun başarılı olduğu görülmemiştir; tüm insanlık için ortak olup aynı şekilde anlaşılmış herhangi bir değerden söz edemeyiz. "adaletlilik iyidir" önermesi, her kültürde farklı şekillerde anlaşılmış ve uygulanmıştır. en temel ahlâk kurallarının bile farklı kitleler arasında, birbirine zıt olacak şekilde anlaşıldığı olmuştur. insan kadar fikir derler ya, bu basit ve bir o kadar da müthiş bir tespittir. aynı toplum içinde bile bu tip önermelerin ne kadar farklı algılanabildiğine örnek olarak kendi toplumumuzu gösterebiliriz. aynı otobüsle seyahat eden insanlar için "adalet" ya da "önyargısızlık" farklı anlaşılabiliyor; ben doğrusunun da bu olduğuna rahatlıkla inanabilirim. errare humanum est'te bunu aktarmaya çalışmıştım, bu sözle asıl kast edilen rotadan sapabilme yetisinin insanda temel olduğudur. bu yüzden evrensel bir rota belirlemek, herhangi bir değer için oldukça güçtür. zaten yapılamamıştır. yeryüzündeki savaş ve akan kan bunun kanıtı. bana kalırsa "önyargısızlık iyidir" önermesi de bu yüzden, bir üst rotanın kesin olmamasından ötürü geçerli değildir.

    j. s. mill faydacı zihniyle, kant'ın evrensele yedirdiği adalet duygusunun akıl sahibi olan mahluklar tarafından kolektif menfaatlere göre düzenlenmesi gerektiğini söylüyordu. ona göre tavrımızı bu evrensellik ölçütüne göre ayarlamalıydık; tamam da, bunun başarılabildiği herhangi bir dönem var mı? "şu dönemde yeryüzündeki bütün insanlar, hangi ırktan ya da dinden olursa olsun, hep birlikte adil olabildiler" diyebiliyor muyuz? j. s. mill adaletin içerdiği "bütün insanlık için" kuralına vurgu yapıyor ama onun mümkünatını sorgulayamıyor. oysa haklarla ilgili insanî duyguların ne kadar bencilce olduğunu söyleyen de yine kendisiydi: "haklarla ilgili duygular, o kadar kuvvetlidir ki, bunlara denk duyguları başkalarında bulmayı o kadar bekliyoruz ki... 'yapmaya mecburlar', 'yapabilirler' sözleri 'bu duyguların tanınması lâzımdır' şeklini alır." (faydacılık, sf.93, meb yay., çev. ş. n. coşkunlar, 1946) insan kadar duygu ve insan kadar hakların üzerinde güç sahibi olan duyguların tanınma zorunluluğu var demektir bu. peki, birbiriyle çarpışan önyargıları besleyen duygular ortak değilse ve her biri kendince bencillik pınarından besleniyorsa, önyargısızlık nasıl "evrensel ve müşterek iyi" olabilir?

    "önyargısızlık iyidir" önermesinin kendisi vardır, yasa olarak geçerlidir; ama içerdiği anlam tek ve evrensel değildir. herkes önyargısızlığın başka bir ucundan tutup çekiştiriyor gibi; ben bunu önyargı temalı zaman reklamı/@jimi the kewl entirisinde örneklediğimi düşünüyorum. adam önyargı beslediğinin farkında olmadan önyargılılığa karşı çıkabiliyor. adalet için öldürenler ya da demokrasi götürmek için bomba yağdıranlar da kendilerince, "demokrasi iyidir" gibi bir üst önermeden sapmamış oluyorlar. oysa beriki için bu tam anlamıyla bir sapma ve adaletsizlik örneği. bunun gibi yığınla örnek bulunabilir; hâl böyle olunca bütün bu, "önyargısızlık iyidir", "adalet iyidir", "üstün ahlâk güzel bir şeydir" gibi üst önermelerin sınırları kesin bir şekilde çizilemeyeceği gibi onlara dayalı (onlardan kaynaklanan) alt önermeler de ("empati kurmak iyidir" gibi) tümden kusursuz görülemez. ben hiçbir değerin tartışma-dışı olamayacağını düşünüyorum; her değeri her defasında yeniden değerlendirmek zorunda kaldığımı bilirsem, bunu bir sorumlulukmuş gibi kabullenirsem, zaman içinde başlıktaki önyargısızlığın erdemine nispeten yaklaşmış olurum. çünkü kendimi her şeyden, her değerden soyutlayıp, değersizlik değerine yamayınca önyargısızlığın kendisi de mecburen düşün faaliyetlerime sıçrar. çünkü önyargının koşulu, bir değerden başka bir değere yönelmiş olmaktır; oysa ben değersizlikten herhangi bir değere yöneldiğimde, onu eski değerimden ötürü ne kabullenmek ne de reddetmek zorunda kalırım. böylece bendeki, sürekli değerini yenileyen mekanizma beni diğer insanlardan ayırmada en kuvvetli silah olan hislerimi dışlamış olur. hislerimin dışlanması benim tarafgirlik olanağımı da ortadan kaldırır. çünkü bu hisler, varlıklarıyla beni değer karşısında taraf olmaya itiyor.

    belki de şair catullus'un odi et amo'sundaki diyalektik tam da burada geçerliliğini ilan eder; hem seviyorum, hem nefret ediyorum; ikisini birden, aynı anda yaparak karşımdaki değere karşı önyargılı veya önyargısız olma ihtimalimi bile ortadan kaldırıyorum. böylece mitolojinin aktardığı geçmişe dönük altın çağ ve geleceğe dönük cennet tasarımının en yetkin şekilde doyurduğu kıyasa artık ihtiyaç duyulmamış oluyor. çünkü ben tam anlamıyla bir tarafsızım, mevcut değerlerle karşılaştırılamayacak bir değerle anlamlanmışım; mevcut değerleri kendi süzgecimden geçirirken, kimse beni önyargılı ya da önyargısız diye itham edemez, çünkü ben o değere başka bir değerden sıçrıyor değilim, bizzat sıfır noktasından onu kabul etmeye ya da reddetmeye yazgılı olmadığımın bilincindeyim. bu bilinç tek tek bütün insanlara aktarılırsa, zaman içinde benim homo insipiens dediğim tipin de görünümü değişir. ama bu müthiş bir ütopyadır; zaten ben ütopyaların amacının "anlatılanı gerçekleştirmek" değil, "anlatılanı gerçekleştirme yolunda daha küçük ölçekte mevcut sorunları gidermek" olduğunu düşünüyorum. yani insanı daha önyargısız kılmaya çalışmaktansa, daha tarafsız kılmaya çalışarak, ondaki kalın kafalılığı yok etmeye çabalayabilirim. çünkü onun kabul ettiği kadar kabul etmediği de, kalın kafalılığından kaynaklanıyor olmalıdır.

    başka hedeflerden başka neticelere ulaşmak da mümkün. insandaki hak arayışıyla ilgili de bunu söyleyebilirim; adamın cam çerçeve indirişinde ya da kaldırım taşı söküşünde demokratik hakkı değil de, demokratik hakkını kullanım sahasında onu buna iten nedenleri irdeleyebilirim. böylece o kaldırım taşını bana atsa bile ben ona önyargıyla yaklaşıp yaklaşmama hakkımı bile kullanmamış olurum; w. b. irvine'in "stoacılar zombi değildir" minvalindeki sözlerine nazire olsun, kendisine önyargısızca bile yaklaşmadığım birine karşı zombiymişim gibi tepkisiz görünerek tepkili olabilirim, çünkü ben hislerimi birbirini yok edecek şekilde terbiye etmiş olurum, ne severim (amo) ne de nefret ederim (odi); çünkü her ikisini birden, -aynı anda- yaparım. önyargısızlığa reçete hazırlamak bile onun tuzağına düşmek demektir.
  • "önyargısızlık bir yargısızlıktır" yahut "önyargısız yaklaşım bir önyargıdır" ikilemlerini akıllara getiren kavramdır.
  • (bkz: #16990832)
  • "bu bende var" diyeni meşe odunuyla kovalarım. yok böyle bir şey. az veya çok, herkes önyargılıdır.
  • birey kendi doğrularını sorgulamaya başladığı çağlarda (erken ergenlik) bir aydınlanma ışığı ile (bu çevresinden bir etki olabilir,okuduğu bir kitap olabilir,dinlediği bir parça olabilir,yada tesadüfen kafasına denk edebilir) yanıp tutuşabilir.o esnada çocuksu yargılarını hayatının o evresinden sonra devam ettirmenin mantıksız olduğunu kavrar kanımca.

    benim savım ise o evreden sonra önyargı oluşmasının imkansız denecek derecede az olmasıdır.insan önyargılarını yıkıp yeni yargılar inşa etmeye başladıktan sonra zihnindekiler sadece yargıdır ve karakterinin getirisidir.çok sabit fikirli yada değerlerine sıkı sıkıya bağlı insanların önyargılı yaftasına dahil edildiğini görüyorum ve yanlış buluyorum.her insan esnek fikirli olmak zorunda değil.senin değiştirmeye çalıştığın aslında onun yargıları,ön yargıları değil.

    bunun yanısıra,erken ergenlikte gelişmeye başlaması gereken bu sürecin,yaşlılık çağlarına adım atmış insanlarda daha başlamadığına bile şahit olmuyorum değil.neden?bunu çok sorguladım.ve şöyle bir mantığın yanlış olmadığını düşündüm.bu durumun altında o aydınlanma dediğim parıltılı! süreçten önce kafasına kendi edindiği değil de tüm toplum tarafından doğumdan itibaren kabul edilen yargıların zerk edilmesi yatıyor.bu öyle birşeyki çocuğun doğumundan önce düşünmesi gereken şeylerin tahlil edilmesi gibi.

    fiks verilen bir örnektir,ama güzeldir çünkü herkes tecrübe etmiştir.ben de vereyim.bir insan doğduğunda sobanın veya ocağın sıcak olduğunu bilmez.bunu ona dokunduğunda anlar ve zihninde bir yere kaydeder.çektiği acı onu korkutmuştur ve bu onun için "kötü" dür.ama şaşırtıcı birşey var.bizim toplumumuz bu çocuklara daha doğup düşünmeye başladığı anda sobanın sıcak,ve ona dokunmanın "kötü" birşey olduğunu öğretebiliyor.neyle mi?dinle ve ahlaki kurallar ile.çocuğun kendi kendine seçip deneme-yanılma imkanı bile olmuyor örneğin.

    ne diyorlar bilirsiniz. (bkz: biz babadan böyle gördük) . eyvallah öyle gördün ama,baban her zaman haklı mı?biraz da babadan görmediğin şeyler ile yaşamayı denesene.

    neden din diyorum?nedeni açık değil mi.bugün açın arşivleri bakın gündeme dank etmiş önyargı tartışmaları hep toplumun o "derin ahlak" sendromu yada dini inançlarına ilişkindir.bunu yaşam biçimine yaymış bir insanın önyargısız olma şansı var mı?

    işte bence önyargı budur.daha önyargılarınızın bile oluşamadığı dönemde bu özgürlüğün sizden alınıp yerine herkes tarafından kabul edilen (ebeveynleriniz tarafından bile) yargıların işlenmesi.ve daha zihinsel gelişiminiz tamamlanmadan değişmez yargılara sahip olma durumunuz.
  • bazı konularda kesinlikle olması gereken şey. mesela tanımadığımız bir insana. veya yeni doğanlara ve ölüme yaklaşanlara.
hesabın var mı? giriş yap