• konstantinos kavafis'in ithaka'ya yolculugu anlatan siirin ismi ise ithakadır. türkçe çevirisi için (bkz: ithaka/7).
  • asıl adı ithaka olan, çevirisini cevat çapanın yaptığı oldukça anlamlı ve güzel bir şiirin sözleri.
  • demir özlü'nün 1998 yunus nadi roman ödülü'nü kazanan yapıtıdır.
  • hiç aklından çıkarma ithaka’yı.
    oraya varmak senin başlangıç yazgın.
    ama yolculuğu tez bitirmeye kalkma sakın.
    varsın yıllar sürsün, daha iyi;
    sonunda kocaman biri olarak demir at adana,
    yol boyunca kazandığın böyle şeylerle zengin,
    ithaka’nın sana zenginlik vermesini ummadan.

    sana bu güzel yolculuğu verdi ithaka.
    o olmasa, yola hiç çıkmayacaktın.
    ama sana verecek bir şeyi yok bundan başka.
    onu yoksul buluyorsan, aldanmış sanma kendini.
    geçtiğin bunca deneyden sonra öyle bilgeleştin ki,
    artık elbet biliyorsundur ne anlama geldiğini ithakaların.
  • (bkz: demir özlü)

    büyükada'da geçirdiğim lodoslu bir günün sonunda, kendimi arkadaşımla birlikte yağmurlu bir kadıköy'de sahaf gezerken buldum. girdiğim ilk sahafta, -imge sahaf- en çok aradığım üç yazarın da kitabını buldum. demir, ferit ve svevo. ithaka'ya yolculuk'la yollarımız böyle kesişti. sonrasında da hemen okumaya başladım. içerisinden 11 eylül 998'de deniz kavukçuoğlu tarafından bir gazete için yazılmış köşe yazısının kesilmiş hali çıktığı için çok mutlu oldum.

    ithaka'ya yolculuk, demir özlü'nün 982 yılında yazmaya başladığı, nihayetinde 996 yılında ilk baskısını yaparak 997'de 998'de en iyi roman ödüllerini kazandığı kitabı. kitapta demir özlü, diğer kitaplarına nazaran farklı olarak yeni bir teknik deniyor. kendi anılarını, sanki karşısında ona soru soran bir kitap sesi varmış gibi kaleme alıyor. bu sesin soruları da, genellikle onu anlamamızı pekiştirecek ve anıların akışını yönlendirecek nitelikte.

    kitap, çoğunlukla demir özlü'nün yaşamının kentlerde nasıl sürüklendiğini anlatıyor. bunu birinci ağızdan dinliyor olmak ve somut anılarla rastlaşmak bana çok iyi hissettiriyor. özellikle onun yaşamının izini sürdüğümü düşündükçe daha da anlam kazanıyormuş varlığım gibi hissediyorum.

    beyoğlu sokaklarındaki gençlik yaşamı, kenti bir labirent olarak algılayışı, arkadaşlarıyla yaptıkları öykü alışverişi, tezer'in ilk gençlik intiharları, babasının ölümü, babaannesinin -tezer'in deyişiyle bunni- ölümü, yaşanan politik olaylar, stockholm'deki sürgün yılları, yazına bakışı, ilk aşkı, yaşanılan mekanlar, geçmişte bırakılan kişilikler, çocukluk anıları, kent yaşamları... sayfalarca akıp gidiyor ellerimizin arasından. demir özlü, bu anlamda kavafis'in ithaka şiirine gönderme yapıyor, ve ithaka'ya ulaşma çabası olarak görüyor yaşamını. sonrasında da, tüm yaşamın aslında yeraltında notlar'da da bahsi geçtiği gibi anlamsız olduğunu vurguluyor. tüm yaşantılardan sonra, günün sonunda elimizde kalan tek şey: nihilizm. ondan kaçış yok.

    özellikle babasını ve tezer'i anlattığı bölümler benim kalbimi çok acıttı. önceden tezer'in anlattığı bazı olayların aynılarını demir'den de dinlemek o kadar hislendiriyor ki beni. onların yaşadığı yerlerde yürümek, onların deneyimlediği şeyleri deneyimlemek ve onların hislerini duyumsamak benim için aşırı önemli hale geliyor.

    son haftalar benim için duygusal açıdan biraz zordu. yaşamı halı altına süpürdüğüm hislerimle sürdürmeye çabalıyorken, bir gece başkalarının "sarsıntı" diyebileceği bir şey yaşadım. kendimi yabancı insanların karşısında buldum, ve birkaç gün sonra da kabullenemediğim yalnızlığımla yüz yüze geldim. demir ve tezer'in kentlerde sürüklenişlerinde, "gitme" isteklerinde, ben de kendi yalnızlığımı ansımıyor muyum. ama neden onlar gibi bu derin ve çarpıcı yalnızlığı tüm içtenliğimle kucaklayamıyorum. henüz onlar kadar adım atmadığım için mi dünyada. bilmiyorum.

    bir gün, çinili han'a gittik. beni ilk kez oraya bir arkadaşım götürmüştü. ama bir akşam vaktiydi, bu yüzden üst katlara çıkıp apartman boşluğunda birkaç dakika geçirebilmiştik sadece. fakat bu sefer bir öğleden sonrası vakti gittik ve oranın çinileriyle çevrelenmiş girişinde oturup çay içme fırsatı bulduk. demir'in orada beş yıl yaşadığı gerçeğini aklımdan geçirdikçe, ve onun o sahanlıktan geçerek gününe başladığını hatırladıkça kendimi özel hissettim.

    gelecek hafta, nadir kitap'ta bir şeyler bakıyorken, demir özlü'ye ait bir kartvizit gördüm. onun stockholm'deki ve istanbul'daki adresi yazıyordu. istanbul'daki adresi, feriköy'de bulunan şen apartmanıydı. tam o sıralarda, ithaka'ya yolculuk'ta feriköy'deki ev bölümünü okudum. o çevredeki yaşamından, beyoğlu'ndaki yaşamından söz ettiği kadar söz etmese de, şu oldukça açıktı: feriköy'deki yaşamı solumayı seviyordu.

    garip bir tesadüf eseri olarak, kartvizitin satıldığı sahaf da, feriköy'ün kenar mahallelerinde bulunuyordu. sahafa gittim. kartviziti ve demir özlü'nün bir kitabını daha aldım. sonrasında şen apartmanına doğru yürümeye başladım. hava kararıyordu. sokağa geldiğimde elimle bulmuş gibi apartmanı buldum. kapısına yaklaştığımda beni en çok şaşırtan şeyle karşılaştım. zilde hala "özlü" adı yazılıydı. o evin hala onlara ait olup olmadığını bilmiyorum. ışıkların kapalı olmasına rağmen zile bastım, doğal olarak açan da olmadı. neden bilmiyorum. o an yaşama karşı büyük bir dışlanmışlık ve yalnızlık hissettim. kapı açılsaydı, ben de ithaka'yı mı bulmuş olacaktım. bilmiyorum. arkadaşım, bu olayı anlatınca alman romantiklerinden daha beter olduğumu söyledi.

    boğazıma oturan yumruyla, sanki bir suç işlemişim gibi oradan aceleyle uzaklaştım. istemeden de olsa gözyaşlarım sakince akmaya başladı. feriköy'deki kalabalıkla göz göze gelerek sokaklarda bedenimi sürüklüyor, ve kentin içerisinde tıpkı demir gibi nereye yürüdüğümü bilmeden yürüyordum. sonra sigaram bittiği için birinden sigara istedim. çocuk cebinden çıkardığı önceden sarılmış tütününü bana verdi. ne gariptir ki, ne zaman kendimi ziyadesiyle kötü hissetsem ve birinden sigara istesem, hep tütün içiyor oluyorlar. ucuz ve acı tütünlerini içerek yürümeye devam ediyorum. midem bulanıyor, ama bu bulantıyla yaşamayı öğreniyorum.

    ithaka'ya yolculuk'tan sonra sahaflarda arayacağım yeni kitap, peter handke'nin "mutsuzluğa doyum" kitabı. son zamanlarda çok vaktimin olmamasıyla birlikte, yeni kitaplar okumak adına da heyecanım az sanıyorum. yalnızca, bu sene geçmiş senelere göre az kitap okumuş olmak beni üzüyor, ama öte yandan, beni büyüten kitaplar okuduğum için de mutlu oluyorum.

    gün geçmiyor ki, kendi varlığımı daha da yadsır hale geliyorum. umarım bu varlıkla, ve en önemlisi yalnızlıkla yüzleşebilir, ve onları içtenlikle kabul edebilirim.

    kitapta bahsi geçen bazı şeyler:
    -peter handke - mutsuzluğa doyum
    -lebon pastanesi
    -tokatlıyan
    -nisuaz pastanesi
    -cumhuriyet pastanesi
    -baylan pastanesi
    -taksim'deki istanbul kulübü'nün geniş, tahta, soluk mavi renge boyalı antik kapısı
    - serkl doryan kulübü
    -hachette kitabevi
    -sander
    -saray kitabevi
    -venüs sineması
    -eftalikos kahvesi
    -rumeli hanı
    -krepen pasajı
    -cumhuriyet meyhanesi (balıkpazarı)
    -ar sokağı, ar sineması
    -melek sineması
    -malta çarşısı

    --- spoiler ---

    > yaşamak, birçok şeyi görerek, sadece olanakları bir bir tüketerek, yaşamı elden kaçırmaktan başka neydi ki? şimdi istiklal caddesi'nde kim bilir kimler dolaşıyor? 51

    > yağmurlu günlerde, istiklal caddesi'nde, kaldırım boyunca yürüyen gençliğinin solgun imgesi... o imge izleyecek seni. 53

    > birdenbire, senin hiç beklemediğin zamanda geliveren o boş günlerde yapacak pek bir şey de kalmadığından, vakit geçirmek için -sanki varlığının araştırmasını yapıyormuşsun gibi- çıktığın o sokaklarda dolaşıyorsun. 64

    > tünel alanı'na yakın, yüzyıl başında yapılmış belediye vı. dairesi yanından kuledibi'ne inan oldukça dik yokuşta, çinili han adı verilmiş büyük bir yapının dördüncü katında beş yıl oturmuştum. 94

    > "komünistmiş, onun için hep kitap okuyormuş". 130

    > küçük kızkardeş kapıyı aralayıp bakıyor. ağabeyi ya kitap okumaktadır ya da duvara dayalı büyük masanın üzerinde büyük kağıtlara birşeyler yazıyor. onun, kentin eğlence mahallesi beyoğlu'nda birçok arkadaşı olduğunu biliyor. ama ağabeyinin ilgilendiği şeylerin -bu kitaplarla yazılar da var bunun içinde- yaşamda ilgilenilmesi gereken en iyi şeyler olduğunu sanıyor. küçücük holü geçip, ablasıyla yerleşmiş olduğu odaya giriyor. orada alman dilinde, koca koca kitapları var. onları açıyor, okumaya dalıyor. ağabeyinin arkadaşları da odasına geldiklerinde, kapıyı aralayarak bakmaya cesaret ediyor. onlar ya bir şeyler tartışıyorlar -bu sırada yatağın üzerinde de, kitaplıklar arasındaki küçük puflarda da oturanlar var- ya da bazen iskambil oynuyorlar. pencerenin dibinde, yerde açık duran kitaplar var. ağabeyi üç dört kitabı bir arada okuyor. ağabeyini yalnız bulduğunda, kentin kibar mahallesinden olan arkadaşlarından söz etmek istiyor; çünkü bir kolejli o, bu yüzden sınıfında zengin ailelerin kızları, onlar aracılığıyla tanıdığı zengin ailelerin erkek çocukları var. ağabeyi ona "kendi sınıfından ayrılma" diyor kısaca. sonra pencerenin önünde doğru gidiyor. yerdeki açık kitaplardan birini alıyor eline. 150 (tezer özlü'den bahsettiği bölüm)

    > böyleydi yaşam. geniş bir arkadaşlık çevreni. beyoğlu bohemine benzeyen bir şey. 175

    > beckett'in kahramanları gibi kendi çöp tenekelerimizde ya da orada burada sürünerek yaşıyoruz biz. kim tersini ileri sürebilir ki? hangi hayat çok parıltılıdır ya da mutlulukla doludur? 179

    > bize kalan gittikçe derinleşip duran bir nihilizmdir. başka ne olabilir ki? 179

    > yaşamın bize taşıyıp durduğu şeyler, hepsi, bana bir iğretileme gibi geliyor artık. bir gün gözlerimizi kapayacağız ve bütün bu imgeler yığını uzaklaşıp gidecek bizden. o sırada düşünebilmek için bir anımız olursa, bunun sonsuzca acı verici bir an olduğunu fark edemeyeceğiz bile. paranoid imgeler yığını. dönüşsüz bir yalnızlığa çekiliş. sonsuz-hiç içinde kaybolma. 180

    > bir gün, bir öğle vakti babam telaşla kapımı çaldı ve küçük kızkardeşimin başına bir şey geldiğini söyledi bana. uykulu haldeki bu küçük genç kızı aşağıya indirdik, hemen bulabildiğimiz bir taksiyle üniversite hastanesine götürdük. babam çok heyecanlıydı, ama en kötü olaylar karşısında da umutsuzluğa düşmeyen iyimserliğini koruyordu. böyle olaylar karşısında yapılabilecek şeyleri yerine getirirdi, ama sonuçtan da hep umutlu olurdu. onun birtakım sınırları aşan kötülüklere, akıl almaz felaketlere inanmak istemeyen bir yapısı vardı. inanmayan, göz göre göre kötülüğü yadsıyan bir yapı. ama bu defa biraz da haklıydı. birkaç gün sonra üniversite kliniğinde ziyaret ettiğimiz küçük kızkardeş iyi görünüyordu. kendisiyle ilgilenen doktorlarla arkadaş olmuştu, gülümsüyordu. çok fazla uyku ilacı almaktan doğan bir gençlik olayı gibiydi bu. 182 (tezer'in çocukluğun soğuk geceleri'nde bahsettiği, ilaç içtikten sonra üstüne midesi bulanmasın diye reçelli ekmek yediği intihar girişimi)

    > küçük kızkardeş yeniden bir sarsıntı geçirip de istanbul'a döndüğünde. annem orada, feriköy'de bir birinci kat dairesi kiraladı. ben, ülkede uzak bir yerde askerlik yapmaya gittim. sonra da, ben askerlikten döndükten sonra o mahallede bir daire satın aldık. birkaç sokak ötede. bu daire artık bizim aile evimizdi. 183

    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap