• yönetmenlik koltuğunda stanley nelson'ın oturduğu 2019 yapımı belgesel.

    belgesel dünya prömiyerini bu sene gerçekleştirilen 15. sundance film festivali'nde yapmıştı.

    bir vizyoner, kategorileri yıkıp geçen bir müzik kâşifi, cool kavramının vücuda gelmiş hali: miles davis. abd'de ayrımcılık döneminde her şeye rağmen yükselerek hayalini gerçekleştiren ve yeni bir müzikal ifade türünün doğuşuna imza atan miles davis, deney yapmaktan hiç çekinmeden cazın renklerini ve lirik ifade biçimini hep genişleten eşsiz bir modern amerikan sanatçısıydı. efsane müzisyenin kendi biyografisinden yola çıkan ve adını albümünden alan bu belgesel, davis'in quincy jones gibi dostlarıyla ve tarihçilerle yapılmış röportajlar ve daha önce görülmemiş video kayıtlarını da içeriyor, sanatçının aşklarından bağımlılıklarına, yaratıcılığından özgüven eksikliğine bütünlüklü bir portresini çiziyor.

    filmin afişi
  • --- spoiler ---

    2019 abd yapımı ve ünlü caz sanatçısı miles davis'in hayat hikayesini konu olan belgesel film. stanley nelson'ın yönettiği filmde davis'i kendi yazdıklarından yola çıkarak carl lumbry seslendirmiş. lumbry, davis'in sesine oldukça benzer bir seslendirme yapmayı başarmış. 115 dakikalık film, adını ise sanatçının 1957 tarihli capitol records'un yayınladığı albümden almaktadır. son olarak, filmin imdb.com puanı 7,4/10.

    konusu
    daha önce yayınlanmamış görüntüler ve ünlülerle röportajlar eşliğinde miles davis'i keşfedin ve bir caz efsanesinin gerçek hikâyesini öğrenin.

    netflix resmi sayfası - https://www.netflix.com/tr/title/80227122

    ímdb.com - https://www.imdb.com/title/tt9358200/

    trailer - https://www.youtube.com/watch?v=34r017yyna0

    --- spoiler ---
  • wow.

    biliyorum, fazlasiyla ozenti gibi duran bu kelime efekti ile yapilan tanim, yersiz addedilebilecek olsa da, ustanin yasamini, yasadiklarini ve muzige kattiklarini anlatan bu guzel belgesel icin, agzima ilk gelen kelime bu oluyor.

    tabi bu belgeselde, miles in ne tip bir asosyal ve insan olarak nasil bir dalyarak oldugunu da goruyoruz. bu bence savunulacak ya da hor gorulebilecek bir sey degil. ozellikle yaraticiligi ustunden hayat kuran insanlar icin. sanatcilar biraz delidir benzeri bir kliseye baglamak istemiyorum ancak, yeni bir seyler arayan, bunu baz alarak ureten ya da "farklilik" arayisindaki sinirlarda dolanan insanlardan biriyseniz, sonuc olarak, siradan, kurallara ve beklentilere uyan bir prototip olma sansiniz da kalmiyor.

    cunku o farkliligi, iyisi ve kotusuyle hissedebilmeniz gerekiyor.
  • miles davis le alakalı ne yapsan artistik ve cool olurdu zaten; mükemmel bir şekilde icra edip öncüsü olduğu şey dünyanın en rafine sanatlarından biri.
    bir yerde jaco’yu da gördüm; keşke ondan da iki kelime bahsetselerdi, ayıp etmişler.
  • sanırım 2020 içinde netflix kütüphanesine eklenen en güzel yapımlardan biri bu olsa gerek. bir diğeri için (bkz: the last dance).

    ilk olarak işin en güzel yanı adeta bir spotify playlisti gibi devamlı arka planda müziğin dönmesi. kahve mi içeceksin? aç abi bu belgeseli arka planda dönsün, sen iç kahveni. yürüyüşe çıkıp köpeğini mi gezdireceksin? yine aç bu belgeseli ver kulaklığa sesi aksın gitsin yağ gibi. arada carl lumbly'ın sesinden miles'ı dinlemekte cabası.

    ilk yarısında gerçekten adamın ciddi ciddi cool olduğunu iyice aktarıyor yapım. duruşundan kendine gösterdiği özene çevresindekilere olan yaklaşımında bunu gözlemlemek mümkün. ve frances ile olan ilişkisine ilk etapta gıpta etmemek elde değil. birbirlerini gerçekten güzel taşıyorlar. ama sonrasında alkol ve kokainin de etkisiyle boka saran şeyler yaşanıyor.

    ayrıca 1970 sonrası gittiği tarz değişikliğini her ne kadar kıvırabilmiş olsa da yapıma adını veren birth of the cool mevzusu daha çok 1970 yılına kadar geçen süre içinde geçerli bence. o yıla kadar yaptıklarını, fikirlerini gözlemledikçe ya da çevresinde toplayıp yolunu açtığı insanların düşüncelerini gördükçe "gerçekten adam cool olmanın zirvesi" diyor insan ama caz ertesi blues ve rock'n roll biraz ön plana çıkmaya başlayınca işin dengesi değişiyor. ve buna ayak uydurmak için tarz değişikliğine davranıyor.

    şimdi aklıma geldi de tarz değişikliği yapması birebir michael jordan'ın ilk emekliğinde babasının da hayali olan beyzbola girişmesi gibi. michael jordan'ın iyi olup olmadığını tartışmaya gerek yok bu su götürmez bir gerçek ama bu iyiliği onu beyzbolda başarıya götürmedi ve akabinde tekrar parkeye döndü. işte burada şunu söylemek gerekiyor, "insan her daim kendi üst sınırını kendisi belirlermiş" ama bunu davis'in yaptığını söylemek bana biraz güç geliyor. çünkü tarz değişikliği hususunda ısrarcı davranıyor ve farkında olmadan çöküyor hem yaşadıkları, hem değişen dünyaya farklı tarzda adapte olmaya çalıştığı için. oysa kısa deneme turları ertesi kendi müziğine, kendi tarzına dönüp devam etse belki elimizde kind of blue tadına başka albümler de olacaktı.

    üstteki sevgili suser bir yerlede jaco'nun göründüğünden söz etmiş. bahsettiği kareyi bende yakaladım ama hiç bir kaynakta jaco ve miles'ın bir arada çaldığını, çalıştığını göremedim. sadece marcus miller'ın miles ile çalarken jaco'nun anısına bestelediği mr. pastorius adında bir parça mevcut hepsini tek potada eritebileceğimiz. ayrıca marcus miller ne şanslı adamsın amk. tabiri caiz ise adam sana elvermiş :)

    düşünce olarak doğaçlama çalmanın daha iyi bir şey olduğuna inanması onun ne kadar iyi bir müzik adamı olduğuna dair en büyük kanıt bence. çaldığı pek çok insanı notasız ya da prova almadan kayda sokması insanın ruhundaki müziğe inanması ortaya çıkan şeyin çok daha doğal ve gerçekçi olmasını sağlayan bir unsur olsa gerek. ki en büyük örneği ascenseur pour l'échafaud için yaptığı albüm. ki yanlış hatırlamıyorsam müziklerin filmden daha ön plana çıktığından bahsediyordu belgeselin bir yerinde. konu doğaçlama ve zencilerin caz müzik yapması olunca şunu da bırakayım buraya maziden bir south park ve eric cartman klasiği olarak :) belgeselin bir kaç yerinde bu mevzu aklıma geldikçe güldüm kendi kendime token bass

    --- spoiler ---

    tanrı insanı cezalandırdığında istediğini yine de elde edersin, istediğin her şeyi elde edersin ama vakit kalmaz...

    --- spoiler ---

    sonuç olarak müzik, hayatınızda bir şekilde varsa izleyin. sizi cezbeden müzik türünün caz olup olmaması pek bir anlam ifade etmiyor burada. şahsen cayır cayır metal müzik dinlememe rağmen beni oldukça doyuran bir belgesel oldu. ki caz müzik dinliyorsanız ya da dinlemeye meyil etmiş bir haliniz varsa size çok daha tatlı gelecektir. zira belgesel boyunca bahsi geçen albüm ve sanatçıları bilmek alınan keyfi daha yukarıya taşıyacak bir faktör.
  • lisa simpson'in en sevdigi albumun adini almis belgesel. miles davis basli basina bir birth of the cool cok kendine has bir tarzi var, gercekten de dendigi gibi "a kind of black man who takes no shit." soyle bir soz var belgeselde, "i want to feel the way miles sounds" sanirim en dogru anlatan soz bu.

    maruz birakildigi irkcilik, siyahilerin medyada yansitildigi stereotiplerin aksine, miles davis tarzini, kilik, kiyafet ve yasam tarzi anlaminda, tam da bunlara tepki olarak olusturmus. yani, miles davis icin cool'luk bir tutum, secimli bir davranis orgusu, rastgele karsilasilan, sonradan olan bir sey degil. ilmek ilmek basarili bir sekilde olmus, zira belgesedekilerin de altini cizdikleri gibi, benim icinde cool kelimesinin bir iki karsiligindan biridir bu adam.

    ote yandan, miles'in insanlara karsi kayitsiz olmasi, onun miles davis olmasina baglanmis. oysa bir saat belgeseli izledikten sonra, akli olanlar bunun san sohret anlaminda miles davis olmasiyla ilgisi olmadigini gorur: surekli kavga eden bir ailenin icinde buyumus, babasi annesine yumruk atarak dislerini kirmis, miles'in gelecegi uzerinde belli ki hicbir uzlasmamalari olmamis -buna calacagi enstruman da dâhil- miles, ailedeki cocukluk travmalariyla basa cikma mekânizmalari olustururken, amerika'da sinif dinlemeyen irkciliga maruz kalmis. o kadar ki, paris'e gidip oradaki yasantiyi gorup abd'ye geri dondugunde bu nedenle bunalima dusmus ve eroine baslamis. eroin kullandigi surec o kadar kotuye gitmis ki, babasi bir gun sahneden alip eve goturmus ve miles'in eroini birakma sureci baslamis. burada bir parantez acmak istiyorum, bu bolum belgeselin dogasi geregi oldukca yuzeysel gecistirilmis ancak eroin gibi agir uyusturcularin travmatik etkileri cok olur. bu tip kurtulmasi guc bagimlilikla savasan insanlarin yerine bir sey koymasi gerekir ve bunun icin kendilerini odullendirmeleri, soz gelimi bunun icin eroini birakislarinin bilmem kacinci yillarini kutlarlar cunku bu kutlamaya deger bir olaydir. girtlagindaki tumoru aldirdiktan sonra seyircinin ona gulmesi ve sahneden inmesi yine cabuk gecistirilmis ama yasayan icin omur boyu surecek kararlar aldiracak bir "an." belgeselin ilerleyen bolumunde davis'in gittikce az konusarak iletisim kurduguna dair gondermeler mevcut. bunca seyi suraya baglayacagim, miles davis'in kendi sozleriyle de anlattigi gibi "herkese karsi soguk olmasi ve kimseyle konusmamasi kendisini korumaya yonelik" atilmis adimlar. yalniz, iste bu cope mekânizmasini bazen o kadar iyi isletiyoruz ki, mekânizmanin kendisi sorunun kaynagi oluyor: (bkz: sema terapi)

    belgeseldeki romantize edildigi sekilde, sanatin iyilestiriciligi degil bu, sanatin devam etme gucunu saglamasi olabilir, hayatta ve ayakta kalmak icin bir neden vermesi olabilir. ama iyilestirmek? sanmiyorum.

    bitches brew ve on the corner albumlerinin hafiften bir para kaygisiyla yapildigi ama bir taraftan da bunu kendi bildigi sekliyle yaptiginin guzel bir manifestosu belgesel. cunku kesinlikle belgeseldekiyle dusuncem ayni, belli tip muzikleri dinleyemiyorum, kulagimin aliskanligindan ote gercekten anksiyete yapiyor. kafalar guzelken dinlensin diye yapilmis muzik turleri var, bu tip muzikler dingin bir zihne aci verir. uzgunum ama davis'in, rock, pop, acid janrasinin yukseldigi donemdeki cikislari da ben de anksiyete yapiyor, ciddiyim yani fiziksel etkileri oluyor, elektronik aletlerle yapilmis dogaclama muzige belki iki sarki tahammul edebilir bir album boyu? asla... ve yalniz degilim, yani bu benim aklimin, zihimin sinirlarinin yetersizligi ise oyle olsun st. louis'in en guzel abisi:

    "i've never understood what was so appealing to so many people, i was trying to figure out what he heard in it. i did not understand. plus it didn't sound good"

    tam da bu aslinda muzik olarak dahi gormedigi muzige yaptigi miles davis dokunuslarindan sonra kendisini artistically drained olarak tanimlamasi bosa degil. tezimi tekrar edecegim, dinleyene saygim sonsuz, desteklerim ama bana gore, acid, hip hop elektronik ve bunlarin karisimi muzikler ayik zihinleri yorar, sizi panik atak hastasi yapar. tabii muzigi gercekten dinliyorsaniz ben dinleyemem uzun sure maruz kalirsam oturup aglayabilirim. ulan adam eroin bagimliligindan cikti, kind of blue'yu yapti, bu muziklerden cikti depresyona girdi.
    yukaridaki soyledigime donecegim, modern toplumda sanatin iyilestirici gucu diye refere edilen sey, aslinda sanatin yara bandi olma gucu bana gore. bandi sokup attiginizda ayakta kalmak icin sebebiniz kalmiyor, davis'te olan da tam olarak buymus gibi. bu konser ve albumlerden sonra 6 sene boyunca trompetine dokunmamis, cunku muzik olduguna inanmadigi bir muzigi yapti, cok para kazandi o da dogru ama eninde sonunda kendisini "hirsiz" gibi hissettigini dusunuyorum. yine de, elektronik bass, gitar ve davulla bu surecten cikip seneler sonra geri dondugunde daha kendi gibi. bu muzigine de yansiyor, gurultu degil. muzik, yaptigi muzikten keyif aliyor. artik trompetine hic dokunmadigi alti yil icinde, yaptigi muzigi, muzigin gidisatini sindirmesi mi dersiniz... ne dersiniz, ama miles davis "okey bu sefer artik kesin bitti" dendiginin ikinci seferinde yine krallar gibi donuyor. yalniz zor tabii, 50 sene oncesinin muzik anlayisi farkli, studyo kayit sekilleri farkli, zambir zambir gencler var, kulakliklar, mikserler, bunlara ayak uydurmak genc ve saglikli biri icin bile zorken artik 60'larina yaklasmis ve omru donem donem yoyo gibi bagimlilikla mucadeleyle gecmis birinden bahsediyoruz. bu arada trompetin koruk gibi bir ciger, yanak sisirme yetkinligi, nefes alip verme yetkinligi gibi uyusturucunun alip goturecegi fiziksel gerekliliklere girmiyorum bile.

    miles davis de olsan, basarili bir dansci olan partnerinin hayatini ve kariyerini baltalayip onu ev ici yemege mahkum edebiliyorsun, kiskanclik krizleriyle duzenli olarak fiziksel ve psikolojik siddet uygulayabiliyorsun demek. bu da bizi suraya getiriyor;
    kadinlara dair haklar ve irkciligin bir kere saha siniflar ustu oldugunu gorurken, bizim bildigimiz anlamda miles davis olmak sinifsaldir. change my mind.

    ozetle bu belgeselin anlatmak istedigini boyle anladim ben.
  • sırf siyahisin diye bir klubün önünde beklediğini bahane edip bir polis arkadan vurup kafanı kanatabiliyor. ırkçılık bir müziğin en iyisi olmanı bir kenara itip seni diğerleri ile eşitleyebiliyor. bu şiddet ile diğer renkdaşların ile eşitleniyorsun beyazlar ile asla.
hesabın var mı? giriş yap