• tezkirenin eski dilde kullanılan çoğulu. ayrıca cevdet paşa’nın kırk tezkirelik yapıtının adı diye geçer. bu adla tarih kurumunca 80’lerde dört sarı cilt halinde basılmıştır. abdülmecit’in tahta gelişiyle başlar. arada tarihten başka, din ve dil tarihiyle ilgili parlak fikirler sunar ve savunur. sonlarına doğru da kendi gençliğini ve istanbul'daki yetişimini özlemle anar: “ol devirlerde ne güzel günler gördüm. ne tatlı ömür sürdüm...”

    bugün sözlüksüz yüzde yüz anlayamasak bile tezâkir’de cevdet paşa’nın dili dönemine göre hiç ağdalı değildir, öğretici ve harikadır, tanpınar’ın harika ifadesince paşa’nın arapça bilgisinden gelen “plastik bir eda” taşır. örneğin paşa saraybosna’da:

    “bir cumâ günü ales's-sabâh etraftan bir çok kız âvâzeleri ve gayet müessir şarkı âgâzeleri işitildi. 'nedir' deyu suâl ve tahkîka mecbûr olduk. meğer ki cumâ ve pazartesi günleri saray bosna'nın seyr ü temâşâ günleri olup bir gün şehrin bir tarafına ve bir gün dahi diğer tarafına çıkarlarmış ve mevsim-i bahârda her mahâllenin kızları böyle fevc fevc bir ağızdan şarkılar okuyarak mesîrelere giderler ve gayet hazîn ve müessir şarkılarla âşıklarına mevsim-i safâ ve yevm-i temâşâ olduğunu ihtâr ederler imiş. ol gün biz de vâli paşa ve mâ'iyyet me'mûrları ile birlikte seyir yerine gittik. gördük ki bir çok kızlar el ele tutunup boşnak lisânınca eş'âr okuyarak kendilerine mahsûs ve alafranga oyunlara müşâbih güzel oyunlar oynuyorlar. delikanlılar dahi karşılarına dizilip temâşâ ediyorlar ve gâhice ırz u nâmûsa dokunmıyacak vechile yek-diğere söz atıyorlar. sahîhen şâyân-ı temâşâ bir hâl-i ferah-fezâ idi. kızlara ikrâmen çalgı getirtip çaldırdık ve ba’zı hulviyyât ihdâsiyle taltîf eyledik. bir mertebe daha kendilerine şetâret ve oyunlarına halâvet geldi. mesîreden avdet edip gelirken reh-i râstımız üzerinde bir büyücek hânenin önünde bir çok kalabalık gördük. meğer mesîreden avdet eden kızların bir gürûhu ol hâneye toplanıp ve sokak kapısını ve pencereleri fora edip şarkılar okumakta oldukları hâlde bir takım delikanlılar dahi sokakta dizilerek onlar ile muhâvere ve mu’âşaka ederlermiş. bizleri gördükleri gibi kızlar sokak kapısını kapayıp delikanlılar dahi dağıldı. fakat içlerinden birisi karşıdaki duvara dayanıp dona-kaldı. yanına geldik gördük. arkasını duvara verip hayrân hayrân ol hânenin penceresine nigerân oluyor. müsteşârımız belgrad’lı râşid paşa vâsıtasiyle anı istintak ettirdik. öğrendik ki bu bîçâre üç seneden beri bir kız ile sevişip her gün çarşıya gidip gelirken subh ü mesâ iki def’a anın hânesine uğrayıp görüşür imiş ve bu kerre ol kız bu hânede bulunmağla işbu bîçâre dahi zulümat-ı hayrete dalmış olduğu hâlde orada müctemi’ olan kızlar ve kadınlar içinde cânânı temâşâ ediyormuş. sanki reng-âmîz bulutlar içinde mâh-ı tâbânı temâşâ ediyormuş. ne bizim kalabalığa geldiğimizden haber almış ve ne de etrâfındaki refiklerinin dağıldığından âgâh olmuş. hemen ol hânenin kapısını açtırdık. kızlar havli içinde göründü. ol kız dahi anların içinde bulundu. anı dışarı aldık. ‘bu delikanlı seni istiyor sen de anı istermisin’ deyu sorduk. ‘o beni nasıl sevip dilerse ben de anı öyle sevip dilerim’ dedi. ‘ya niçin bunlar tezvîc olunmuyor’ deyu sordum. kimi: ‘kızın vâlidesi izin vermiyor’ ve kimi: ‘oğlanın babası râzî olmuyor’ yollu vâhî özürler îrâd ile hakîkat-i hâli setr edecek musanna’ sözler söylediler. ‘bunların velîleri izin vermez ise ben emir veririm’ dedim. kemâl-i hicâb ile sükût eylediler. lede’t-tahkîk anlaşıldı ki izdivâca mâni’ olan ancak fakr imiş. çünki bosna’da bir delikanlı bir kız ile bir müddet âşıklık ederek nihâyet tarafeyn izdivâca karâr verdiklerinde delikanlı kıza yüksük gibi bir nişan ve hiç olmaz ise bir altın vermekle nâmzed olur ve müte’âkiben akd-i nikâh edilir imiş. bu bîçâre delikanlı ise yevmiye kazandığı para ile ancak kendi geçinirmiş. üç sene zarfında masrafından bir altın artıramamış ki ma’şûkasına nişan verip de nâmzed olsun. hakîkat-i hâle kesb-i vukuf ettiğim gibi kıza nişan olarak vermek üzere delikanlıya beş-altı aded yüzlük altını verdim. o dahi kıza îtâ ile nâmzed oldu. hemen mahkemeye gidip de akd-i nikâh etmeleri kaldı. kendisine dahi harclık olmak üzere yedi-sekiz altın verdim. kızın vâlidesine haber gönderdiler. o gele-dursun bu sırada bosna mollası efendi mesîreden avdet ile oraya geldi. derhâl anı diğer lâzım gelenler ile ol hâneye idhal ettik. hemen bu iki âlüftenin nikâhını kıydılar ve derhâl bir ferâce bulup kıza giydirdiler ve ol hânede müctemi’ olan kızlar aşağa inip ve ref-’i perde-i nâz ederek el ele tutunup sanki içlerinden birini gaib ettiklerine te’essüf ediyorlar gibi gayet hazîn ve sûznâk sesler ile şarkılar okuyarak ve ağızları sulanarak güzel oyunlar oynamağa başladıkları sırada biz dahi vâli paşa ve ma’iyyet memûrları ile birer iskemle bulup sokak ortasında otururken mesîreden avdet ile oraya uğrayan çalgıcılar dahi sokak ortasında oturup âhenge koyuldular. etrâfa dağılmış olan delikanlılar dahi gelip toplanarak ve her biri bu cem’iyyet içinde sevdiği kızın raks u reftârına nigeh-endâz-ı hayret olarak sîr-âheng oldular. bu sırada gelin kızın vâlidesi gelip kızının düğününe yetişti. ‘bu ne’ deyu âdetleri üzere ca’lî olarak mırıldanmak istedi ise de: ‘sus bu iş müfettiş efendi’nin emriyle oldu bitti’ dediler. o da susa-kaldı ve hakîkat memnûn ve müteşekkir oldu. kızı ve güveysi ile barıştı. anlar dahi birbiriyle kavuştu. akşam yaklaştı. biz hükûmet konağına avdet ettik. kalabalık dahi dağıldı...”
  • cevdet paşa'nın kazasker sıfatıyla idari amir olduğu fırka-i ıslahiye'yle ilgili kısımdan; çukurova, 1865-66 civarları:

    "... çünki bulanık'daki tabur bu kerre fırka-i islâhiyye'ye karışmış olduğundan bu vakte kadar hisâbını kat' etmesi emr olunmağla bulanık'da bulunduğu müddetce erzak ve sâire muhtarlar ma'rifetiyle karyelerden toplanıp verilmiş idi. ahâli bu makule şeyleri beylere ve ağalara meccânen veregelmiş oldukları cihetle bu eşyânın esmânını almak ümidinde değiller idi. fakat rü'yet-i muhâsebe ile alacaklarının te'diyesi emr olunmağla kanber efendi ve ba'z-ı muhtârân gelip tabur binbaşısı ve kâtibi ile rü'yet-i muhasebeye giriştiklerinde kıyye ve fî'et ma'lûm olmadığından hayrette kalmışlar. bunlar bir çadır içinde hisâb ile meşgul olduklarında fakir dahi böyle bir muhâsebe-i nâ-şinîdeyi görmek üzere bi'z-zât çadır önüne vardım ve bir sandalye üzerinde oturdum. binbaşı: "yağın kıyyesi burada kaç kuruşadır" deyu suâl ettikte kanber efendi ile arkadaşları birbirinin yüzüne bakıp: "kıyye nedir" deyu sordular. meğer bunlar kıyye ve dirhem isti'mâl etmeyip yalnız batman kullanırlarmış. hâlbuki haleb ve maraş cihetlerinin batmanları muhteliftir. bulanık batmanı kangısına muvâfık olduğu ma'lûm değil idi. lede't-tahkîk maraş batmanına muvâfık olduğu anlaşıldı ve hisâbı bu batman üzerine görmek lâzım geldi. bunun üzerine tabur kâtibi: "pek iyi yağın batmanı burada kaç kuruşadır" deyu sordu. "burada para ile yağ alıp satan yoktur" dediler. "ya birinize yağ lâzım olursa ne yaparsınız" denildi. "komşudan alırız. ana lâzım olursa o da bizden alır" dediler. binbaşı: "ya nasıl edelim efendi" dedi. kanber efendi biraz tefekküre vardı ve kalkıp bulanık'lılardan bir ihtiyar âdem çağırdı: "sen bir kaç sene evvel maraş'a gitmiş idin. orada yağın batmanını kaç kuruşa veriyorlardı biliyormusun" deyu sordu. "evet ol vakit şu kadar paraya olduğunu işitmiş idim" deyu cevâb verdi. anın rivâyeti üzerine vaz'-ı fî'et olundu. ba'dehû tabur kâtibi: "soğanın batmanı kaç paraya" deyu ol ihtiyar âdemden sordu. ihtiyar tebessüm ederek: "soğanın para ile alınıp [satıldığını] âbâ vü ecdâdımdan işitmedim" deyu cevâb verdi. çâre yok artık askerin diier yerlerdeki mübâya'âtına kıyâsen bir fî'et konuldu. bulanık'lılar dahi buna râzî oldular. ben de: "bu hisâbların netîcesi helâllaşmağa mevkuftur" dedim ve herifler ile helâllaştım. gâvur-dağlılar burada dahi fırka-i islâhiyye'den gördükleri âsâr-ı adâlete nazar-ı te'accüb ile bakarak taraf-ı devlete müncezib oldular. yerli ağaların ahâli üzerindeki nüfûzlarına za'f-ı küllî geldi."

    "...derûn-ı karyede her sabah tâze tereyağı çıkarıldığından yevmiye birer mıkdâr şey almak istedik. buraca dirhem ve kıyye ve fî'et mâlum olmadığından fî'etinin ta'yîninde zahmet çekildi. nihâyet bir su tası gösterildi. anın üzerine pazarlık edildi. pek ucuz bir fî'et kesildi. her gün sabahleyin bir tas dolusu âlâ ve tâze tereyağı alınırdı. ma'lûm olduğu üzere av etlerinin en âlası durrâc dedikleri kuştur. bu kuşların çukurova sanki vatanıdır pek kesret üzere bulunur. hacı osmanlı karyesi avcıları her gün durrâc vururlar. avcılar ile dahi pazarlık etmek istedik. akçe ile pazarlığa girişmediler. her durrâc başına şu kadar barut kurşun saçma istediler. biz dahi istediklerini vermek ve üstüne birer mıkdâr akçe dahi ilâve etmek üzere pazarlık ettik. her gün beşten ona kadar durrâc vurup getiririler ve bedeli olan barut ve kurşun ve saçmayı alıp giderler ve üst tarafındaki akçeye çendan ehemmiyet vermezlerdi. lâkin adana'dan fırka-i islâhiyye'ye pek çok esnaf gelip gitmeğe ve her türlü eşyâ getirip satmağa başladıkları gibi köylüler dahi derhâl paranın kıymetinin takdîr eder oldular. bir cumâ günü ma'iyyet me'mûrları ali kâhya'nın hânesinde kuzu yemek üzere ruhsat alıp gittiler. aşçı ve ba'z-ı levâzımat [alıp] götürdüler. resmen ali kâhya'nın vâlidesine müsâfir olup ali kâhya'nın on üç yaşında bir çocuğu dahi ayak üzerinde müsâfirlere hizmet ederken başkâtibimiz mazhar bey çocuğa hitâben: "para istermisin" deyu sormuş o dahi: "isterim" deyu cevâb vermiş. "parayı ne yapacaksın" demiş: "para ile ne yaparlar bilmem" dedikte: "ya bilmediğin şeyi nasıl istiyorsun" deyicek "bir kaç gündür bizim köyde bir para lâkırdısı çıktı. anınçün görmek isterim" demiş. bunun üzerine mazhar bey cebinden biraz çil akçe çıkarıp çocuğa vermiş. bakıp "tuhaf şey" diyerek geri vermek istedikte: "al senin olsun" demiş. "ya bunu ne yapmalı" deyu sormuş. mazhar bey dahi: "adana'dan gelen esnaf ve tüccâra bunları verirsen fes ve emsâli her ne istersen alırsın" demiş olduğunu çadıra avdette garâibden olarak hikâye eylemiştir. lâkin garîbdir ki para mu'âmelesini bilmeyen çocuklar bir kaç gün zarfında paranın kadrini öğrendiler. muhtarların çocuklarına bahşiş îtâsiyle şuraya buraya tahrîrât-ı mühimme gönderirdik. kemâl-i emniyyet ile götürürler ve para ile sâ'îlik ederlerdi."
  • imparatorluğun son dönem tarihi için yazılan en güzel magazin, dedikodu kitabı. zamparalıktan da bahseder kerhaneden de eşcinsellikten de. okurken hem güldürür, hem düşündürür.
  • "ahmet cevdet*, tarih-i cevdet ve tezakir-i cevdet'in yanı sıra, osmanlı medeni kanunu sayılan ve bir anlamda fransız medeni kanunu (code civil) karşıtı olup on bir cilde varan şeriat ağırlıklı mecelle çalışmalarıyla mütevazı osmanlı kültürünün vazgeçilmez başyapıtlarını yazmış, başta adliye nazırlığı, istanbul darülfünun'unda medeni kanun öğretmenliği olmak üzere pek çok önemli devlet hizmetinde çalışmıştır." serol teber - tutunamayanların politik psikolojisi
hesabın var mı? giriş yap