• senaryosunu crispian mills’in yazdığı, yönetmenliğini crispian mills ve chris hopewell’in yaptığı ingiltere yapımı film.

    başrollerde son yılların en önemli komedyenlerinden simon pegg ’den başka paul freeman, clare higgins, amara karan, mo idriss ve kerry shale var.

    konusu şöyle efendim; jack (simon pegg) çocuk kitapları yazan bir yazar iken suç romanları yazmaya girişir ve viktoryen döneme ait seri katillerin hayatlarını araştırmaya başlar. bu ayrıntılı araştırma onu paranoyaklaştırır ve anlamsız bir öldürülme korkusuna kapılır. aniden ortaya çıkan bir hollywood yapımcısı senaryosuna anlaşılmaz bir ilgi duyar. jack’in "büyük çıkış"ı olacakmış gibi görünen bu durum aslında onun "büyük çöküş"ü olmak üzeredir. jack en büyük korkuları ile yüzleşmek zorundadır, ki bunlar aşk hayatı, kirli çamaşırları ve bütün korkularının kökeni olan olaydır.

    fragman için...
  • bilim-kurgu ve korku edebiyatını zekice ti'ye alan bir filmden çok daha fazlası.

    --- spoiler ---

    uzun zaman önce. çok da uzun değil…

    manyak bir arşivimiz var. lakin bu arşiv ne pul ne de mp3. katil, uğursuz, habeşli, in, cin arşivi. bu gece öyle bir geceki kafama özellikle, hendon devi diye bilinen bir adamı takıyorum. kuzey londralı. kiracısını arsenikle kaynatıp sinek telinden geçiren bir hunhar. uyuyamayıp saatlerce o anteni düşündüm. birinin yemeğine arsenik koymuş olabileceğinden tırstım. nedensiz, sebepsiz, öylece. gece böyle geçti. sabah olunca tüm eşyalarımı karıştırdım ve bir şırınga izi aradım. deli miyim? evet.

    bir dedektif hikâyesi yazıyorum. nasıl katil olduklarıyla ilgili. nasıl o noktaya geldiler? onları şiddetle dolduran ve öldürmelerine sebep olan şey ne? neden toplu katliamı seçiyorlar? neden bir yazar olmuyorlar? demem o ki, aslında yazarlar ve seri katiller birbirlerine çok benzerler. kardeş gibidirler. hemingway der ki, “yazar olmak için ne gerekir?” mutsuz bir çocukluk dönemi. seri katillerinkiyle aynı şey.

    ben işkolik ve duyarli bir insanim

    insanlar benim hakkımdaki endişelerinde haklıydı. üç hafta geçti ve uzun kulak’ın kafası benimle oynuyordu. hayat siktiriboktandı. fakat yakında çok daha kötü olacaktı.

    size bir şarkı söyleyeyim mi? iıığğ, ıııhğğh. “akşamın gölgesi güneşi kovalarken/ gece gelir, gün biter/ karanlık ormanlardan geçerken bir ışık parladı/ bulduğum şey sensin/ seni görüyorum”

    gecenin 5’inde cadaloz menajerimden telefon geliyor. öykülerimden ve hikâyelerimden hoşlanıyormuş lavuğun biri. bu akşam 20:00 gibi buluşacağım onunla. bakalım ekmek çıkacak mı göreceğiz. onunla mecburen görüşeceğim, çünkü o yayınevi sahibi harvey humphries. benim pek ipimde değil ama, ipe ipe gideceğim. türkiye’de yazar olmak çok zor zaten. fazla zorlamamak lazım durumu. gerçi dur lan, ben türkiye gibi bir memlekette yaşamıyorum, oh, yaşadım, oh minnet, oh rahmetli su.

    londra’da her bir yayınevi sahibi ile beyaz şarap ve roka dolu masalarda oturup o dangalakları dinlemişliğim vardır. ama bu adamın adını daha önce hiç duymamıştım. humbolt mews’li harvey humphries. hiç hoşuma gitmedi. isim oldukça masum, fakat bir bit yeniği var. belki de beni endişelendiren, “harvey humphries humbolt” olmasıdır. ama arkadaşım garry gordon, garrick sokağı’nda yaşıyor ve bana hiçbir sorun çıkarmadı. hayır. “h” harfinin tekrar etmesinden daha güçlü bir şeyler var. acayip kıllandım ya la. sanki daha çok, harvey humphries adının kötü bir makalede geçmesiyle ilgiliymiş gibi. harvey… tabii yaaa! harvey yüzünden. harvey, dr. hawley harvey crippen’in göbek adıydı. bütün gecesini karısını parçalayarak 39 hilldrop crescent no:5’in bodrumunda geçirmiş. kadını kuşbaşı kuşbaşı doğramış ve yanında rakıyla yemiş. crippen bir amerikalı’ydı, lakin bir türk gibi davranıyordu götlek. humphries ise birkaç saat içinde benimle işini bitirince amerika’ya gidecekti. humphries’in crippen ile bir akrabalığı mı vardı? öğreneceğiz canlarım. sıkar, yemezler.

    gerçekler, tesadüften çok daha fazlasiydi

    pencereyi kapatmak için japon yapıştırıcısı sürme huyumdan bir şekilde vazgeçmeliyim aga. filmin yarısı bu sikimsonik yapıştırıcıdan kurtulmaya çalışmakla geçti bildiğin.

    hatırladığım en eski anım, alevler içindeki kilisede olduğumdur. 5 kasım 1979’da, yaşadığım yetimhanede yangın çıktı. biri yatakhanedeki mumu söndürmeyi unutmuş. allah’tan kimseye bir şey olmamış. 5 yaşındayken annem beni terk etmiş. bir gün bana ufak bir valiz hazırlamış ve ortadan kaybolmuş. çocukluğuma bir el feneri ile iniyoruz şu an. annemle ilgili hatırladığım tek şey, bana kitap verdiği an. siz, “peri masalı,” diyorsunu galiba. şu konuşan, tiksinç kemirgenler olan. açıkçası beni pek de rahatsız etmiyor. annemi özlemiyorum, çünkü onu hatırlamıyorum. sadece… bu mantıksız konulardan artık iyicene bıktım. ve evet, yeter lan, susuyorum tekrar. ne güzel senaryo olum bu ya, istediğim gibi konuşabiliyorum, oh, mis.

    çamaşırhanelerden korktuğumu size daha önce söylemiştim, lakin siz duymadınız tabi. şimdi olay şöyle aslında. ben aşırı derecede çamaşırhanelere karşıyım, yani onlar gerekli, ama ben korkuyorum ya, ne yapayım. çamaşırhanelerden aşırı derecede korkan dev bir kedi gibiyim. neyse, bir şekilde cesaretimi toplayıp çamaşırhaneye giriyorum. yıkayıp durulayacağım da bi’ donum var, bi’ külot, bi’ de atlet. o kadar yani. zaten olayın bu kadar küçük olması bile komik. elime yapışık bıçak olmasaydı bi’ sorun çıkmayacaktı. bıçak her şeyi mahvetti. bildiğin ayağımı kaydırdı, anahtarımı aldı benim o bıçak.

    şarkıya gelin hacı. demin çamaşırhanede fena şeyler oldu ve polis bana elektirink attı. bildiğin elektirinklendim ve hayatım gözümün önünden bir şarkı şeridi gibi geçti, tiffany schellenberg/ crispian mills’den geliyor, i’ll see you in my dreams: "seni rüyalarımda görüyorum/ rüyalarımda saklıyorum/ gitmiş olmana rağmen/ tam önümde durduğunu görüyorum/ acıyı hissedemiyorsam da/ öyle olsun/ bir zamanlar benim olan dudaklar/ parıldayan gözler/ birisi seni aldı/ kollarımın arasından/ hâlâ güzelliğinle titriyorum/ bu gecemi aydınlatacak/ seni göreceğim/ seni göreceğim, rüyalarımda" gitmeme izin verdiler sonra çok şükür.

    dünyanın en yalnız adamını size gösteriyorum, işte yandaki fotoğraf. benden bile daha yalnız. yazık ona. hiç kalabalık olamayacak, hep yalnız. bari biraz kalabalık olabilseydi, sonra yalnızlığın değerini ve tadını çıkartabilirdi. ama o hep yalnızmış gibi. sadece iki saniye kadar görüyor bu karakteri, ama benim kanım kaydı ona. niye yalnız ki o? yalnız olmasın o. yazık ona.

    şimdi eğlence zamanı işte. senaryo koptu. az önce acıdığım adam var ya. aha kardeşim. işte o tarz şeylere acımayacaksın. yoksa senin canını alması üç saniye bile sürmez. bizi –hani o güzel kadın vardı ya- bağlayıp zindanlara attı. üstümüze yağ sürüp, azıcık tuzlayarak yedi. evveliyatını…

    çamaşırhaneye gitmemeliydim işte. o benim en büyük korkularımdan biriydi. lanet çamaşırhanede ne işim var ki benim? tüğ allah belamı verdi benim. çocukken bir çamaşırhanede terk edildim. 6 hafta konuşamadım, çok korkmuştum. tam bir tur yaptım. hayatta kaldım, kendi ölümümü yaşamak için hayatta kaldım. bu kaderimmiş!

    son geri sayim başladi

    hasta ruhlu polis memuruna biraz sigmund freud’luk yapıyoruz. fena atarlanıyor yampiri.

    ölü bir adamin son isteği: döngüyü bitirmek için bir hikâye

    “bir varmış bir yokmuş… adı şey olan bir kirpi varmış. uzun zaman önce… çok da uzun değil. bir kirpi varmış. ismi de, brian’mış. brian ormanın derinlerindeki tuhaf vahşi dünya denen karanlık ve korkunç bir mağarada yaşarmış. karanlık çökünce, ormanda ulumalar yankılanırmış. brian’a göre bazen ay bile ona karşı pusu kurarmış. fakat brian korktukça sinirlenirmiş. bir gece iliklerine kadar korkmuş ve kendini bir canavara çevirmiş. kilo alıp, yüzünü boyamış ve kendine vahşi balthazar demeye başlamış. ama tuhaf bir şey olmuş. brian’a beklenmedik bir misafir gelmiş. “biraz daha gel de gözlerini çıkartayım,” diye kükremiş, parıldayan gözlere. “brian,” diye fısıldamış bir ses. “bu gerçekten sen misin?” “sen kimsin ki bana ‘brian,’ diyorsun?” demiş brian olabildiğince tehditkâr bir biçimde. “neden, brian değil misin?” kardeşi harold imiş, en son, uzun zaman önce annesiyle yürürken görülmüş. harold, “seni bulduğuma çok sevindim eski dostum brian, yalnızdım ve konuşacak kimsem yoktu,” demiş. fakat brian o yoldan geçmiş ve ardına asla bakmamış. geçmişi unutmuş ve ruhunu karartmış. “harold, dostum. küstah olmak istemem, ama kendine bir bak seni aptal. sen değersiz, acınası ve sümüklü bir aptalsın. seninle vakit geçireceğime solucanlarla otururum,” demiş. onu ağaçlara kadar sürükleyerek, çığlık çığlığa bağırarak kovalamış. “seni yiyeceğim ya da cehennemde görüşeceğiz!” fakat, kader araya girmiş ve brian kaybolmuş. daha da kötüsü, korkunç bir sis çökmüş. “merhaba,” diye ağlamış. “kimse var mı?” kimse cevap vermemiş ve brian çok korkmuş. işte tam o anda yalnız olmadığını görmüş. küçük, çiğnenmiş bir beden yolda yatıyormuş. yoldan geçen bir araba tam brian’ı ezecekken, harold onu kurtarmış. “neden beni bırakmadın?” demiş brian. “ölmeme izin vermedin?” “sen benim kardeşimsin,” demiş harold. “bunu nasıl yapabilirdim?” işte o zaman, küçük bir kirpinin, yolda ölen annesinin yanında ağladığını duymuşlar. aniden brian ağlamaya başlamış. bebeği alıp, ona sarılmış. bebeği alıp, ona sarılmış. “bu küçük şey bizi hatırlatıyor. annesini otobüs ezdiğinde yalnız kalmış.” “lanet kalktı,” demiş harold. “artık kurtulma zamanı. seni bir canavar değilsin. tıpkı benim gibi bir kirpisin.

    söylemeden edemeyeceğim oynadığım bu filmin son animasyon kısımları filmin kendisinden güzel oldu ya la. insan görmekten sıkılmışız.

    --- spoiler ---
  • bu filmi izlerken obsesifliği ancak bu kadar iyi anlatabilirlerdi diye düşündüm. imdb puanı baya düşük olmasına hiç anlam veremediğim çok keyifli bir film, özellikle simon pegg ' in performansı şahaneydi.
  • simon pegg'i seven ve mizahına, garipliğine aşina olanların imdb puanına önem vermeyip izlemesi gereken film, simon pegg'i çok sevmeme rağmen imdb puanı düşük diye izlemeyi erteliyordum, kendi zevkime güvenip imdb'yi kaale almamaya karar verdirtti.

    ölüme takıntılı obsesif bir çocuk yazarının, korkularıyla yüzleşmesini anlatan şahane film.
  • simon pegg i filmden çıkar johnny depp i koy.gansta rap sahnelerini korkulu müzikal şeysi olarak revize et.al sana milyon dolarlık getirisi olan tim burton filmi.iyi ki öyle olmamış tabi
  • spaced'i veya submarine'i seven bunu da sever diyerek saçmalamak istemiyorum ama imdb'deki puanı ile bu güzide film arasında büyük dengesizlik var.
  • şurdan izleyebildiğim filmdir. sizi bilemem.

    not: boşuna denedim açılmadı vs. ile köşeyi yeşillendirmeyin. link sizde açmıyorsa çözümü bende değil.
  • amerika'da 7 şubat 2014'te vizyona girecek film. nası yani demeyin olm işte öyle, haklarını universal satın almış sanırım. trailer bile yayınlamışlar.
  • geç de olsa vizyona girmesine sevindiğim film. kesinlikle o imdb puanından fazlasını hakeden bir filmdi umarım daha fazla seyirciye ulaşma imkanı bulur.
hesabın var mı? giriş yap