• "bu dünyada hiçbir şey uykusuz kalmaya değmez"
  • evinin çatısı uçup, içeri yıldızlar dolan bir adamın, yani ki abdullah efendi'nin, olağanüstü tasvirler eşliğinde ilerleyen hikayesi.

    tanpınar'ın romanları büsbütün ülke meseleleriyle ilgiliyken, hikayeleri büsbütün kişiseldir. işte bu hikayede de tanpınar'ın garip kişiliğinin macerasını görmekteyiz.
  • hikayede abdullah efendi şu şekilde tanımlanır:

    --- spoiler ---
    hakikatte abdullah efendi, ömürlerinin sonuna kadar kendileri olmaktan kurtulamayan, nefislerini bir an bile unutamayan, etrafındaki havaya kendilerini en fazla bıraktıkları zamanda bile, içlerinde,tıpkı alt katta geçen bütün şeyleri merakla takip eden bir üst kat kiracısı gibi köşesinde gizli, mütecessis, gayrimemnun ve zalim ikinci bir şahsın mevcudiyetini, onun zehirli tebessümünü, inkar ve istihfaftan hoşlanan gururunu ve her an için ruhu insafsız bir muhasebeye davet edişini duyan insanlardan biriydi.

    --- spoiler ---

    muhtemelen yanılıyorumdur ama bu öyküde abdullah efendi için yapılan tanımın aynı zamanda ahmet hamdi için de geçerli olduğunu düşüyorum. buna benzer bir karakter "yaz yağmuru" öyküsünde de bulunur. biraz farklı olarak kontrolcü bir ev sahibi değil, hacivat ile karagöz'dür kişinin freni. hatta "sahnenin dışındakiler" romanında sabiha benzer bir tanımlama yapar. bu yüzden hem ahmet hamdi hem de abdullah efendi nazarımda güzel insanlardır.
  • daha çok roman ve şiirleriyle anılan ahmet hamdi tanpınar 'ın en leziz hikâyelerinden biridir.

    hakettiği ilgiyi görmemekten yakınan yazar, ölümünün yaklaştığı günlerde kaleme aldığı hatıralarında abdullah efendi'nin rüyaları'ndan da bahseder:
    "ne yaptım! beş şehir 'le, okunmayan, hissedilmeyen beş şehir'le! büyük ve küçük hikâyeler, romanla türk edebiyatının bütün tarafıyım! bu eserlerden memnun muyum? orası başka.. fakat abdullah efendi'nin rüyaları, bilhassa birinci hikâye böyle tenkitsiz mi geçecekti?"
  • tanpınar'ın babasının kerkük kadılığı sırasındaki uşaklarından biri olan abdullah efendi adlı bir zatın hayatından esinlenerek yazdığı hikaye, hikaye ötesi.
  • abdullah ile abdullah efendi aynı kimseler değildir. aynı çatı altında yaşamalarına rağmen farklıdırlar. fakat bu farklılaşma hikayenin başlarında çok belli olmaz. birbirlerine karışırlar. ikisi -ama bu ikilik bir bütünden doğan bir ikiliktir- aynı teni paylaşırlar. hikaye ilerledikçe ise "abdullah"lı cümleler ile "abdullah efendi"li cümlelere değin bir ayrışma görülür. bu bir varoluş sıkıntısıdır, kim olduğuna karar verme, kendini bulma, "bir"liğe erme, "bir" olamama meselesidir. hikayenin başında şöyle yazar tanpınar:

    "hakikatte abdullah efendi, ömürlerinin sonuna kadar kendileri olmaktan kurtulamayan, nefislerini bir ân bile unutmayan, etrafındaki havaya kendilerini en fazla bıraktıkları zamanda bile, içlerinde, tıpkı alt katta geçen bütün şeyleri merakla takip eden bir üst kiracısı gibi köşesinde gizli, mütecessis, gayrimemnun ve zalim ikinci bir şahsın mevcutiyetini, onun zehirli tebessümünü, inkâr ve istihfaftan hoşlanan gururunu ve her ân için ruhu insafsız bir muhasebeye davet edişini duyan insanlardan biriydi. ah bu ikinci abdullah efendi, bu üst kat sakini... hayır, o kiracı değil, evin asıl sahibi, efendisi, hükümranıydı."

    evet, anlayacağınız üzere abdullah efendi, burada, freudyen bir yorum yapmak gerekirse, süper ego işlevi görür. o üst kattadır, abdullah'ın önüne bir şeyler koyar, takip eder, kontrol eder, durdurur. lokantada bıraktığı gölgesi kendi derûnundaki bu sestir. onu kadehler ile uyutsa bile onsuz yapamaz. lokanta yanar, kül olur; fakat yine o sesi bulmak telaşıyla koşmaktan geri duramaz, çünkü abdullah, o ses ile varlığını hisseder, onunla kendisi olur. peki abdullah; abdullah efendi'ye, bu sese, karşı koymayı ve onu "uyutma"yı nasıl gerçekleştirmiştir? bu da aslında abdullah efendi'nin bastırdığı şeylerin, bilinçaltından - ya da bilinçdışı- bilince yükselmesiyle olmuştur. çatının uçması, yıldızlardan onun, o tükenmez arzunun, gelmesi... tam burada bir nokta var, o da apartmanın çatısının apartmanın en üst katında olduğu gerçeği... yani bu değişime sebep olan, değişimden kaçınanın, direnç gösterenenin ta kendisidir, abdullah efendi'dir.

    hikayede geçen kadınların hemen hemen hepsinin sonradan, karakteri mahveden bir kusuru, ikiyüzlülüğü vardır. bu durum arzulanan nesnenin daha da uzaklaştırılmasına sebep olur. nesne uzaklaştıkça özne, muhayyilesinde daha çok deveran eder, araya mesafe koyar. bu da tasavvurun giderek daha da uzak bir noktaya doğru yol almasına neden olur. tanpınar'ın romanlarındaki ilişkiler için de aslında bu genelgeçer bir kuraldır. kim bilir, belki yazarın ölümüne değin süren yalnızlığının bir sebebi de budur ve bu sebep, eserlerine de sirayet etmiştir. hikayede aşk ile arzu sık sık birbirine karışır. bu elbet bilinçli bir karıştırmadır. aşık olmak için arzularının peşinden gider kahramanımız. uzaktan bakınca, "aşk ile arzuyu aynı kefeye mi koyuyor?" diye bir soru aklınıza gelir, sonra biraz yakına gelince karşı çıkarsınız ve bunun karakterin kendisiyle çatışmasının yansıması olduğunu düşünmeye başlarsınız. biraz daha yaklaşabilsek, duyabilsek, belki hakikatte aşkın da arzunun da, abdullah ile abdullah efendi gibi bir hüviyet arz ettiğini, bu ikiliğin özde olmadığını düşünmeye başlayabiliriz. ama bu birçok şeyin kıymetini azaltabilir mi? arzunun safiliği yahut aşkın o cezbeli hâli aynı şeye mi denk düşer? arzusuz aşk olur mu? zannetmem. arzunun mahiyeti değişebilir belki ama temelde değişmeyen bir arzu, bir istek hep vardır. belki aşk, arzu içredir ama arzu, daima aşka tevafuk etmez.

    hikayenin sonunda abdullah(abdullah efendi) bir eve girer. bu ev kendi zihni, muhayyilesidir. bölünmüşlüğü, sükûtu, boşluğu oradadır. o karşılaşılan çocuk karakterin kendisinden başkası değildir ve o masadaki billur sürahinin içinde, çocuğun oyunlarını izlediği su da, metaforik olarak, arzuya kavuşmanın değil, onunla oynaşmanın, beklemenin, uzak durmanın, uzaklaştırmanın verdiği hazzın yansımasıdır. zaten hikayede "su" imgesi birkaç defa geçer. bunu basit bir bedensel ihtiyaç olarak addetmek yanlış olur. bu "su su" inlemeleri bence tam şurada yerini bulur:

    "unutmak, bu ancak aşkla mümkündü: ömrün büyük ve serin pınarı..." pınar yahut sürahi, evet, hep koşulan fakat kanmanın mümkün olmadığı, "kurnası murdar" çeşmeler...

    bir de özellikle bu hikaye karakterleriyle, yazarın üslubuyla, karakterin başımdan geçenleriyle, mekanlarıyla, oğuz atay'ı ve onun kıyıda köşede kalmış karakterlerini, onların, hayal ile gerçek arasında yaşadıkları var olmak dertlerini, yalpalamalarını sık sık hatırlatır. bence oğuz atay bu hikayeyi mutlak keşfetmişti.
  • karanlık, puslu, nerede ve ne zaman geçtiği belli olmayan bir hikaye. kendiyle karşılaşanların hikayesi.
  • yayın kurulunun* pornografik içerikli bulması sebebiyle metin erksan'ın filme uyarlayamadığı öykü.
  • su eserlerle bir arada okundugunda/dusunuldugunde insana apayri ve cok daha buyuk bir urperti veren uzun hikaye.
    (bkz: kor baykus)
    (bkz: heart of darkness)
    (bkz: season of migration to the north)
  • ahmet hamdi tanpınar'ın zekasını, hünerini, kurgu maharetini derinden hissettirdiği hikayesi. belki kendi içinde yaşadıklarını anlattı, bilemiyorum. çünkü kullandığı motifler (rakam takıntısı, güzel kadın, su, yıldızlar vs.) kendi yaşamı ile özdeşler. "unutmak lazımdı, bir kiri üzerinden atar gibi unutmak..." diyor bir kısımda. sonra "bana gelince, kaybettiğim şeyi, yani kendimi hiçbir zaman sevmedim..." diyor. hayatın bütünlüğü ve basitliğini kaybettiği o yıldızlı geceden sonra hep kaçmaya çalışıyor. erkek ruhu üzerine bir başyapıt, ikiliğin sancısı bağlamında bir başucu eser. ve tanpınar'ın yaşadığı çalkantılara dair ipuçları veren sarsıcı bir hikaye. okuyan her erkek, kendine dair izler de bulacaktır.

    edit: ayrıca hikaye bana kara kitap'taki göz başlıklı kısmı hatırlattı. orada da orhan pamuk buna benzer bir metafizik deneyi galip üzerinden anlatıyordu.
hesabın var mı? giriş yap