• fuhş-i atik kitabının epub versiyonunu aradığım yazardır.
  • "ahmet rasim'e göre şehrin müslüman kesiminde yapılan islam zamparalığı karşı tarafa yapılan karşı hovardalığına göre çok tehlikeliydi. karşı hovardalık serbest, islam zamparalığı ise yasaktı. hele zamparalık yapılan ev tespit edilmişse... hemen mahalle ihtiyarları imamın başına yığılır, kalabalık toplanır, önde civelekler, delibaşılar, kabadayılar... gelip evi basar... çıngar çıkar... ve zaptiyeler eşliğinde karakol... polis sorar: 'kümese niye girdiniz?' basılan kadından cevap 'yumurtlayacaktık!'"
  • ölümünden iki gün evvel yazdığı ve bestelenen son eseri için; (bkz: sorma dostum halimi avareyim)
  • geçirdiğim hayatın menâkıb-ı ma‘neviyyesini [manevi vasıflarını] yalnız hissediyorum. ne anlıyorum. ne de nakle kudretyâb oluyorum [gücüm yetiyor] ... hayır, idare edemiyorum ... hayat denilen bu sırr-ı ‘acib [garip sır] eğer inkılâbât-ı rûz-ı merreden masûn ola idi [gündelik ve anlık değişimlerden korunmuş olsaydı] belki kâbil-i istiknâh olabilirdi [özü kavranabilirdi]

    http://www.e-skop.com/…rasim-fotograf-ve-zaman/2457
  • “yaz geceleri, sıcağın hücumundan bezip de beyoğlu’nun geniş caddelerinden süzülerek şişli taraflarında ufak ufak esen poyraza göğüs vermekte de bir lezzet varmış. evvelki gece böyle bir gezintiye lüzum görmüştüm. bizim tokatlıyan’da, eş dosttan bir ikisine cam arkasından selâm verdikten sonra, yürürken ortalığı bir çıngırak sedası tuttu. bu ses çoktan beri işitilmemiş olduğu için, beni hayret içinde bıraktı. dikkat ettim. tramvay beygirlerinin boynunda bir dizi çıngırak var. hayvanlar bu türlü musikiye alışmadıklarından, hem arabayı çekiyorlar, hem de korku içinde olarak bir çeşit huylanma tarzında rakslar yapıyorlardı.

    gece yolculuğu hakikaten hoştur. hele kırda pek lâtiftir. şişli’nin kâğıthane üzerine bakan tepelerinin o saatlerde aldığı manzaralar korku verici olduğu kadar da hisse, vicdana ayrı bir temaşa arzusu getirir. burada karanlık ve uzak tepelerin üzerinde otlayan koyunların dikkatli kulaklara kadar gelip sönen melemeleri, kılavuz tekenin bildiğimiz çıngırak sedası, bir garibin kavalı, kâğıthane köyü’ne inen gecikmiş bir köylünün türküsü gibi sesler vardır.

    şişli’de binbirçiçek denilen bir gazino var. içinde alaturka çalgı çalıyor. fakat ne binbir çiçek! nergis, şebboy; ondan başka bir şey yok. yalnız akşama doğru beyoğlu’nun, galata’nın nadir çiçeklerinden bazıları düşüyor. artık yeşilliği seyredin. bülbülderesi’nden demet demet gül, tatavla’dan sümbül, yenişehir’den menekşe, çiçekçi sokağından karanfil, venedik sokağından lâle, derviş sokağından mine, timoni sokağından kamelya, fıçıcı’dan sarmaşık, kalyoncukulluğu’ndan yasemin, feriköy’den top salata, kemeraltı’ndan yediveren, doğruyol’dan gündüzsefası, kuledibi’nden yapışkan, arnavutköy’den gecesefası, dolapderesi’nden hindiba, samatya’dan papatya, yedikule’den marul, papasköprüsü’nden manolya, binardi sokağından ortanca, taksim’den salkım, boyacıköy’den zambak… fakat kokularından insanın burnu düşer.

    tuhaftır! dilimizde öyle kelimeler vardır ki, sırf türkçe’ye çevrilecek olursa tadı kaçıyor. meselâ “leb-i davet”. bu tamlama şu haliyle gayet manalı, hatta hayali canlandırmaya da yarıyor. lâkin bunu sırf türkçe yapınca: “buyurun dudağı, gelsenize haydi gidelim dudağı” şekline giriyor. şişli’de bununla hayli uğraştım. eve döndüğümde uykum kaçmış olduğundan, bu bahsi daha da derinleştirdim. meselâ fransızlar “quatre fois heureux” derler. “dört defa mesut” demektir. bu tamlamayı arapça ve farsça’nın yardımı ile tercüme edecek olursak “mes’ûd-ı murabbâ”, “mes’ûd-ı çârümîn” demek gerekecek. zaten, “mes’ûd-ı muzâaf” tamlamasını önceden kabul etmiştik.

    böyle yeni kelimelere “lisan garabeti” diye bakanlar gariptirler. dil, gökten mi inmiştir ki daima gördüğümüz, bildiğimiz tamlama ve kelimeleri kullanalım? biliyoruz ki her dil kendine mahsus birtakım tamlamalar ve ibareler meydana getirerek tarihî, millî bazı kinayeler ile ifade güzelliğine kavuşmaktadır. bizde de, bu çeşit söz takımlarının biçim ve şekillerinin yapılması gerektir. meselâ “leb-i davet, leb-i istiskal, leb-i ziyaret, leb-i mevecât, şuh dehân, bî-vefâ kulak, oynak el, kahraman pazu, tayyâr bacak, ser-i seyyâr, çeşm-i hunrîz, sirişk-i siyah lû’b-ı asfer, dendân-ı istihkar, şikem-i muzâaf” gibi terkiplerin her birine birer kullanılacak yer bulmak kolaydır.

    rüzgârlı bir havada sirkeci istasyonu’nda oturursanız, “sirişk-i siyâh”ı görürsünüz. rüzgâr maden kömürlerine vurunca havaya kalkan ince toz bir kere gözlerinizi doldurdu mu, elinizde olmadan ağlarsınız. bu akan yaşlar, o bitip tükenmez maden zerreleri ile karışarak akıyor. biraz ileriye gidecek olursanız, “dendân-ı istihkar”ını göstererek oynak el ve kahraman pazusunu kullanacak gibi görünüyor. insan böyle yerlerde, alafrangada âdet olduğu üzere, “dehân-ı şûh u şen” ile o “şikem-i muzâaf” sahibini azarlayacak olursa, dört ayaklı bir kelime gibi çekilip gidiyor. gördünüz mü? şu ibarelerin neresinde dilimizin şivesine aykırılık var?

    bazan dikkat ederim; hiç ufak param bulunmaz. rumeli şimendiferi, halkın tam rahatını arzu ettiğinden dolayı, bilet parasının tamamı tamamına hazırlanmasını ve gişelerde para bozulmamasını âdet edinmiştir. ne yapayım? suratımı asar, biletçiye bir “bonjur!” der, ondan sonrasını da fransızca söylerim. biletçi derhal mecidiyeyi bozar, şapkasını çıkarır, selâmlar. trende deöyle. fransızca, almanca bilirseniz kondüktörler sizi tıkız yere götürmezler, ayrı bir yer bulurlar.

    göksu’da akşamları süzüle süzüle vadiye sokulan sandallar, sağda solda dinlenerek gün batarken küçüksu önüne çıkınca, suların coşkun akışındaki hüzünlü ilhamlar, kâğıthane dönüşünde bulunur ki görülür manzaralardan değildir. gönül oralarda gecelemek, ertesi sabahı görmek istiyor. gece, yıldızlı örtüsünü semaya yayar yaymaz insanın içine, yorulmuş zihinlere ferahlıktan ve şenlikten ibaret bir sevinç hissi geliyor; terlemiş alınlara rahat ve huzur verecek rüzgârlar temas ediyor.

    göksu gölgeler içinde kaldığı zaman, batan güneşin son ışıkları, o hafif karanlık içinde ayrı bir güzellik aksi meydana getiriyor. sulara doğru eğilen yaprakların uçları, toprağa doğru inen dalların her yanı karararak renk zıtlıkları ortaya çıkarıyor. o zaman, ta içerilerden ağır ağır gelen, gittikçe hafifleşen uzak bir gürültü, bir vakit oralarda aksedip kalan neşeli seslerin geri döndüğünü hatırlatıyor. sanki zayıf bir ses haline gelmiş gibi boyuna tekrarlanan, gönül âlemlerine mahsus garip bir hüzün duyuluyor. insan, ağlamaya bahane ararken seviniyor. sandal ilerledikçe, gölgeler koyulaşıyor. bir yere geliniyor ki, oradan öteye geçilmiyor. uzun, karanlık, titreşimli, derin bir koridoru andıran bir boşluk, iç burukluğu veren bir ıssızlık gitmenize engel oluyor.

    geceleyin oradan çıkılmaya gelmez. yuvada barınan kuşlar, sanki insanların orada bulunuşundan hoşlanıyormuş gibi, ara sıra o yıldızlı semaya, sessizce akan suya baka baka ötüşürler. uçuş yok, yalnız ilâhî, tabiî bir nağme havalarda uçuşur, bir yerde duramayıp yine yuvaya döner. ayın doğuşu, mehtap töreni ayrı ayrı makamda ötüşlerle icra edilir. beliren yıldızlar kesik, etkisiz ışıklarla, oralara esmer gölgeler yağdırır. ben böyle seyredeğer şeylere tesadüf edeceğimi bildiğim için, bu mevsimi oralarda geçiririm. dün, yine oradaydım. gece, kıyısında düşünceye dalmış olarak sona erdi.

    zaten dere, boğaziçi’nin sadabat’ı olduğu için, bahar mevsimi gelir gelmez, yaz ve sonbahar günlerini orada geçirmek isteyenler hemen her vakit orada bir neşe sermayesi bulmaktadırlar. meselâ çarşamba, cuma, pazar günleri tiyatro var. pazartesi, perşembe zuhurî kolu oynuyor. arada bir cumartesi ile salı mı? ona da dinlenmek, evde oturmak gibi bir lezzet yetişir.”

    ahmet rasim bey
    şehir mektupları, 1898
  • '' sonbahar...
    şairleri ağlatan, verem düşkünlerine serilmiş ince dünyanın peri yüzlü güzellerinin çehrelerine benzeyen, ağaçlıklar arasında gezinirken ayaklar altında çıtırdayan yaprakların manasız ifadesiyle hükumet adamlarını düşündüren bu üzüntülü mevsim yine geldi. ''
  • ustası ahmet midhat efendi gibi durmadan yazmış, 'kalem iyi kullanılırsa geçindirir, namerde muhtaç etmez' demiştir.
  • türk edebiyatında, fıkralarıyla tanınan ilk kişidir. tercüman-ı ahval gazetesi ile edebiyata giren fıkra türünün temsilcisi olarak anılmaktadır.
  • ahmet rasim (1865 - 21 eylül 1932)

    "külhanbeyleri (...) mani okuyorlar. alınsam marizleyecekler." ahmed rasim - şehir mektupları

    "kamil bey, bıyıklarına rağmen erkek elbisesi giymiş sevimli bir kocakarıya benzeyen hüseyin rahmi'yi, nazır olduğu halde, kundurasının bağlarında birkaç düğüm bulunan rıza tevfik'i, yazdığı anılarındaki çekingen, pısırık çocukla hiçbir ilintisi bulunmayan babacan ahmet rasim'i de tanıdı." kemal tahir - esir şehrin insanları
hesabın var mı? giriş yap