hesabın var mı? giriş yap

  • ajdar alır.

    hülya avşar’la şöyle bir diyalog yaşamış insandan bahsediyoruz.

    hülya avşar: ajdarcığım, aynaya baktığında ben popstarım diyebiliyor musun?

    ajdar: aynaya bakmaya gerek yok, size bakıyorum ve "ben popstarım galiba" diyorum...

  • milletin iliklerine sinmiş 'bişey olmaz abi'ciliğin sonucu gerçekleşmiş cinayet. tepeden tırnağa yani emekçisinden ceosuna bu anlayış sinmişken iktidar sahipleri bu anlayışı daha da körüklemekte, kaderle fıtratla yeni cinayetlere zemin hazırlamaktadırlar.

    işçiden örnek vereyim, adama diyorsun ki kafana baret tak, cevap olarak elindeki küreği alıp kafana geçirebiliyor adam. ya da motorlu testereyle taş düzelten adama koruyucu eldivenini tak diyince küfreder gibi bakıyor adam. niye? çünkü 'bişey olmaz abi' anlayışında. bunlar sırf gıcıklık olsun diye uydurulmuş, baret kafasını sıksın, eldiven elini terletsin diye konulmuş iş güvenliği maddeleri değil mi? hakikaten de birşey olmuyor ama. üç gün olmuyor bir ay olmuyor iki sene olmuyor. adam yıllarca niye kafasını baretle sıksın. ama 3 sene sonra kafası yarılınca ya da parmağı kopunca önce seni suçluyor sonra allah'ın takdiri diyor.

    mimardan örnek vereyim: adam cemaat yurdu yapan cemaatçi bir mimar, denetim yaparken diyorsun ki adama kardeş sen yangın yönetmeliğine göre planlamamışsın burayı ona göre tekrar çiz. adam sana küfreder gibi bakıyor yine. yok ne gerek varmış ekstra külfet geliyormuş vs vs. sanki yine gıcıklığına dedik. sonra adama 'yangın çıkarsa ve bir öğrenci ölürse burada savcının göz altına alacağı ilk kişi sensin' diyince haa deme ya diyip hemen düzeltiyor planı. evet based on a true story bunlar.

    siyasetçisinden örnek vereyim: pamukova tren kazasını hatırlarsınız. işte o kazadan bi üç beş ay önce itü'den bilirkişiler ilgili yerde etüd yapmışlar ve oradaki eski hattın üzerine hızlandırılmış tren konulması durumunda trenin raydan çıkacağını, çünkü kurba, yani dönüş yarıçaplarının hızlandırılmış treni kaldıramayacağını belirtmişler ve bunu kazadan önce bir toplantıda ulaştırma bakanına sunmuşlardır. sonra? sonrasını biliyorsunuz iki tane makinisti attılar içeri.

    tepeden tırnağa sorumsuzluk karakterimiz olmuşken başta belirttiğim gibi bu konuda halkı dönüştürmeye çalışmak bir yana daha da sorumsuzluğu, yandaşlığı, adam kayırmayı teşvik eden siyasi irade birinci derecede sorumludur.

  • ne zaman ki ödemem gereken miktar ...,20 olur, korkarım. cebimde de ...,25 lira oldu mu gör gerginliği...

    - para üstünü almayıp "üstü kalsın" desen "artize bak sanki para üstü de bir şey olsa bari..." denecek.
    - para üstünü beklemeden oradan uzaklaşsan kısa süre sonra "beyefendi para üstünü almadınız" diye çağırılacaksın.
    - para üstünü beklesen "ulan adama bak 5 kuruş için bekliyor ne açgözlü pinti adammış" denecek.

    siz en iyisi kart kullanın.

  • milletin ölüm haberinin "şunu gömmüştür", "bunu gömmüştür" diye başlığından alınan oyuncu.

    bu arada başlığına gelmişken,

    adam öğretmeni oynuyor, öğretmen oluyor, ailesine düşkün baba'yı oynuyor, o oluyor. çirkef bir adam oynuyor, "çirkef" oluyor.

    büyük şizofren olduğunu düşünüyorum. yoksa bu kadar karakterden karaktere geçiş olmaz.

    mesela kenan imirzalıoğlu kendini çok geliştirdi yeaa ya, ulan adam yıllardır miroğlu'nu oynuyor. hangi role geçse miroğlu'nun bıyık bırakmış halinden öteye geçemiyor.

    ama münir özkul öylemi. salak milyonerler filminde çoluğu çocuğu olmayan, karısıyla bir evde yaşayan , sahaflarda kitapçı adamı öyle bir oynuyor ki bir an münir'in esas mesleği kitapçılık da, oyunculuğu ek iş yapıyor sanarsın.

    bu arada hababam sınıfında kalp krizi geçirdiğinde, yaşar usta ile oda bastığında, aynı yaşar usta bahçede gaz verirken ağlatandır. açar açar izlerim o ormandaki konuşmasını en zor durumumda gaza gelirim.

  • türkiye'nin gelmiş geçmiş en özel sanatçılarından aysel gürel'in bugün 89. doğum günüymüş. özellikle türk kadını için ayrı bir yere sahip olan aysel gürel gibi ilginç bir karaktere dair söylenecek çok şey var. ben de anlatmak istedim. kendisi her ne kadar söz yazarı kimliğiyle öne çıkmış olsa da aslında diğer mesleği de oyunculuk, edebiyat öğretmenliği ve şairlik. istanbul üniversitesi, sanat tarihi bölümü okuyan aysel gürel çok erken bir yaşta gazeteci vedat akın ile tanışmış ve evlilik teklifi ederek nikah masasına oturmuş. sanırım çılgınlık yılları bu kadar erkene dayanıyor :) evlilikleri boyunca iki kız çocuğu dünyaya getiren aysel gürel, aynı zamanda çok yokluk da çekmiş bir isim. kendisini aldatan kocasından sonra babasından kalan malı mülkü satarak düşünmeden harcarmış. mesela kuyruklu piyano alırmış ki evden piyano çalmayı bilen olmamasına rağmen. aynı zamanda bu renkli görüntüsünün altında kızları için oldukça baskıcı bir anne olduğu gerçeğini de es geçmemek gerek. hatta bir söylentiye göre evden dışarı çıkmalarında bile sıkıntı yaratıyormuş. bunların yanında vasiyetinde türk kadını için 80 yaşına kadar güç oldu ama hep çalıştım bunu herkes yapabilir lafı da boşuna değil; sahiden de kendisi hayatı boyunca hep çalışmış. binlerce şarkı sözü de cabası. hatta öldükten sonra evinde yirmi bine yakın şarkı sözü bulunduğu söyleniyor. özel hayatında da kimsenin dediğine aldırış etmeyen bir kadındı. ne görüntülendiği genç sevgililerine ne rengarenk peruklarına ne de kendine has giyim tarzına söylenenlere asla aldırış etmedi. türkiye'nin başından gelmiş geçmiş en güzel şeylerden biri olan aysel gürel özellikle de türk kadını için apayrı bir yere sahip. bu güzel insanı bu vesileyle tekrar sevgiyle anıyorum.

  • tam bir troll başlığı olsa da yazmazsak içimiz rahat etmez, o yüzden yazıp pazar eğlencesine biz de dahil olalım *

    the lord of the rings - 1937 yılında yazılan ve o zamanlar "9 yaş ve üstü çocuklar okuyabilir" tavsiyesiyle basılıp satılan bir çocuk kitabının *, yazarının kafasındaki devasa kurgunun ilk parçası olması ve yayınevi'nin iyi giden satışlar üzerine devamını sipariş vermesi üzerine 17 yıllık bir süre içinde tamamlanıp 1954 yılında piyasaya sürülmüş, o zamanlar "skandal" olarak nitelendirilip yaklaşık 20 yıl sonra değeri anlaşılmış, fantastik kurguya "bilmeden" öncülük ve babalık etmiş kitaptır. yazarı tarafından "fantastik kurgu kitabı olsun da bu edebiyat türüne öncülük edeyim" derdiyle bile yazılmamıştır. ama kader ağlarını örmüştür. günümüzde tolkien'i birebir taklit etmeyen ya da göndermeler yapmayan fantazi yazarı yok gibidir. üçlemenin filmleri başyapıttır.

    harry potter - 1997 yılında ilk kitabıyla küçük bir çocuğun öyküsü gibi başlayıp "çocuklar okuyabilir" tavsiyesiyle basılıp satılan bir çocuk hikayesinin, yazarının kafasındaki çok büyük bir kurgunun ilk parçası olması ve çok iyi satış rakamları elde etmesi üzerine 17 yıllık (dikkatinizi çekerim) bir süre içinde planlandığı gibi her yeni kitabıyla karakterlerin yaşları, olayların karmaşıklığı, karanlığın dozu, anlatımın dili olgunlaştırıla olgunlaştırıla tamamlanıp "herkes okuyabilir" bir şekilde sona ermiş kitaptır. the lord of the rings'e tapar hale gelip tolkien'in aynısı olabilmek için çırpınan yazarların duvara bodoslama daldıkları ve türü de peşlerinde karanlıklara sürükleyip saydığı yerde saydırıp durdukları bir dönemde tolkien taklidi olmaya çalışmaktan ziyade ona sayısız göndermelerle göz kırpan, çok orijinal fikirler ve "dünya içinde dünya" konseptiyle türü kurtarmıştır. sayesinde bir değil, iki-üç nesil fantastik kurgu türünü tanımış, okumaya başlamıştır. orta dünya gibi kendinden sonra gelecek olan yazarlara belki öncülük etmeyecektir ama daha şimdiden "her seferinde daha karanlık olsun ki ciddiye alınsın" akımını benzeri bütün kitaplara ve filmlere bir ekol olarak kazandırmıştır bile. bu formülü uygulamaya çalışan her çalışma harry potter'a öykünmekle itham edilmeye başlanmıştır bile. başlıbaşına bir ekol yaratmıştır harry potter. serinin filmleri aralarda çok başarılıları olmasına rağmen genelde kitapların uzağından bile geçemeyen yüzeyselliktedir.

    ikisi de kendi dönemlerinde ait oldukları türe öncülük etmiş, bu nedenle diğer bütün örneklerinin arasından haklı olarak sıyrılmış, janrın en bilinen, en sevilen ve saygı duyulan yapıtları arasına girmiştir. fantastik kurgu okuyucuları metal müzik dinleyicileri gibi türe at gözlükleriyle bakıp zerrece değişime tahammül edemedikleri için harry potter'a da tahammül edemezler, bambaşka bir dünyada geçmediği, ırklara ve dillere boğulmadığı, kılıçlarla savaş yapılan yiğitlik-mertlik savaşlarına sahne olmadığı için. yarın öbür gün kendi çocukları olduğunda baba evde the lord of the rings diye tuttururken oğlu harry potter sayıklayacaktır. iki muazzam eserin aralarındaki tek büyük fark da işte bu kuşak farkıdır. öyle olmalarını istemeyiz, inşallah öyle de yapmazlar ama, bugün orta dünya putperestlerinin harry potter'a yaptığı küçümsemeyi, belki harry'ciler de o zamanlarda üretilecek yeni efsanelere yapacak, beğenmeyecekler, harry potter'larına gül konduramayacaklardır. harry potter'ın tek eksiği 50 yıllık bir mazisi ve üzerine yapıştırılıp o önyargıyla daha baştan önünde secde edilerek okunmaya başlamasına sebep olacak bir "klasik" etiketi taşımamasıdır. bugün onun geçtiği yollardan 1950'lerde orta dünya geçiyordu. hiçbir şey öğrenmemiş olacaklar ki eskinin hor görülenleri şimdi aynısını sıkılmadan kardeşlerine yapıyorlar. yine de işe bakın ki kafalarını elf'ten, elfçe'den kaldırıp 7 tane kitabı okumaya çoğunlukla zahmet edememişler ama burun kıvıra kıvıra 8 tane filmi izlemeyi yine de becermişler, o da bir şeydir. allah'ın sopası yok *

  • günümüzde japonya dışında en fazla japonun yaşadığı yer brezilya. brezilya coğrafya ve istatistik enstitüsüne göre (ibge); 2000 senesinde brezilya'da yaşayan japon sayısı 1,5 milyon civarında.
    daha önce girdilerde belirtilmiş, bunlar kahve tarlalarında çalışmak üzere giden göçmen işçiler. peki neden japonlar?
    ondokuzuncu yüzyıl sonu, yirminci yüzyıl başlarında brezilya dünyanın en önemli kahve üreticisi. ciddi bir tarım işçisi ihtiyacı var. o zamana kadar, bu sorun afrikalı kölelerle çözülmüşken, 1850'de afrikalı köle temini durunca, brezilya hükümeti avrupalı işçilere yönelmiş. bu dönemde en yoğun göç, italya'dan olmuş. düşük ücret, uzun çalışma süresi ve kötü muamele sebebi ile italyan hükümeti bu işçi göçünü sınırlamış. avrupalı işçi akışının da kesilmesi ile 1908'de ilk japon işçiler brezilya'ya varmış. burada 1907'de japon feodalizminin çöküşü ve daha iyi bir hayat arayışı en önemli etken.
    göç patlaması ise birinci dünya savaşı ile olmuş. bu dönemde çabuk para kazanıp, ülkesine dönme hayali kuran japonlar için büyük hayal kırıklığı yaşanmış. köle çalıştırma zihniyetinden kurtulamayan, brezilya'lı işveren, japon işçilerin kabusu olmuş.
    bu dönemde, japon ve brezilya toplumu arasında kız alıp kız verme durumu hoş karşılanmamış. japon topluluğu kendi okullarını kurmuş ve çocuklarına japonca eğitim vermişler, tabi ciddi asimilasyon çalışmaları da olmamış değil.
    zaman içerisinde, işçi olarak gittikleri brezilya'da japonlar da toprak sahibi olmuşlar ve daha çok çilek, çay ve pirinç üretimine başlamışlar.
    her gidişin tabi ki bir dönüşü oluyor. 1980 ve sonrasında japon ekonomik atılımıyla, japonya'da artan işçi ihtiyacı, öncelikle tayland, tayvan, pakistan gibi ülkelerden kaçak işçi göçünü tetiklemiş. japon hükümeti de daha kolay entegre olacakları düşüncesi ile, brezilya'lı japonlara doksanların başında çalışma izni vermeye başlamış. aynı dönemde brezilya'daki ekonomik ve politik karışıklık ise bu geri göçü hızlandırmış. bu japonya'ya geri dönen japonlara bir isim verilmiş; dekasegi. dekasegilerin işi ise belliymiş; japon vatandaşlarının yapmak istemediği, zor, pis ve tehlikeli işler.
    daha kolay entegre olacakları düşünülmüş olsa da ne japon halkı dekasegileri kendinden saymış, ne de bu brezilya asıllı japonlar, topluma uyum sağlamış. özellikle kendi aralarında portekizce konuşan, kullandıkları japonca toplum tarafından hor görülen ve anlaşılmayan bu grup, japon toplumundan zamanla izole olmuş. bu topluluğun yaşadığı bir soruna örnek olarak:
    (bkz: fushügaku)
    (bkz: dekasegi)

  • başlık: bugün elleyip seçerek ekmek alıyordum piçler

    1. kızın biri beni videoya alıp "işte ekmeği yarım saat elleyen pezevenk bu" dedi. noluyor amk.