hesabın var mı? giriş yap

  • 15 yıllık evliyim, yatakta sıçıyorum. karımla karşılıklı birbirimizin üzerine işeyip geğirerek öpüşüyoruz. facial cumshot üzerine bir de ağzına işiyorum hatta.

    saçma önerme.

  • birçok yönetmen çocukken çok fazla film izlediğinden bahseder. mesela martin scorsese astımı olduğu için evde çok vakit geçirdiğini ve bu dönemde birçok film izlediğini anlatır. bir diğer örnek de quentin tarantino. kendisi bir film kiralama dükkanında çalışmış ve bu sırada pek çok film izlemiş. bu tür isimlerin erken yaşta izleyip ben de böyle filmler yapmak istiyorum dedikleri bazı filmler de var. çocuklukta atılan bu temellerin etkileri de genelde ileride görülür. mesela 60’lar ve 70’lerde patlayan kung fu filmlerinin tarantino filmlerine etkisi çok barizdir.

    tim burton için de durumun benzer olduğunu tahmin etmek zor değil. zaten filmlerine baktığımızda ed wood ve orson welles gibi yönetmenlere belli bir ilgisi olduğunu görebiliyoruz. ayrıca korku filmleriyle ünlenmiş vincent price’a da kendi filmlerinde rol vermiş. muhtemelen çocukluk kahramanı olan bu oyuncuyla çalışmak kendisi için çok önemliydi. bu açıdan willy wonka and the chocolate factory filminin de tim burton için böyle bir öneme sahip olduğunu düşünebiliriz. çünkü hem 1964 yılında yayınlanan kitap hem de 1971 yılında yapılan film tam tim burton’ın tarzını etkileyecek bir hikayeye ve görsellere sahip.

    bu yüzden tahminimce belli bir seviyeye geldiğinde tim burton yönetmenliğini etkileyen bu filmi tekrar çekmeye karar verdi. bu da insanın müziğe başlaması için ilham kaynağı olan kişiyle beraber sahne alması gibi çok özel bir durum. ancak böyle durumlarda genelde insanlar kendilerini çok iyi ifade edemezler. çünkü hayranlık çok özgür hareket etmelerine izin vermez. ancak tim burton burada gerekli dokunuşları yaparak hikayeyi kendine göre yorumlamayı başarmış.

    yine de bu film çıktığı dönemde pek beğenilmedi. hatta bu film çıktıktan sonra johnny depp ve tim burton ortaklığının artık pek verimli olmadığı yönünde yorumlar da yapılmıştı. filmi ilk izlediğimde ben de anlatılan hikayeye çok ısınamamıştım. çünkü charlie and the chocolate factory gücünü çocuksu hayal gücünden alan bir hikayeydi. çikolatadan oluşan nehirler, dalında şeker olan ağaçlar hep buna işaret ediyordu. tim burton’ın anlattığı hikaye ise biraz grotesk biraz da karamsar gelmişti izleyenlere.

    ancak geri dönüp baktığımda şunu fark ettim; evet tim burton filmi yaparken hayal gücünü çok umursamamıştı ama yine de kendine özgü bir ana fikri vardı. o da “güzelliğin içindeki çirkinlik.” gibi tam tim burton sinemasına uygun bir yorumdu. çünkü tim burton kendi filmlerinde normal ile alay eden (banliyö tasvirlerine bakabilirsiniz), yerleşik nizama karşı çıkan (filmlerindeki ergenlik çağındaki karakterler normal olan her şeyden şikayet ederler genelde) fikirleri işliyordu ve bu filmde toplumun “güzel” olarak kabul ettiği şeylerin kendi gözüyle ne kadar “sıradan ve çirkin” olduğunu anlatmaya çalışmıştı. bu da ölüm gibi insanların korktuğu konular üzerine eğlenceli filmler çeken bir yönetmen için çok şaşırtıcı bir durum değil aslında. şimdi biz de bu entry’mizde tim burton genel olarak güzel kabul edilen hangi kavramların çirkin yönünü göstermiş birlikte bakalım.

    --- spoiler ---

    bu hikayenin merkezinde çocuklar var. ilk film de ürkütücü havasına rağmen çocuklara açgözlü olmayın, aceleci olmayın gibi öğütler veriyordu temelde. bu filmde ise amaç bu şekilde öğütler vermek değil. çünkü zaten filmin hedeflediği kitle çocuklar değil. burada amaç çocuk gibi toplum tarafından masumluk, uysallık ve güzellik gibi kavramlar ile anılan genel fikre karşı çıkmak.

    ilk filmde çocuklara charlie’nin gözünden bakılıyordu ve bu bakış açısına “onlar yaramaz. ben uslu bir çocuğum değil mi?” gibi bir düşünce hakimdi. bu filmde ise çocuklara yetişkin gözüyle bakılıyor ve onları obur, istekleri bitmeyen, şımarık, ukala, hiçbir şeyden memnun olmayan varlıklar olarak görüyor. tabi ki bütün yetişkinler çocukları böyle görmüyor ancak burada amaç çocuk gibi toplum tarafından “güzel” kabul edilen genel bir durumun çirkin olabilecek yönlerine odaklanmak. çünkü evet her çocuk bu filmde gösterilen rakipler kadar kötü değil. ancak her filmde çocuklar masum, iyi, güzel olarak kabul ediliyor ve buradan hareketle hikayeye dahil ediliyorlar. tim burton’ın burada yaptığı ise genel anlayışa bir sanatçı olarak karşı çıkmak.

    bu düşüncenin etkilerini teknik açıdan da görebiliriz. mesela psikologlar çocuklar ile konuşurken başlarında heyula gibi dikilmeyin, daha kolay iletişim kurmak için onlarla göz hizasına inin derler. bu filmde ise çocuklar orta portre alınırken hep yukarıdan çekilmişler ve sanki ayakta duran bir yetişkine bakar gibi konuşuyorlar. buradaki yetişkin de filmdeki bakış açısını yaratan tim burton oluyor.

    filmde toplum tarafından kabul gören ancak tim burton tarafından karşı çıkılan bir diğer kavram da aile. her ne kadar finalde willy wonka aile yaşamını kabul etmiş görünse de filmin genel akışına bakarsanız anlatılan hikayenin aile konseptiyle arasının çok iyi olmadığını görebilirsiniz. ilk çatışma tabi ki willy ile başlıyor. filmde çikolatacı olmak istemesi öyle bir perspektiften anlatılmış ki sanki willy dişçi olan babasının topluma sağladığı faydayı yıkmak için çalışıyormuş gibi görünüyor. çünkü christopher lee’nin canlandırdığı babası dişçi. dişçilerin baş düşmanı nedir? şeker ve çikolata. baba da ailede ve toplumdaki otoriteyi temsil ettiği için willy’nin meslek seçimi yaşadığı çocukluk travması nedeniyle yerleşik otoriteye karşı çıkmak gibi görünüyor.

    bu filmin aile kavramına en belirgin bakışı. ancak tim burton bununla da durmuyor. charlie hariç diğer dört çocuğun ailesi de suçlanıyor aynı zamanda. mesela veruca; evet şımarık, her istediği anında olsun isteyen bir çocuk ama onu kim bu hale getirdi film bunu da açıkça söylüyor. benzer şekilde violet de çok hırslı bir çocuk ama bunun sebebi onu proje çocuk gibi yetiştiren annesinde. kendi başarısızlığını çocuğunun üstüne yıkmış biri var burada. mike da çok zeki olmasına karşın etrafına öfke duyan bir çocuk. çünkü ailesi bir süre sonra onu dinlemeyi bırakmış muhtemelen ve öfkesinin temelinde iletişimsizlik var. augustus’un da kötü beslenmesine izin veriyor ailesi. bunlar da yan karakterler üzerinden aile kavramına atılan bakışlar.

    filmin charlie’nin ailesi hakkında söylediği şeyler de bu bakışı destekler nitelikte. sürekli charlie’nin ne kadar şanslı olduğundan bahsediliyor çünkü anlayışlı bir aileye denk gelmenin ne kadar küçük bir ihtimal olduğunu göstermek istiyor film. burada tim burton’ın amacı finalde charlie’ye ailesini tercih ettirerek duygusal bir hava yakalamak değil. daha çok aşağı yukarı bütün hollywood filmlerinde iyi ve güzel olarak kabul edilen “aile” kavramına karşı çıkmak. bu bakış açısını da willy’nin ağzından duyuyoruz iki sefer. birincisini charlie ve willy, charlie’nin evine ilk defa geldiğinde görüyoruz. burada willy, fabrikayı charlie’ye devredeceğini ancak ailesini geride bırakması gerektiğini açıklıyor. bu ayrılığın da bonus olduğunu söylüyor. ikincisinde de willy, charlie’ye üzüntüsünü nasıl atlattığını soruyor. charlie “ailem ile” diye yanıt verdiğinde willy “ew.” gibi bir tepki gösteriyor ki filmin aile kavramına bakış açısı tam olarak bu aslında.

    filmde karşı çıkılan son kavram çikolata gibi görünüyor ancak bu aslında güzel kabul edilen her şeyin bir alegorisi. çünkü çikolata şimdiye kadar hep çok sevilen, çok iyi bir şey gibi anlatıldı. çikolataya bayılan, aşık olan yüzlerce insan var. bir parça çikolata ikram ettiğinizde reddedecek insan sayısı da hayli az. burada ise tim burton bu “güzel” kavramı aşırı kullanarak çirkinleştiriyor.

    ilk filmde çikolatanın kullanımı bir çocuğun rüyası gibiydi. bu filmin açılışında ise hintli bir prens için yapılan çikolatadan bir saray görüyoruz. burada o sihir gibi görünen çikolatanın önce harç olarak kullanıldığını daha sonra da eriyerek çamur gibi bir şeye dönüştüğünü izliyoruz. ayrıca burada willy wonka sarayı yenilmesi için üretiyor. prens ise içinde yaşamaya karar veriyor. bunu da şöyle düşünün; çok sevdiğiniz bir yemek var ama tokken hatta 7 / 24 bu yemeğin kokusunu duyuyorsunuz. böyle bir durumda yemeği ne kadar severseniz sevin bir saatten sonra tiksinme gelir. burada hintli prens üzerinden anlatılan da tam olarak bu.

    hatta filmin bütün görselleri aşağı yukarı bu fikir üzerine kurulu. bir hat boyunca dökülen cevizler yok. tonlarca ceviz var. mesela 2001’e gönderme yaptıkları sahnede çikolata barını de bir monolit gibi gösteriyorlar. böylece ölçüsünü bozarak güzel olan bir şeyi size çirkin gibi algılatıyor tim burton.

    --- spoiler ---

    gördüğümüz üzere film, hikayenin orijinalinden hayli farklı bir noktaya getirilmiş. ancak bu yönetmenin kendi tercihi. bu hikayeyi görmüş, beğenmiş ve ben olsam böyle yapardım diyerek ortaya bu filmi çıkarmış. sonuç izleyicinin pek sevmediği bir film olsa da yaratıcılık anlamında çok değerli bir iş bu. çünkü keith richards için muddy waters ile çalmak neyse tim burton için de bu filmi yapmak muhtemelen aynı şeydi.

    filmin pek beğenilmemesinin sebebi ise sanırım insanların önceki hikayenin tekrarını beklemesi. tim burton ise kreatif anlamda daha özgür davrandığı için ortaya toplumsal normları reddeden farklı bir film çıkmış. bu yüzden ilk izleyişte filmi sevmemiş olabilirsiniz ancak yönetmeni biraz tanıyınca ne yapmak istediği ortaya çıkıyor ve tim burton’ın yapmaya çalıştığı şeyi ekrana yansıtabildiğini görüyoruz. bu açıdan bakıldığında ise filmin başarılı olduğunu söyleyebiliriz.

  • polis her zamanki gibi masum'un ölümünü izleyip katil'in linçten kurtarılmasını sağlamıştır.

  • bildiğiniz her şeyi sıfırlayın. meseleyi işin üstadı bendenizden dinleyin bir kez de. yılların tecrübesi konuşuyor lan burada; başçavuşun beygiri anırmıyor aloo!

    ciddiyete dönelim. insanlar karşılarındaki kişiler hakkında karar vermek için en fazla 30 saniye düşünürler. içgüdüsel bir olaydır aslında bu. 30 saniye içerisinde bir x cinsi y cinsi için beynine "olur" sinyalleri yolladı yolladı; yollamadıysa don juanlık filan hikaye. afedersin bir yerini yırtsan da o saatten sonra boş.

    şimdi konuyu gerçek hayattan vereceğimiz örnekle açıklamaya çalışalım. y bıcır bıcır şirin bir kızdır. x1 ise efendi adam. x2 ise x1 in fiziksel olarak tıpatıp aynısı piç erkektir.

    y, x1 ve x2 ortak bir ortamda bulunurlar. y hanımkızımız 30 saniye içerisinde beynine iki genç için de olur sinyalleri yollar. ortamdan ayrılınır ve insan davranışları incelenir.

    y --> evine gitmiş ve iki erkekten de eşit derecede hoşlanmıştır

    x1 ve x2 --> evlerine gitmişlerdir ve y cinsinden eşit derecede hoşlanmışlardır.

    olayın özü burada başlıyor işte (üçlünün pazartesi buluştuğunu hesap edersek)

    x1 davranışları:

    pazartesi gecesi: acaba sevgilisi var mı? yok canım sevgilisi olsa neden bizimle buluşsun ki? ama böyle güzel kız da boş kalmaz yani...
    salı gecesi: arasam mı acaba? yok yahu ararsam şimdi bulaşık bir tip olduğumu düşünür. en iyisi biraz zaman geçsin.
    çarşamba gecesi: saat geç mi oldu yahu? arasam mı? yok aramayayım en iyisi. yarın arar haftasonuna bir yerlere davet ederim
    perşembe gecesi: geç mi oldu? arasam mı? mesaj çekeyim en iyisi, müsait olduğunda cevaplasın.
    cuma gecesi: neden cevaplamadı ki? ben biliyordum abi kesin sevgilisi vardı o kızın bıdıbıdı...

    halbuki aynı anda x2 nin davranışları şu şekildedir:

    pazartesi gecesi: - aloo y naber? iyi ya n'olsun işte takılıyoruz. yarın işin yoksa gelsene yine takılırız beraber? ok kaçta alayım seni...
    salı gecesi: - yarın gel yine bıdıbıdı yaparız
    çarşamba gecesi: - bana gidelim mi?
    perşembe gecesi: finish her!

    yani anlayacağınız üzere olay tamamen erken müdahale hayat kurtarır mantığı. atalarımız buna akıllı düşününceye kadar deli oğlunu everir demişler. ne güzel bir söz öyle...

    ataturkiye, xyz haber, atina.

  • ekonomik zorluk yaşayan ve uçuşları bir ay durduran bir firmanın basın açıklaması yaparken bile yalakalık peşinde koşması. neymiş darbe girişiminden olumsuz etkilenmişler.
    tabii başka ne olacak yoksa kriz falan yok, ekonomi tıkırında.

    edit: açıklamanın odağına darbe girişimini koyarsanız, sadece bir cümlede yeni havalimanına değinirseniz, sadece bir cümlede dalgalanma oldu falan derseniz kimilerinin aklında ve manşetlerinde neden olarak sadece darbe konusu kalır. firma hükümete yakın olduğu için bu şekilde bir açıklama yapılmış, paralel bir dil kullanılmış; eleştirdiğim nokta bu.

  • korku filmlerinde monolog öldürür. kendi kendinize konuşmaya başladınız mı öldünüz demektir. "hadi çocuklar şakanın tadı kaçtı artık çıkın ortaya" diyip sağ kalabilen olmamıştır, tıpkı kazık kadar adam olup "dur şuraya saklanayım da şunların aklını başlarından alayım" diyenlere rastlanamadığı gibi. öyle şaka mı olur lan ilkokul mu burası?

    karanlık bir ormanda yürüyorsanız "kim var orada" sorusunu sormanız da salak bi monolog örneğidir. gecenin köründe sinsice ortalıkta dolaşan adamdan ne hayır gelir? kimse kim lan sana ne dümbük. kaç git işte. karanlıktan bi sesin "benim ben, maria sharapova, tenis topum ormana kaçtı da onu arıyodum" demesini mi bekliyorsun?

    bi de ismiyle arkadaşı aramak vardır, o da ayrı bi dallamalık örneğidir. gece vakti çıkın evden dışarı, sevgilinizin adını söyleyip durun. ulan o sevgili azıcık adam olsa zaten gelir bulur seni. "bill? sen misin? bill, orada mısın?" haa evet bill orada, afedersin deli sikmiş bill'i, çıkmış gecenin köründe çalı çırpının arkasına saklanmış sana bakıyo. ulan bunu görünce benim bile öldüresim geliyo seni, katil naapsın?