hesabın var mı? giriş yap

  • philip k. dick'in 1960 yılı çıkışlı kitabı. pkd'in yarattığı harika distopik dünya, salt mantıktan çıkıp kendini savunmayı düşünen süper bir bilgisayar, dünya'nın yönetimini devrelerden oluşmuş bir makinaya bırakmış birlik adı altındaki ülkeler birliği ve buna körü körüne bağlı insanlar bu kısacık kitabı hakikaten okunur kılıyor.

    kitapta pkd fantastik bir konu içerisinde azınlıkların yönetimi ele geçirme sebeplerini ele almış. hatta kitabın bir yerinde kitabın esas oğlanı vulcan 3'ün bir alt modeli vulcan 2'den alıntılı güzel bölümler var. örnek verelim;

    "halkın tatminsizliği ekonomik anlamda yoksunluğa değil etkisiz oldukları duygusuna dayanıyor. temel amaçları yaşam standartlarında yükselme değil, daha fazla toplumsal iktidardır. duygusal yönelimleri yüzünden, güçlü bir lider-figür onları şekillenmemiş unsurlar yığını olmaktan çıkarır, işleyen bir birim olmaya yönlendirirse ayaklanır ve harekete geçerler."

    kitabın genelinde bu hakimiyet isteği ve bu konuda yapılanları özellikle vurgulamış. en alt tabakadan, yöneticilere ve hatta vulcan'a kadar bir iktidar isteği var. kitabın sonuna doğru ortaya çıkan olaylar da bunun üstüne tuz biber ekiyor.

    pkd'nin temiz ve okunaklı kitaplarından birisi kesinlikle.

  • "seni işe yaramaz, içkici, pezevenk"
    babam

    ilk ikisi tamamdır, üçüncüyü de becerebilirsem bir yön vermiş olacağım hayatıma.

  • evimizde gürcü bir yatılı yardımcımız var. oğlumla iyi anlaşıyorlar. çünkü çok konuşkan, enerjik ve eğlenceli bir kadın. aynı zamanda oğluma normal bir çocuğa nasıl davranılırsa öyle davranıyor. en çok bu yanını seviyorum.

    tam dört çocuğu var. en küçükler ikiz ve dokuz yaşındalar. en son bir yaşındalarmış anneleri buraya geldiğinde. babaları başka bir kadınla gidince bizimki mecburen buraya gelmiş. çocuklar hiç tanımamışlar yani ne anneyi ne babayı. diğer ikisi daha büyük ve her akşam annelerini arıyor ama ikizler konuşmak istemiyorlar. bazen konusu geçiyor. o anlarda neşeli kadın gidiyor yerine kırgın ve kızgın bir kadın geliyor. maaşının çoğunu onlara gönderiyor, iyi eğitim alsınlar iyi yesinler diye gurbette çalışıyor ama bunu o küçük çocuğun anlayamamasına da çok içerliyor.

    normalde her akşam oğlumu ben uyuturum. günün en güzel anlarını da o zaman yaşarım. az önce önemli bir telefon geldi ve biraz uzun konuşmam gerekti. saate dikkat etmedim. görüşmem bitip odaya gittiğimde oğlumun uyumak için yatağa girdiğini ablamızın da gürcüce bir ninni söylediğini duydum. kapı eşiğinde durup izledim biraz. sözleri anlayamıyordum ama çok dokunaklı söylüyordu. sesi de güzelmiş meğer bilmiyordum.

    yıllar önce şimdi adını unuttuğum bir fransız filmi izlemiştim. sabahın kör karanlığında mülteci genç bir kadın beşikteki bebeğini öpüp evden çıkıyor ve çalıştığı eve geliyordu. orada da kendi çocuğu yaşlarında bir bebek vardı. bir beşiğin başında kendi dilinde ninni söyleyerek uyutuyordu baktığı çocuğu.
    hayatın -en çok da acıklı olan- filmlere ne kadar benzediğini gördüm bu akşam.
    dünyanın neresine gidersen git içindeki özlemin ana dilinde bir şarkıyla giderilmeye çalışıldığını, seni görmek istemeyen kendi çocuklarını düşünürken bir başkasının çocuğunun saçlarını okşayacak kadar güçlü olunabildiğini gördüm. ya da belki mecburi bir kabullenişi.

  • dün can havliyle çocuklarımı okula almaya gittiğimde hepsi sınıflarını kümeler halinde bir araya toplamışlardı. özellikle anaokulu çocuklarını görmeniz lazım civciv gibi yapışmışlar bacaklarına, kollarına. deprem olduğunu anlamayan öğrenciler bile korkmuştu. çünkü normal olmayan bir şeyler vardı herkes bahçedeydi. küçük kızım '' anne midem bulanmaya başladı öğretmenim arkadaşlarımla birlikte bizi dışarı çıkardı.'' dedi. o hengamede çocuklar korkmasın diye ellerinden geleni yaptıklarından adım gibi eminim.

    o an düşündüm de acaba kendi çocukları nerede, muhtemelen onların da çocuklarına bir öğretmen sahip çıkıyordur. çocuklara sahip çıktıkları ve soğuk kanlı oldukları için çok teşekkür ediyorum. iyisi, kötüsünü bir yana bırakıyorum ama böyle durumlarda gerçekten bir anne- baba yerine geçebiliyorlar. bahçede o çocuklar korkmasın diye oyun oynayan, dans eden öğretmenlerin yaş gözetmeksizin ellerinden öperim, işleri çok zor allah yardımcıları olsun.

  • sanki koskoca osmangazi köprüsü değil, zamdan önce sigara istifleyen bakkal. o beş dakikalık sürede kaç liralık kâr etmiş olabilirsin - ki aradaki zararını zaten devlet bizden alıp sana veriyor.

    küçücük hesapların adamları kocaman yerlere gelmiş memlekette.

  • suratlarina baktiginiz anda ne mal olduklarini belli eden tiplerdir. arka koltugun sag tarafina oturdugunuz takdirde ve gideceginiz mesafe de yakinsa taksimetre acmaz bu serefsiz insanimsi topluluk. 9-10 lira tutacak bir yol katedersiniz ve ineceginiz yere gelirsiniz ve diyalog baslar
    + ne kadar (taksimetreye bakilir)
    - 20 lira.
    + e taksimetrede yazmiyor birsey. neden acik degil?
    - kardes valla yorgunum unutmusum ama senden once birini getirdim buraya inan 20 tuttu.
    + ya git hasta misin? ne 20 si 10 bilemedin 12 lira yazar.
    - inanmazsan terminale geri gidip tekrar taksimetreyi acalim bakalim ne kadar tutcak
    + tamam olur hadi gidelim. taksimetre ne yazarsa onu vercem. nasil olsa zamanim bol.
    - e ama simdi gidip gelcez taksimetrenin 2 katini vermen gerekir. bosuna mi benzin yakiyom ben.
    + acsaydin o zaman taksimetreyi. hem bu lpg.
    - tamam o zaman sen 18 ver. ugrastirmayalim birbirimizi.
    + ben bu tur seylerden keyif aliyorum. ya 10 lira veririm yoluna devam edersin ya da asti ye gidip tekrar taksimetreyi acariz ne tutarsa onu veririm.
    - ya ver lanet olsun ya 15 ver git hayret bisi ya!
    + (bu sirada canta yavas yavas omza alinir taksiden inilir) astiye gitmiyorsak al bu 10 lirayi benzin at arabaya ( on camdan para koltuga firlatilir ve arkaya bakmadan seri bir sekilde yurunmeye baslanir)

    en son gittigimde havas duraginin oraya asilan tabelada "guvenliginiz icin asti logolu taksilere bininiz" yaziyordu. belki bir duzenleme yapmislardir. ama orada akbaba gibi bekleyen kisiliksiz, serefsiz canlilarin bu duzenlemeye uyuyor gibi bir hali yoktu musteri kapma diyaloglarinda.

  • babamla hiçbir zaman şahane bir ilişkimiz olmadı. yani her baba kızını sever, o da sever beni biliyorum ama hissettiremez mütemadiyen; sevgi görmemiş ki nasıl göstereceğini bilsin.

    2010 yılında ayrıldım evden üniversite için, o zamandan sonra mesafe de katmerledi gösterilemeyen sevgileri. yokluğuma alıştı, biliyorum; mecburdu, bir daha asla temelli geri dönmeyeceğimi biliyordu çünkü.
    hatta yokluğuma o kadar alışmıştı ki bir keresinde şakayla karışık "benim bir kızım varmış gibi gelmiyor bana bazen" demişti.

    son birkaç yılda değişti babam; babaannemin bakıma muhtaç kalması bariz bir şekilde değiştirdi onu.
    bu esnada kardeşimin bazı hataları oldu; yanlış kararlar, yanlış yatırım hamleleri, yanlış davranışlar, yanlış bir evlilik, bir sürü şey. bu hatalar tüm aileyi maddi, manevi, mental ve psikolojik olarak ciddi şekilde etkiledi.
    kardeşimin hatalarından sonra babam, benim aslında ona hiç sorun çıkarmadığımı fark etti; onlarla olduğum her zaman diliminde babaannemle ilgilenmem de onun bana olan güvenini perçinledi. son zamanlarda bana daha düşkün oldu babam. telefonla aradığında uzun uzun konuşmaya, gerekli gereksiz her şeyi anlatmaya başladı.

    on beş gün önce babaannemi kaybettik. ucu ucuna yetiştim cenazeye. o akşam çok şey konuştuk ailecek, uzun zaman sonra. en sonunda babam "ben şu telefonu kapatıp şarja takayım, sonra da yatayım artık" dedi. hepimiz şaşırdık, babam telefonunu asla kapatmazdı çünkü. kardeşim sordu "baba hayırdır, sen telefonunu hiç kapatmazdın?" diye.
    "telefonu açık tutma sebebim iki kişiydi; birisini bugün toprağa yatırdım, diğeri de bugün yan odada yatacak, açık kalmasına gerek yok" dedi gözleri dolu dolu bana bakarak. sarıldım babama, ağladık uzun süre sarılarak...

    babamın beni sevdiğini söylemesine gerek yok artık, ben bu cümleyi ölsem unutmayacağım.