hesabın var mı? giriş yap

  • amsterdam'da bir cafe'de oturmusuz arkadasla. geceyarisi olmus artik ve kalkmak uzereyiz. derken arka masamizda oturan hatunlardan biri koklaya koklaya boynuma kadar geldi. ve "parfumun cok hos la, markasi nedir?" diye sordu. hatun fransizdi o yuzden la dedi sanirim.
    benim de basima ilk kez boyle bisey geldigi icin sasirdim ve de acikcasi o parfumu ilk kez almistim. ilkin adi aklima gelmedi. sonra kiza dondum "victor hugo" dedim.
    "sahi mi? emin misin? victor hugo bizim bi vatandas ama ilk kez adina parfum duydum erkek arkadasima onerecem de" dedi.
    "cidden la, yalan borcumuz mu var la sana, victor hugo'dur parfumun adi" dedim.
    ben de ankarali oldugum icin la dedim sanirim.
    sonra kizlar peki tesekkur ederiz deyip kalktilar. telefonu cikardim ulan neydi harbiden adi diye baktim. viktor rolf cikti amk. viktor rolf & spicebomb. onceki parfumum de hugo boss oldugu icin benim beyin free style takilip viktor hugo diye bir parfum uretmis. mantiksiz da degil hani dusununce kizamiyorum da kendime o yuzden.
    yine de kotu bi izlenim birakmayayim diye kizin pesinden kostum ve parfumun adi viktor rolf'mus ya kusura bakma dedim. bu fransiz kiz da hemen oracikta birak simdi parfumu chàpchàlle deyip dudaklarima yapisti demek isterdim ama degil malesef ok deyip gitti.

    au revoir!

  • kazanda su ısıtıp, taburede oturarak maşrapa yardımıyla yıkanan çocukların en sevdiği ritüeldir.
    banyonun bittiğini müjdeler.

    detayına inersek;

    kazanda su ısıtılır, kaynar hale getirilir.
    kazan suyu çok sıcak olduğu için biraz kaynar su, biraz soğuk musluk suyu karıştırılarak su ılıştırılır.
    maşrapa yardımıyla kafadan aşağı dökülmek suretiyle yıkanılır. aralarda şampuan ile baş, hacı şakir sabun ile vücut köpüklenir.
    tüm köpük maşrapa ile dökülen sularla temizlendikten sonra kovanın dibinde 2-3 parmak kalınlığında su kalmıştır. kalan suyun seviyesi maşrapayla alınamayacak kadar azdır ancak emin olun bir maşrapanın alabileceği sudan da fazla hacme sahiptir. (bir çocuk "hacim" kavramıyla ilk orada tanışır.)
    bu aşamada banyo seansı pratikte sona ermiştir çünkü kalan suyu boca edeceğini önceden bilen parlak zekalı çocuk, gerçek temizlik işini bu son suya bırakmaz. bilir ki, bu suyu boca ettikten sonra su doldurulmaya da üşenilecektir, banyoya devam etmeye de.
    neticede banyoyu resmi olarak da bitirmiş olmak için kova alınır, ters çevrilmek suretiyle kafadan aşağıya boca edilir.
    ayağa kalkılır ve titreye titreye elinde havluyla bekleyen anneye/babaya koşulur.

    ps: öncesinde ya da sonrasında bizimkiler izlemek sünnettir.

  • ''modern dokunuşlarla yepyeni bir boyuta taşıyor'' yazısını okuduktan sonra kesinlikle 675 tl eder dediğim anahtarlık, dokunuşlar önemli çünkü.

  • birebir şahit olduğum iki olay ile biraz olsun anlaşılabilecek durum;

    mekan : barcelona'da bir cadde.

    bir adam 6-7 yaşlarındaki 4-5 çocuğu gezdiriyor. çocuklar yorulmuş olmalı ki el ele tutunmuşlar ve taksiye binmek içim kampanya yapıyorlar:

    taksi porfavor!
    taksi porfavor!

    diye küçük küçük bağırıyorlar.

    adam onları yürütmekten vazgeçip taksi tuttu mu bilmiyorum ama bu kadar sevimli bir şekilde ihtiyaçlarını dile getiren çocuklara karşı geldiğini sanmıyorum.

    şimdide ikinci olay.

    yer : istanbul, ikea.

    5 yaşında falan bir çocuk, ter içinde kalmış, yürümekten yorulmuş, babasının önünü kesip bacaklarına sarılıp kendisini kucağa aldırmak istiyor. babanın eli kolu dolu, kucakta yer yok. bunun üzerine çocuk çığlık atarak ağlamaya başlıyor. baba çocuğu sakinleştirmeye çalışıyor ama çocuk ancak kucağa alınırsa susacak. sonunda baba dayanamayıp elindekileri bırakıp çocuğa tokatı çakıyor. çocuk daha da bağırmaya başlıyor. ama baba rahatlamış gözüküyor.

    "şimdi ağla" deyip yoluna devam ediyor. yani "ağlamaya değer bir şeyin olsun" der gibi.

    bu kadar.

  • hafta sonu bir avm, park, restoran ya da dışarıda herhangi bir yerde onlarcası görülebilecek, en az 1 adet yaramaz çocuk bulunduran çiftlerdir. hayatlarından bezmiş, allah belalarını vermiş gibi bir görünümleri vardır. suratları asıktır ve birbirleriyle sanki küsmüşcesine hiç konuşmazlar. genellikle telefonlarına odaklanmışlardır. sadece, sağa sola koşturan çocuklarına "dur, yapma, gitme, gel buraya çabuk!" şeklinde bağırdıklarında konuştuklarını duyarsınız. çocuklarıyla düzgün şekilde konuştuklarını ise pek duyamazsınız. çocuklarına hitap biçimleri genellikle "bağırma" şeklindedir. "madem böyle bakacaktın, neden yaptın o çocuğu" diye düşündürtürler çevredekilere. görenleri evlilikten soğutma gibi bir özellikleri de mevcuttur.

  • rte tarafından açıklanan yeni yapılan cumhurbaşkanlığı sarayı'nın odası sayısı. teşekkürler rte. 1000 diyenler nerede ? hani 1000'di ? gördünüz mü 1150. yani daha şahane. daha ileri hedeflere taşıyacak bir sayı.
    keşke 3 bin olsaydı.
    daha çok övünürdük.

    (bkz: akıl fikir yetmezliği)

    edit : lan ben bunu gazete görüp başlığı açmıştım, şimdi videoyu izledim, 1150 küsür odası var deyince alkışlıyorlar gençler.

    lan bu nasıl bir sendromdur arkadaş. olm yoksa bizde mi hata var lan ? yakında hepimizi buna inandıracaklar. bizde bir gariplik var diyeceğiz gibi geliyor. tuzak olabilir.

  • alsancak'taki bir organizma.

    bugün alsancak tansaş'ta (kıbrıs şehitleri'ndeki) güvenlik görevlisi ile birbirimize giriyorduk. akşam ofisten çıktım, dolmuşa binmeden önce çikolata almak için bornova sokağına yakın olan tansaş'a gireyim dedim. kasada para ödeyecekken bir baktım ki tansaş'ın içerisinde bir koşuşturma. içeri küçük bir kedi girmiş onu dışarı çıkarmaya çalışıyorlar. güvenlik görevlisi kediciği kasanın oraya sıkıştırıp tüm gücü ile tekmelemeye başladı. (tekmeleme dediysem; adam kedinin peşinde koşturuyordu kedi korkmuş kaçıyor. reyondan 20 metre koştu kasanın oradaki kediye gelişine tekme vurdu herif. sonra da tekmelemeye devam etti.) güvenlik görevlisinin önüne geçip "ne yapıyorsun sen" diye bağırdım. güvenlikçi tam yavuz hırsız ev sahibini bastırır cinsi çıktı. adam "sen kimsin! ne karışıyorsun!" diye bağırdı."vurmayacaksın hayvana" dedim. bizimki ağzından köpükler saçarak üzerime yürümeye yeltendi, sırt çantamı çıkardım. tam yakın temas sağlayacağız. diğer çalışanlar bunu yakalayıp geri çektiler. seninki hala bağırmaya, gelip beni de tekmelemek için, kendisini tutanlarla mücadele etmeye devam ediyor.

    neyse bu arada kedi dışarı çıktı. ben de parayı ödeyip çıktım. sonra baktım sinirimi de alamadım geri döndüm. mağazanın sorumlusunu çağırdım. siz ve güvenlikçiniz hakkında şikayet dilekçesi dolduracağım dedim. gittim dilekçe yazdım tansaş'a.

    "hayvanlara şiddet uygulamak ve bu uygulamaya karşı çıkan müşterilerinizin üzerine güvenlikçi salmak mağaza politikanız mı"

    diye sordum. telefonumu ve iletişim bilgilerimi de bıraktım. bakalım cevap bekliyorum. cevap gelmezse yaşanan olay mağaza kamera kayıtlarında nasıl olsa var, gidip savcılığa tansaş ve güvenlikçi hakkında suç duyurusunda bulunacağım.

    -----------son haberler editi:---------

    bugün 10:39 itibari ile tansaş mağaza müdürü konu ile ilgili beni aradı. yaşanılan olaydan duydukları üzüntüyü belirtip, sabah ilk iş olarak bahsi geçen güvenlikçinin iş akdine son verildiğini, bahsi geçen kişinin bundan böyle tansaş ve grup şirketleri içerisinde herhangi bir pozisyonda çalışamayacağını söyledi. müdür beyden konuyla ilgili açıklayıcı bilgiyi mail adresime göndermesini istedim. mail gelince screenshot'ını buraya koyarım.

    tansaş'a gerekeni yaptığı için teşekkür ediyorum.

  • ingilizceyi 10. sınıfta eşekler gibi kendim çalışıp öğrenip 12. sınıfta toefl'dan 106 aldım, o yüzden bu konuda açıklayıcı bir yorum yapabileceğimi düşünüyorum.

    8. sınıfa kadar devlet okulunda okudum. bir tane ingilizce öğretmenim vardı 4. ve 5. sınıfta, dünya tatlısıydı. ama en fazla öğretebildiği şey çatlak patlak bir present tense'ti. dersi çok seviyordum, tahtaya bakıp "bunun sayesinde bir gün yabancılarla konuşabilirim" diye hayal kuruyordum. ama gelin görün ki sınıfım 40 kişiydi. bir derste defterime yazdığım en kompleks bilgi "does mary have a bicycle?" "yes, mary has a bicycle. / no, mary does not have a bicycle." idi.

    sonra bu tatlı kadın gitti, yerine kolejli bir ingilizce öğretmeni geldi. telaffuzu süper, bilgisi süper ama bir egosu var ki anlatamam. sınıfım gecekonduda yaşayan, babası kapıcı olan, hatta çocuk esirgemeden gelen çocuklarla doluyken bu kadın bize haftada iki gün kolejindeki öğrencilerin nasıl iyi öğrendiğini, bizim iki kelimeyi bir araya getirip cümle bile kuramadığımızı anlatırdı. kitap özetleri hazırlatırdı, beğenmezdi. sınıfta bir keresinde özeti anlattırmak için beni tahtaya kaldırdı, "ingilizce anlat bakalım hikayede ne oluyor" dedi. boğazım nasıl kurudu, dizlerim nasıl titriyor. ki ben normalde derslerde en öne oturup her soruya el kaldıran bir öğrenciydim (hala öyleyim) ama o gün konuşamadım. sonra bir de telaffuzum kötü diye azar yedim. bizim yaşımızdaki kolej öğrencileri şu an roman okuyormuş, bizden bir şey olmazmış. hala unutamuyorum.

    8. sınıfta gittiğim özel okulda ingilizce dersleri iptal oldu, test çözdük. lisem özeldi, haftada 10 saat derslerde tamamen ingilizce konuşmaya başladık ilk kez. sınıf arkadaşlarımın hepsi şakır şakır, ben kekeliyorum, ellerim terliyor. çünkü pratiğim yok arkadaşım, pratik yapacak kaynağım, kaynak bulacak bilgim bile yok. öğrenmek istiyorum ama ileriye gidemiyorum.

    sonra bir gün, birinin ingilizcemle alay etmesi üzerine "yeter lan öyle bir ingilizce öğrenecem ki hepsinden iyi konuşacam" diye hırs yaptım. o sene de harry potter ve ölüm yadigarları çıkmıştı. onun ingilizcesini dünya para verip aldım, anlamadığım bütün kelimeleri tek tek yazıp öğrenmeye çalıştım. günde 3 sayfa okuyabildim. ama içimde artık o kadar birikmiş ki sürekli elimde olmayan bir durumdan dolayı aşağılanmak, bu çileye 1 sene boyunca devam ettim. şu an ise yeni tanıştığım insanların "ingilizcen çok iyi, kaç senedir amerika'da yaşıyorsun?" diye sorduğu bir seviyedeyim.

    ama ben bu noktaya, hırslı olduğum için gelebildim. o kolejli ingilizceci bizi derste her fırsatt aşağılarken "bir gün göreceksin" diye düşündüğüm için geldim. benim yaşadıklarımı yaşayan diğer çocukları, cesaretleri kırıldığı ve bir daha ingilizce öğrenmek istemedikleri, yabancı dili bıraktıkları için hiç suçlayamam.

    evet, sorun müfredatta. ama aynı zamanda da öğretmenlerde. bölümünü bitiren herkes öğretmen olabiliyor ama devlet okullarında doğru düzgün eğitimci yok. öğrenciye şefkat, anlayış, iyi niyet diye bir şey yok. mutsuz hayatlarının, doğru düzgün maaş ödemeyen işlerinin acısını 30-40 tane gariban çocuktan çıkaran memurlar var sadece sınıfta. materyal müfredat imkanlar artsa bile bunları tutkuyla, ilgiyle aktaracak öğretmen bulamazsanız hiçbir eğitim reformu bir boka yaramaz.

  • kendi verdiği puanları toplamayı bilmeyen tinercileri göz önüne sermiş fikstür.

    hiç boşuna düzeltme kardeşim screenshot aldım.

    az için şu mereti.