hesabın var mı? giriş yap

  • insanoğluyla kadim çağlarından beri var olan, belki de insan toplumuyla yaşıt olan olan bir silahtır kendisi. hatta bu silahla yapılan askeri ve avcılık becerileri birçok kültürün mitolojilerinde öne çıkan figürler haline dönüşmüştür.

    bu kadar eski olan bir alet bizim genetiğimize o kadar işlenmiştir ki herkes çocukluğunda en azından benim yaşında olanlar bir kere kendilerine ok ve yay yapmışlardır fakat bu kadar basit gibi görülebilen bir aletin de kendine özgü bir teknolojisi mevcuttur.

    tabi tarihte ilk olarak ok ve ok uçları bulunmuş ve icat edilmiştir diyebiliriz. yaklaşık olarak 60.000-70.000 yıl öncesinde olabileceği düşünülen, tarihlenen bu ok başları olduğu düşünülen kemikler ve taşlar, güney afrika bölgesi sibudu mağarası'ndan bulunmuştur. afrika dışına baktığımızda gözümüze sri lanka , fa hien mağarası çarpmaktadır burada ise 48.000 yıl öncesine ait ok başları bulundu.

    bir süre böyle gittikten sonra şimdiye kadar bilinen en eski kesin yayları danimarka'daki holmegård bataklığında hayatımıza girdiğini biliyoruz . 1940'larda orada, yaklaşık mö 8.000 ye tarihlenen iki yay bulundu. bu yayların özelliklerine bakacak olursak karaağaçtan yapılmıştır ve düz kolları ve d şeklinde bir orta bölümü bulunmaktadır. orta bölüm bikonvekstir. tüm pruva 1,50 m uzunluğundadır ve holmegaard tipi yaylar tunç çağı'na kadar kullanılmıştır diye tahmin edilmektedir.görsel-1görsel-2

    yay ve okların etkin kullanımını betimleyen en eski tasvir, iberya mezolitik mağarasında bulunmaktadır. burada kadim bir savaş ve av sahnesi tasvir edilmiştir ve savaş sahnesinde okçular arasındaki savaşı gösterir. dört kişilik bir grup tarafından çevrelenmiş üç okçudan oluşan bir grup cueva del roure, morella la vella, castellón, valencia'da bulunur. görsel-1görsel-2

    mö 3500 yıllarında ok ve yay insanlığın ayrılmaz bir parçası olmaya başlamış. bu durum yay teknolojisine de yansıdı ve kompozit yay dediğim yaylar ortaya çıktı.
    bu yaylar genellikle birden fazla parçadan oluşur ahşap çekirdek, yaya şeklini ve boyutsal stabilitesini verirken, parçalı yapı ise, birçok tasarımın gerektirdiği keskin virajlara ve bükülen ve bükülmeyen bölümler için farklı mekanik özelliklere sahip ahşap ve hayvansal parçalar kullanımına izin verir. kullanılan malzemeler akçaağaç, dut, bambu, sitka ladin gibi ağaçlar kullanılırken manda boynuzu, gemsbok, antilop, dağ keçisi ve macar gri sığırlarınınki gibi birkaç antilopun boynuzu gibi hayvansal yapılar çok uygundur. bu yapılar uygun şekilde birleştirilir ve hayvan tutkalı(hayvan postunda bulunan kolajen materyalden veya hayvan kemiklerinde bulunan kolajen ekstraksiyonundan türetilen organik bir tutkaldır)görsel denilen bir tutkalla sabitlenirdi.
    yayın kirişi için özellikle yaban geyiklerinin alt bacak tendonları kullanılırdı bunun nedeni tendonda bulunan yağ miktarının az olmasıydı, bu önemli bir konuydu evcil hayvanlardan elde edilen tendonlarda yağ fazla olduğundan zaman içinde kirişde bozulmalar ve kopmalar oluşurdu.
    kompozit yay örnekleri pers yayı, türk yayı çin yayı moğol yayı japon yayı(yumi) macar yayı kore yayı

    birde crossbow-arbalet veya tatar yayı dediğimiz bir ok çeşidi bulunmaktır. biz bunu film ve dizilerde orta çağ avrupa'sında görmekteyiz fakat bu yayın icadı asya'ya dayanmaktadır. bilinen en eski tatar yayları, mö 1. bin yılda, eski çin'de mö 4. yüzyıldan sonra yunanistan'da gastrafet adıyla icat edildi. buradan da 12. yüzyılda avrupada ortak bir savaş alanı silahı haline geldi. bu yay türü dolu bir tabancaya benzer çünkü bir tetik mekanizmasına sahiptir. yapılan ilk arbaletler tamamıyla ahşap yapılıyordu kuvvetli olmalarına rağmen menzilleri kısaydı daha sonra , tamamen çelik çubuklar kullanan arbaletler , uzun yaylara yakın ve bazen daha üstün güç elde etmeyi başardılar, ancak üretimleri daha pahalıydı ve yeniden doldurmak daha yavaştı çünkü dolum için ek aletlere ihtiyaç vardı.

    14.-15. yüzyıla geldiğinde ingilizlerde long bow meşhur hale gelmiştir bunun nedeni uzun menzile sahip olması ve 100 yıl savaşında başarısından dolayı baya tutulmuştur. bir longbow yapmak için tercih edilen bir malzeme porsuk, kül , karaağaç ve diğer ağaç da kullanılmıştır.

    ok ve yaylar 16. yüzyıldan sonra ateşli silahların keşfiyle gözden düşmüşlerdir. fakat 1. dünya savaşında sauterelle adında el bombası atan bir silah olarak kullanıldı. daha sonraları ise avcılık ve spor müsabakalarında kullanılmaya başlandı. günümüzde de hala etkin bir şekilde kullanılan silahtır kendileri.

    son

  • kısa süre sonra gerçekleştireceğimdir.

    dokuz yıl önce dünyanın en güzel gözlerini gördüğümde, çocuk aklımla, ilk düşündüğüm şuydu: camından güneşin girdiği güzel bir yatak odasında -hiç tanımadığım bir kız ile ikimize ait olacak olan yatak odasında- bu gözler sabah mahmurluğuyla yine güzel görünür mü bana?

    akşam eve döndüğümde, bir kızı ilk görüşümde onunla evlenmek istememin ne kadar çılgınca olduğunu düşündüm. ertesi gün biyoloji sınavım vardı ve bana sınavların ne kadar saçma olduğunu düşündüren şey de aşktı sanırım. yalan olmasın, ilk gün anlamamıştım aşık olduğumu.

    hiç çalışmadığım halde biyoloji sınavımın çok iyi geçmesi hayatıma yeni bir felsefenin hakim olmaya başlamasının ilk adımıydı. heyecanlı, umutlu ve neşeli isem işler hep yolunda gidiyordu. sonradan anladım, aşk alana bedavaydı bu duygular.

    teklif etmek diye bir şey vardı o aralar. hala vardır belki bilemiyorum, ilk teklifim kabul edilince ilgilenmedim sonra bununla. benim dalga geçtiğim bir sözdü bu; "tamam oğlum teklif edecen de, ne teklif edecen? onu da söyle!" diye dalga geçerdim arkadaşlarımla. kızlardan çok bilgisayarlarla ilgilendiğim için arkadaşlarımın heyecanını çözemezdim. fifa 98'de rakipsiz oluşumu açıklayan da buydu sanırım o günlerde.

    fifa 98'den kesildiğim hafta aklımdan çıkmayan tek şey, ne kadar saçma olduğu hiç umrumda olmayan, 'teklif etmek'ti. bir an önce gidip teklif etmeliydim. ne teklif edeceğimi ben biliyordum aslında ama ilk günden söyleyip de ürkütmek istemedim; arkadaşlık teklif ettim. aklımdaki 'hayatlarımızı birleştirmek' olsa da.

    arkadaşlık teklifimi kabul eden güzel bir kızla yürürken ne konuşulacağını bilmediğim için o meşhur salaklığın kurbanı oldum ben de; saklayacak değilim, teşekkür ettim. sonradan salakça gelse de o an nazikçe bir davranıştı bana göre.

    kızın cep telefonu olsa süper olacaktı çünkü yazılı anlatımıma daha çok güveniyordum. teklifimi kabul etmiş olabilirdi ama bu yetmezdi. bana aşık olmalıydı. onda cep telefonu olmamasına rağmen ben kendi numaramı verdim. işte kimilerince mucizelere inanmak olarak tanımlanan 'aşık olunan ilk kişi ile evlenmek' bizim için de mucizelerle mümkün olmuştu galiba. akşam bir mesaj geldi: "nasılsın? ya inanılmaz ama babam cep telefonu almış. ben de ilk mesajımı sana atayım dedim." (bkz: #2746780)

    aradan bol mesajlı, bol faturalı güzel günler geçti. artık şu lanet olası süreç hızlanmalıydı. hergün gördüğüm şu eli artık tutmalıydım ama doğal da olmalıydı bu; öyle zorlama bir romantizm istemiyordum. zaten çocuktuk daha, en büyük romantizmimiz okul çıkışı birlikte yürüyüp dondurma yemekti. bir ilişkide şans olacak, ilk el ele tutuşmamız tam istediğim gibi olmuştu. (bkz: yapılmış en güzel sürpriz/@terk edemeyen oglan)

    artık daha güzeldi her şey, daha yakındık. el ele tutuşmak gerçekten önemliymiş bir ilişki için. sokaklarda el ele tutuşarak yürüyebilmek için tenha yerler bulmalıydık. el ele tutuşmayı çok sevdiğimiz, yaşadığımız şehrin postacılarının bile bilmediği dar sokakları bizim ezbere bilmemizden belliydi.

    yaklaşık üç sene öpüşmek gibi bir düşüncemiz olmadı. benim vardı aslında ama, korkuyordum. kaybetmekten korkuyordum. ne kadar yanlış düşündüğümü şehrimize geç de olsa gelen pearl harborı izlemeye gittiğimizde anladım. saçma sapan bir köşeden seçtiğim koltuk için hiç mırın kırın etmemiş, kuzu kuzu gelmiş oturmuştu. o gün anladım ki, doğru filmi seçmiştik ilk öpücük için. tüm iştahıma rağmen "film de hemen bitti!" gibi bir şikayetim olmadı. yalnızca bir ara gözlerimi açıp perdeye baktığımda kocaman bir bombanın bir geminin tam ortasına doğru düşmekte olduğunu görünce "bu ne lan?" dediğimi hatırlıyorum. tabii ki içimden dedim bunu, yoksa ilk öpücük son öpücük olurdu.

    o günden sonra biz artık birbirinin bağımlısı iki insan olmuştuk. hayatımıza hep ilişkimize uygun yönler belirledik. üniversitelerimiz, bölümlerimiz, birlikte yaşadığımız şehir, birlikte yaptığımız yolculuklar, birlikte çalıştığımız tiyatrolar, birlikte üzüldüğümüz trafik kazaları, birlikte korktuğumuz ameliyatlar, birlikte hastaneye yatırdığımız anne babalarımız, birbirine karışan göz yaşlarımız, birlikte uyandığımız sabahlar, birlikte uçurduğumuz uçurtmalar... koskoca şehrin tüm elektriklerini kestiğimiz bile oldu birlikte. (bkz: yükseldikçe küçülen uçurtma olmak/@terk edemeyen oglan)

    ailelerimizi tanıştırdığımızda neler olacak diye korkuyorduk hep. gördük ki birbirimizi ne kadar çok sevdiğimiz dışardan da çok belli oluyormuş. bizden istekli çıktı onlar da. piknik oraganizasyonları, sarma partileri, kısır günleri, çeyiz sohbetleri gibi alaturka olsa da konular, onlar da kaynaştı birbirleriyle.

    aradan dokuz sene geçti ve o gözler gittikçe daha da güzel oldu. hep bana baktı ve kendisine hayranlıkla bakan bir çift göz gördü; o kadar güzel olmasa da bir ışık vardı benim gözlerimde de.

    evlenme teklif etmemiş olmama kırılmıyordur umarım. hep olduğu gibi doğal oldu bu karar da ama yine de içimde doldurulmamış bir ukte kalmasın diye güzel bir evlilik teklifi bulmam lazım. (hayır, sözlükten olmaz.)

    şimdi de geldi ve "ne yazıyorsun?" dedi. öptüm, "bitince oku" dedim. "tamam" dedi.

    (bkz: hatice/@terk edemeyen oglan)

    edit: ha bir de; (bkz: sevgilinin adını vücuda dövme yaptırmak/@terk edemeyen oglan)

    evlilik sonrası edit: 18.07.09'da yazmışım bunu, 06.03.10'da evlendik. 'kısa süre'ye bak! (bir de evlilik teklif edemeden öylece evlendik sap gibi ya!)

  • eve gidince ne yapacaksınız diye soruyorum ben. %90 cevap yatacağız oluyor. siz giderseniz bende yatacağım diyorum. anlayıp, kalkıyorlar. samimi iseniz bu taktik sorunsuz çalışacaktır.

  • videoyu 3-4 kez izledim gulmek icin. ilk izledigimde tam; "gulme lan senin de basina gelir melir" derken, nereden basima gelecek boyle bir mallik deyip, kahkahayi bastim ve hala guluyorum alabora oluslari gozumun onune geldikce...

    resmen batan geminin malları olmuslar, ya da alabora olan.

  • elimde çekirdek entryler arasında yalnız ve güzel kız aramaktan kör oldum, tuz krizine girdim.

    osman, mahmut, hasan siz bi yazmayın aq.

  • kazaya karışan sürücüye üzüldüm.arabası hasar aldı bir ton uğraşacak,olaydan sonra karakolda saatlerce zaman kaybetti,işinden gücünden oldu ayrıca strese girdi.

  • çalışan insanın bazen tek tesellisi olabilen aktivite. cumadan market stoğu da yapılır hatta ekmek bile fazla alınır ki ekmek almaya bile inilmesin. dis dünya ve insanlara karsı bir sogukluk vardır. özellikle buyuk sehirlerde çalışanlar ya da ısı insanla olanlar. mümkünse haftasonu insan görmek istemezler. sessizlik, huzur minik bir tatil. yaslanıyor muyuz acaba

  • bu ülkede on yıllarca sömürülen, günde 16 saat hayvanlar gibi çalışıtırıp 2 kuruş ekmeğe muhtaç edlien, sonrasında sırf patron istediği diye kapının önüne konan milyonlarca insan varken japonya ile karşılaştırılmasına oldukça güldüğüm beyanat. japonya'daki işçi özlük hakları ve hayat standartları türkiye'de olsa hiç kimse işini bırakmak istemez.

    edit: imlâ

  • kesinlikle içinde bulunduğum ikilemdir.

    okuduğum bölümden ötürü akademik altyapıyla yetiştirilmiş olmama rağmen içimde bu tarz bir isteğin tek bir emaresine bile rastlamadım yıllardır.
    eskiden beri içimde resmen esnaf bir dayı var ve sürekli olarak durup durup ''hadi'' diye sesleniyor. üstelik etrafımda ve ailemde tek bir esnaf bile yokken sadece bende böyle bir aşk olması da genetiğin mucizesi.
    büfe olur, efendime söyliyim tekel bayisi olur, restoran olur, hep sürekli bir alayım satayım, ticaret yapayım, dükkan işleteyim hevesindeyim.
    bi laboratuara kapandığını düşün, makalelere gömüldüğünü falan, bi de işlek caddede büfe falan işlettiğini. oha lan büfe süper olm.
    ama sermaye şart.