9 entry daha
  • sanırım biraz arada kaynayıp giden hlynur palmason'un son uzun metrajı. halbuki bilhassa sinematografisi olmak üzere dikkat çekici yanları var.

    19. yüzyılda geçen filmde, bir rahip, kilise inşa etmek üzere danimarka'dan izlanda'ya doğru sonu bilinmez, zorlukları öngörülemez bir yolculuğa çıkıyor. yanında bir takım eşyaları ve sırtında da fotoğraf makinası var, ki daha sonra fotoğraf makinası filmin ana izleğinin önemli bir parçası hâline geliyor. seyirci de bu yolculuk boyunca yalnızlığın karanlığına, sarsıntılı inanç sorgulamalarına, ölümün ve yaşamın koyu ve parlak kıyılarına davet ediliyor. tüm bunlar bazen görkemli, bazen ürkütücü, kimi zaman da hayranlık uyandırıcı ıssız sahipsiz manzaralarla destekleniyor.

    ***

    zaten filmin henüz başında ''izlanda'da bir tahta kutu ve danimarkalı bir rahip tarafından çekilmiş 7 fotoğraf bulundu. bunlar güneydoğu sahilinin ilk fotoğraflarıdır, film de bu fotoğraflardan esinlenmiştir'' uyarısı ile karşılaşıyoruz. ancak yönetmen palmason'un belirttiğine göre bu aslında kurmaca bir uyarı. yine de başlangıçta böyle bir uyarı ile filmi izlemek ister istemez farklı tahayyül noktalarını çalıştırıyor, empati kurmaya dair arzuyu tembelliğin esaretinden kurtarıyor. ayrıca rahibin kullandığı makinanın çerçeve oranı 4:3 olduğu için filmin de aynı çerçeve oranı ile seyirciye sunulmuş olması, belirli bir düşünce ve amaçla yapılmış olmasından dolayı fena fikir olmamış.

    rahibin rehberle kurduğu bağ ile yerel halk ile kurduğu iletişim filmin ilk kısmını oluşturuyor. iletişime hevesli ve amacından emin görünen rahip, rehberin kaybıyla birlikte ikisini birden kaybediyor. iletişimi derhal, amacını ise yalnızlıktan doğan hevessizliği sayesinde ağır ağır, yavaş yavaş, her anını hissederek ve seyirciye de hissettirerek kaybediyor.

    girdiği derin yalnızlıkta sığındığı iki şey var: biri elbette doğal olarak inancı, ikincisi ise fotoğrafları. ancak yaşadığı her yeni zorlukta gücü ve inancı biraz daha tükeniyor; yalnız başına kaldığı anlarda sürekli olarak bir işaret, bir kolaylık, yeni bir yol açılması için dua ediyor ama bunlar cevapsız kalıyor. bir başınalık hâli sürekli ve artan biçimde devam ediyor.

    bu noktada makina, rahibin elindeki tek somut varlık, iletişim kurabildiği tek dil, yalnızlığını gideren tek arkadaş hâline geliyor. bir kadınla yakınlaşabilmesi bile bu makina sayesinde gerçekleşiyor. ve yerel halkın geri kalanıyla da. bir noktadan sonra sanki bir rahip değil de bir fotoğrafçıymış gibi davranmaya başlıyor. kilisenin tamamlanmaya yaklaşması veya tamamlanması kendisinde en ufak bir heyecan, herhangi bir duygu uyandırmazken, fotoğraf çekmek sevinç, öfke gibi keskin duygularını harekete geçirebiliyor. artık sevdiği ve belki de inandığı şey fotoğraflar ve makina olmaya başlıyor.

    ancak finalde ''artık bunu taşıyamam, bu ekipmandan bıktım'' diyerek onu da yere atıyor. rahip böylece onu tüketen, değiştiren, sorgulatan ve yalnızlaştıran yolculuğundaki tüm her şeyden kurtulmuş oluyor. yolculuğun en başında sahip olduğu her şey (inancı, rehber, makina, heves, tutku, amaç) tam anlamıyla bitmiş, rahip de tükenmiş oluyor ve yolcuğu artık orada son buluyor. zaten sonunda da yabancısı olduğu, ilk önce gelmek, sonra kaçmak istediği onu tüketen topraklarda doğaya karışıp gidiyor. yani ölümünde bile değişim son bulmuyor.

    ***

    senaryo pek orijinal sayılmaz, işlediği konuyu ilk kez işlemiyor, sinemayı da yeniden keşfetmiyor. ama yine de her şeyin çılgın gibi hızlandığı, hızlı kurguların birbirleriyle yarıştığı, seyircinin dikkatini dağıtmamak için sürekli olarak bir aksiyon-hareket çizgisinde filmlerin yapıldığı günümüzde kendinden emin şekilde dakikalarca uzun çekimler yapan, seyirciye tefekkür aralığı bırakan, görkemli manzaraları da uzun uzun sunmaktan çekinmeyen, yavaş temposuyla bir yandan masalsı bir his veren bir film.
7 entry daha
hesabın var mı? giriş yap