18 entry daha
  • bir gelenek midir bilen beri gelsin, bizim filmlerimizin sinematografisi (ya da daha öztürkçesi görüntü yönetmenliği) alabildiğine kötü olur, bu sebepten afişe ilişik filmden kareleri ara güler fotoğraflarını hatırlatan "uzak" şahsım adına ilk bakışta memlekete gelir gelmez kaçırılmaması gereken bir film intibağı uyandırdı. lakin ben bu uyanmış ayık intibağın sinemada elbirliği ile uyutulacağını, morfin manyağı yapılacağını bilmiyordum. öğrenmiş oldum.

    alt başlık: intibağ nasıl uyutuldu?

    yönetmenlerin, kurgucuların ve dahi yapımcıların düştüğü bir büyük hata vardır, şurda burda dile getirilir ben niye getirmeyeyim? bir dönem avantgard kabul edilen dekonstrüktivist bir sinema dili olarak şakşaklanmış hızlı plan değişikleriyle (fast paced cuts deniyor buna) görsel olarak bir mevzuyu anlatma stilistik seçimi, zamanla müzik videolarının ritmsel kaygılarının, kısa zamanda alçak dikkat ve odak eşiği olan bir hedef kitleye anlatma yükümlülüğünün de işine geldiğinden mtv jenerasyonu tarafından sahiplenilmiştir. işbu sebepten bu tarz editinge ecnebi ülkelerde "mtv style editing" denildiği bilinmektedir.(en azından açıklarken bazınız gibi the player filminden replik araklayarak "bir kareye 80 cut" demek ahmaklığına düşmedim, elhamşükür)

    şimdi, mtv yozlaşmanın, popüler kültüre domalmanın, para babalarının kuklası olmanın diğer adı ve sureti hal kağıdı olarak kabul edilirse (ben kısmen ediyor, kısmen etmiyorum) mtvnin yaptığının tam tersini yapmak, militan/proaktif bir perspektifde ilerlemenin, progresif kültüre kucak açmanın, aydınlanma neferi olmanın gerekşart kipi olacaktır. bu yüzden long shot tabir ettiğimiz samsun içen bir adamın üzerinde kameranın dakikalarca dingildemesi "mtv işi" olmadığı için "sanatsal" olması imkanını doğuracaktır. yani "mtvnin varlığı, antimaddesini bulduğunuz anda sanatsala/engin kültüre açılan bir kapıdır" vehmi çoğunlukla bu yüzden fikren ham meyvayı dalından koparmaya yönelik metod sinemacılarının "sıyrılma" yolu haline gelmiştir.

    holivud un "formül"ü varsa, holivud dışı sinemanın da aynı sığlıkta bir "anti formül" ü vardır. ikisi de eşdeğer oranda yanlıştır, ikisi de eşdeğer oranda "içerik" sahibidir.

    görünen odur ki nuri bilge ceylan ın bu filmi de bu antiformül ile "izleyiciyi uyutma" fiilini "izleyiciyi bir an olsun rahat bırakmamak" mtvselliğinin karşısına çıkarmakta, "sanatsal" olmak adına bu antiformülden "medet" ummaktadır.

    peki denemez mi ki? "uzun uzun planlar, long shotlar ile anlatılmak istenen ya da verilmek istenen yalnızlık, terkedilmişlik, depresif ve uzaklaşmış olmak hali layığıyla verilmiştir, yönetmen amacına, ereğine, gayesine, mefkuresine ulaşmıştır, sana ne oluyor tonton?"

    elbette denilebilir. "sıkılmayı, narkoleptik bir yaşamı, koma halinde bir köysoylu aydının tabi olduğu gerçek kesiti" anlatmak istediğini beyan eden herkesin, özellikle de sinema 2.sınıf öğrencilerinin favori savunmasıdır "ben zaten öyle olsun istemiştim, o sizin hata sandıklarınızın hepsi bilinçli tercihlerdir, sanatımı da beğenmeyen sittirsin gitsin" tesbih böcekliği. eğer bu meşru bir müdafaa ise neden bizim okuldan benzeri, muadili filmler çekmiş, teknik anlamda kimileri daha başarılı en az 40 kişinin daral eseri daha kan film festivalinde değildir? suçları "pitoresk" bir istanbul kışı yerine "depresif bir central park güzü/ melankolik bir yurt odası baharı" çekmiş olmaları mıdır?

    ---öğrenci filminin suçu ne? (ya da nuri bilgem kayırılıyor mu?)---

    öğrenci filmleri, ya da daha geniş anlamda amatör kısa filmler/uzun film gibiler de görülen hataların, teknik işbilmezliklerin, konu seçimlerinin, oyunculuklarının hemen hemen hepsini bünyesinde barındıran, bununla da kalmayıp profesyonel bir çalışma olmak ünvanına sahip olan uzak nasıl olmuştur da "tanınmıştır"?

    bunu anlamak için "tanıyan" mercilerin yakın coğrafyadan diğer "tanıdıkları"na bir bakış atmak gerekmektedir. misal son yıllarda azami oranda "tanınmış" olan "iran sineması" güzm bir örnek olacaktır. usta yönetmenlerine, orjinal konu seçimlerine, ya da orjinalleştirmeyi bildikleri sıradan hikayelerine rağmen iran sinemasında tanınmış eserlerin büyük kısmı egzotik bir oryantalizmle gişilmiş bir keşif hevesi sayesinde "bilinmişlerdir". bunu reddetmek mümkündür, çünkü "tanıyan" kurumların tanıma ameli hakkında bir subjektif saptama sözkonusudur. yani "sen o kurum bünyesinde misin totoş nereden biliyosun adamların/kadınların oryantalist egzotik kaçamak heveslerini?" deseniz, sanırsınız ki "evet haklısınız" diyeceğim.

    oysa ki cevabım ilk örnekte belirttiğim stilistik seçimi belirleyen aynı entellektüel olma dürtüsünün konu alanına girmektedir. entellektüel olmak "tanınmışlığına", "onaylanmasına" ulaşmak isteyen herkes için "sinema" da bir tüketim aracıdır, kaba iktisadi anlamda bir maldır. bu mal iktisadi anlamda şu şekilde bir eğilim içindedir: arzı en düşük oranda olan en az kemikleşmiş markaya tabi ürünler, en değerli olacak, ürüne talep çoğaldıkça ürün değeri düşecek, yeni ürünler aranacaktır.

    bir de örnek verelim: iyi bilinen bir ergen halidir, müzik alanında ıncık cıncık grupları dinlemek, popülerden kaçınmak ergen dinamiği içerisinde "süper kaliteli müzik dinleyicisi" olmak sıfatını armağan edecektir. ol grup(lar) ve dinleyen bu tüketim ilişkisi içerisinde mutualist bir gelişim içinde gibi görünürler. dinleyen bu bilinmez egzotik grubu/sanatçıyı dinlediği için "farklı"laşmakta, grup/sanatçı bu "farklı" kişiler kümülatif çoğunluğu tarafından dinlenildiği için "özel" olmaktadır.
    bu iki taraflı ilişki bahsi geçen sanatçının "farklı" olmayan kişiler tarafından keşfedilmesi, yoğun ve esnekliği olmayan bir talebe tabi olması anına kadar geçerliliğini korur.

    grup/sanatçı her ne zikse kitlelerce tanındığı anda, "farklı" dinleyici iki opsiyona sahiptir. "popüler"den ve "popülerleştirdiğinden" kaçmak ya da "bunu -ben- popülerleştirdim, ilk keşfeden benim, işte haklarında o makaleyi de, kitabı da ancak bennn yazabilirim" diyerek ürünü sahiplenmek, bundan marjinal kar ve fayda elde etmek.

    cannes film festivali ve diğer tanıyan kurumlar bu iki tip "farklı" tüketici enellektüeli de barındırır. dinamiği sebebiyle devamlı bir gir çıkı olan komitede, seçici kurulda bazıları yaşamak için köpekbalığı gibi devamlı ilerlemek, bazıları sülük gibi bulduğuna yapışmak, yatırımını ona yapmak zorundadır.

    uzak sanıyorum ki ilk grubun iran sineması macerasından sonraki duraklarından birisi olmak adına türk sinemasına ilerleme çabasının bir tecellisidir. bu uğurda hamam gibi sikimden aşağı bayır aşağı bir filmi bile "gündeme" getirebilmiş "yatırımcı"lar olduğunu düşünürsek, nbc nın biraz daha eli yüzü düzgün (en azından içinde akmerkez olmayan, türk kültürünün şahaneliklerini apaçık anlatmayan) bir "oryantalist" istanbul ve türkiye manzaralı eseri daha bir vakfı kebir olacaktır.

    -teknik notlar-

    görüntü yönetmenliğinin teknik olarak iyi olduğu girişten kabul ettik. hataları olsa da "fotoğraf terimleri" ile başarılı bir iş çıkarıldığı söylenebilirse de, şafak vakti uyanıp film çekmeye üşenmeyen herkesin iyi bir film stock u ve lens ile ulaşabileceği görüntüler, çoğu zaman ifrada kaçar bir halde sunulmuş. bu anlamda matrixin dövüş sahnelerine ağırlık vererek bu sahneleri uzun tutması ile nuri bilge ceylanın bu diğer sahneleri "kesemez, kestiremez olması" benzerlik içermektedir.

    öyle ki nbc galata köprüsü üstünde yapılan bir çekimde, yağan karı bloke etmek için kameranın üzerine tutulan şemsiyenin tutacının ve de onu tutan elin görünmesine de aldırış etmemiş görünmektedir. sahnenin film içindeki "vazgeçilmezliği" epsilon seviyesinde seyrederken, bu tutumluluğun "çektiğim görüntülere aşık oldum, hepsi çocuğum gibidir hiç birine kıyamam" müşkülpesentliğine kaydığını söylersek abartmış olmayız.

    benzer bir sahne gökyüzüne renk versin diye eklenmiş bir filtrenin (ki bu filtreyi ilk sahnede şu şekilde kullanmak daha akildi. bir uzun long shot yerine iki parçaya ayırsa, bembeyaz kesmiş gözküyüzünün altında ön plandaki arazinin mukavvadan kesme halini azaltacaktı.) aktörün suratına suratına inmesi engellenecek, zombi gibi yüzünün bir kısmının morarıp, bir kısmının pembeleşmesine engel olacaktı.

    kontekts içine de ancak "bir seramik firmasına (eczacıbaşı takvimi sanırım) çalışan fotoğrafçı olan başrol oyuncusu" gayretiyle sıkıştırılabilecek zorlama planlar (özellikle otantik isimli içanadolu yemekleri satan restoran ve muadili kurumlardan hatırladığımız "koyun, göl, dağ, anadolu köyü" sahneleri), ara güler referanslı istanbul manzaraları, hamam filmindeki kültür bakanlığı katkılı "geleneğiyle moderniyle istanbulumuz, türkiyemiz" anafikrinin başka bir denemesi gibi duruyordu. iran filmlerinde çador görmekten sıkılmış batılı entellektüel, bu yeni "oryantal"e sıcak bakacaktır.

    bunun dışında filmde kullanılmış ses miksajının tüm zamanların en kötüsü olduğunu söylersem abartmış olmam. nuri bilgeme burdan seslenmek istiyorum (kulağı filmin tekrar izlenimlerinde ihtimal sağırlaşmış olacağından duyar mı bilmem) "bir planda her ses aynı seviyede, aynı gümbürtüde, aynı istikametten gelmez, gelmesi teklif dahi edilemez!"

    hal böyleyken nuri bilgeme kim gaz vermiştir de "abi ben bu sesleri böyle kabasıyla attım, çok şahane oldu elleşmeyelim" ecişliğine ulaşılmıştır? lan oha ya kafamı siktin ulen, şu entryi şu kadar uzattıysam, bu derece ıcığına cıcığına irdeliyorsam bilki film sırasında kafama zor zorrr ettirdiğin denyo sesler sebebiyledir. nasıl bir ses teknisyenin, montaj amirin var ki, nasıl death metal hayranı bir kitlen var ki bu caz cuzu duymuyor duyamıyor?

    bir bardak masaya indiğinde çotaaaank diye ses mi çıkar? el kadar bir oyuncak kurma asker nasıl olur da bir taburluk ses üretir? bir insan gazete okurken nasıl olurda geyik bacağı yoluyormuş gibi haşırtılar üretebilir?

    hadi onları da geçtim, geçiştirdim senin bu ses editorun ecnebinin "sweetining" dediği arka plana ambiyans sesler yükleme, ortamı çekilebilir kılma misyonunu nasıl oldu da böyle rambo görevine çevirdi?

    nuri bilgem hiç kar yağarken yusufçuk kuşu öter mi? sen hiç karda yürümedin mi? kar dediğin suniye yakın bir ses yalıtımı, filtresi sağlar. maşallah senin karlarını hiç bir ses siklemiyor. kuş ötüyor guu guu, gemi geçiyor (içimizden) vuuu vuu. en son böylesi bir şabalak ses kullanımını kör olduğu için kulağını böcüğün yürüme sesini işitmeye ayarlayan bir cüney arkın filminde görmüştüm. o bile en azından konuyla alakalıydı. bu teknik işbilmezliğin, birinci sınıf sinema öğrencisi duruşunun kabahati kimdedir?

    uzak sadece ses kullanımıyla dahi "aman şu traş makineli sahne bitse allaım" dedirtebilmiş, allah vere de şu kadın şu döşemenin üstünde bir kez daha yürümese dilekleriyle izleyiciyi doldurmuş bir filmmiş. ben bunu gördüm

    -son olarak: konu hakkında-

    şimdi teknik detayları yazmak, "ehehe şu ses çok fazlaydı rahatsız oldum, nuri bilge şemsiye tutan el görünmüş" demek ve oracıkta kestirip atmak "nbc sineması parayla iş yapmaz gönül ile iş yapar, o kadar teknik eksiklik kadı kızında olur, hem sen filmdeki konuyu zıtmışın, anlatılmak isteneni ıskalamışın, bu film konusuyla, anlatısıyla vardır" denme ihtimaline ve ekmeğine yağ sürecektir. sürdürtmem.

    uzak filmi anlatmak istediği bir konuyu bile anlatamamış, "bir yerde kesişmiş iki uzak hayattan bir kesit" sunmak belgesel sinemacılığından bir adım ileri gidememiştir. bir filmden aranan böylesi "bir kesit" ise, in bed with madonna isimli eser bir senaryoya hizmet etmediğinden, böylesi bir kesidi daha sorunsuz, "tüm çıplaklığıyla" anlatabildiğinden bir sonraki tercih sebebimiz olabilecektir. yok eğer amaç bir senaryo yazarak, bunu kurgulayarak "bir kurgu" yaratmak, oyunculuğu yöneterek ise bir öykü anlatabilmek ise bu filmde bütün bu çabalara rağmen ortaya konulabilmiş öyle bir öykü de yoktur.

    filmde ara ara sırtarıp yok olan otuz bir sahnesi, garip gerginlikler, başarılı kotarılmış bir takım trükler sayılmaz ise, filmde öykücülük girişimleri olduğu halde yeşilçam standardını aşan bir öykü yoktur (sevdiğini eski karısına söyleyemeyen havaalanında pısarak dönen adam eğer bir öyküyse tabi).

    türk sinemasında takip edilen "aydın ve dramı" konu başlıklı atıf yılmaz çıktılı trendin devamı olarak da, "köylü kentli uyuşmazlığı, uzaklığı, köysoyluluk ve reddediş" gibi mevzularda da gıkını çıkaramamış, içinde bol bol referans yaptığı tarkovskiden şefaat beklemiş bir "sıradışı" filmdir (hayır, vasat olması için teknik anlamda da göze çarpan şapşallıkları olmamalıydı)

    filmi en güzel ifade eden sahne kanımca araba alarmı öttürüldüğünde camda beliren ve planda görüldüğü 5 saniye boyunca abartı mimiklerle rol çalmaya çalışan adamın olduğudur.

    o beyhude gayretkeşlik, o onaylanmak, kabullenmek isteği hem filmin, hem de arkasındaki sinemacıların ortaya koyduğu emeği mimik cinsiden somutlar gibi.
371 entry daha
hesabın var mı? giriş yap