• “... ve insanlar, ah benim insanlarım,
    yalanla besliyorlar sizi,
    halbuki açsınız,
    etle, ekmekle beslenmeye muhtaçsınız.
    ve beyaz sofrada bir kere bile yemek yemeden doyasıya,
    göçüp gidersiniz bu her dalı yemiş dolu dünyadan.
    insanlar, ah benim insanlarım...” (bkz: nazım hikmet) -(bkz: ellerinize ve yalana dair)
    ve 2018'in 15 ocağında (bkz: nazım hikmet 116 yaşında)
  • hep geceye mi bırakacağız
    biraz da güne bırakalım...

    beni bu güzel havalar mahvetti,
    böyle havada istifa ettim
    evkaftaki memuriyetimden.
    tütüne böyle havada alıştım,
    böyle havada aşık oldum;
    eve ekmekle tuz götürmeyi
    böyle havalarda unuttum;
    şiir yazma hastalığım
    hep böyle havalarda nüksetti;
    beni bu güzel havalar mahvetti.

    orhan veli
  • yalnızlık
    kuş uçmaz, kervan geçmez bir yerdesin.
    su olsan kimse içmez,
    yol olsan kimse geçmez,
    elin adamı ne anlar senden?
    çıkarsın bir dağ başına,
    bir ağaç bulursun
    tellersin pullarsın
    gelin eylersin.
    bir de bulutları görürsün,bir de bulutları görürsün
    bir de bulutları görürsün
    köpürmüş gelen bulutları
    başka ne gelir elden?
    çın çın ötüyor yüreğimin kökünde şu dünyanın ıssızlığı
    tanrı kimsenin başına vermesin böyle bir yalnızlığı!

    yaşar kemal
  • yeni başlayan güne kırgınıım. her şey normalmiş gibi davranan insanlara da kırgınım. bir gün daha yaşayacak dermanım kalmadı derken; her sabah yorgun gözlerini makyajla kapatan, tek bir cümle daha çıkacak hali kalmamış dudaklarını jilet kırmızısına boyayıp güne koca bir kahkahayla başlayan ve kendini gizleyen kadınlara da kırgınım. kendime kırgınım. güçlü olmak, güçlü kalmak ve güçlü görünmek zorunda olduğum her an'a, her dakikaya, her insana kırgınım. hıçkırarak ağlamam gereken yerde, acı bir tebessümle umrumda değilmiş gibi davranmayı öğreten hayata kırgınım. tüm bu kırgınlıklarıma rağmen yine de güneş doğdu, yine de başladı gün. bana da bembeyaz bir kahve kupasının üzerine, keskin kırmızı bir iz daha bırakmak düştü.

    duymuşsunuzdur, abd’de yaşayan bir adam köprüden atlayarak intihar ediyor. cebinden çıkan notta ise 'evden köprüye kadar gittiğimde eğer biri gülümseseydi intihar etmeyecektim' yazıyor. ben hiç umudu kalmamış birilerine gülümsemek istedim. kırgınlıklarının ruhunda yarattığı kırıklarla yaşamaya çalışan, sırf gülmesi gerektiği için gülüp, konuşması gerektiği yerde konuşan -aslında mütemadiyen sessiz kalmayı yeğleyen- herkese küsmüş, en çok da herkes gibi hissetmediği için kendine küsmüş, girdiği her savaştan mağlup ayrılmış insanlara gülümsemek istedim. ama içten. ama gerçek.

    #günebirşiirbırak yazdım kağıtlarımın üzerine. son 2 haftadır her gün bir köşe başına bırakıyorum. bu bana amacım olduğunu hissettiriyor, ben gece ölmeye karar verirsem, ertesi gün şiir bırakmazsam birisi ölecek diyorum. bi süredir tanımadığım birisinin gülümsemesi için, köprüden önce son çıkışı olması için yazıyorum. eğer bir yerde görürseniz şiirimi, eğer gülümserseniz lütfen o köprüye gitmeden önce birini gülümsetin.

    *iki sigaram kaldı bu gece için
    yüzyıl yetecek çocukluğum,
    iki muhabbet kuşum,
    biraz da ateşim var.
    dua ediyorum ateşe
    vazgeçsin diye beni yakmaktan bu gece
    dünyanın bütün sabahları için iki bilet al maviş anne
    aman umutsuz bir yer olmasın!
    iki kendim varmış maviş anne
    biri benmişim biri mutsuz
    ben ölürsem maviş anne, mutsuz için
    dünyanın bütün sabahlarına bir bilet al.
    ben ölürsem mutsuza iyi bak!
  • firuze

    —bilmeyenler seni ne anlasın
    firuze sen hayal üstü bir kadınsın—

    gün doğar
    gece aydınlığa karışır
    saçlarını umut gibi
    yaralı yüreğinle toplarsın
    hayata her gün bir adım
    ve bugün bir adım daha atarsın
    firuze bırak yaşanmamışlık
    yeni bir heyecanla yaşansın

    kelebekler yaşama kanat çırpar
    çiçekler tozpembe
    ağaçlar rüzgârda saçını tarar
    ırmaklar sütbeyaz çağlar
    bırak firuze bırak
    hayat akışında aksın
    seni bilmeyen görmeyen ne anlasın
    sen hayal üstü bir kadınsın

    gökyüzü gözlerini kıskanırdı
    bakışların bir sürgün
    bakışların hapis eden bir zindandı
    firuzem her sabah
    yeni bir tılsımla uyanırdın
    ellerin gökyüzünden
    düşen bembeyaz kar tanesini
    saçların göğsünde dağılan
    binlerce ırmağı andırırdı

    güneş tenine değmeye utanırdı
    bulutlara gizlenir
    akşam vardiyasında
    sana görünmeden usulca batardı
    senle her zaman yeniden
    bir doğuş yaratılırdı
    adın aşktı; sevdaydı.

    (firuze şimdi seni görmeyen
    beni ne anlasın
    sen hayal üstü bir kadınsın)

    vakit tüm arzulara gebe
    bir kez bile olsun
    hayatla koşuşturma
    bırak hayallerin yüreğinde
    yeşersin yeni bir ümitle
    sen sadece sessiz sedasız
    tüm güzelliğinle durduğun yerde beni bekle

    —ama böyle olmuyor ki firuze
    beni iyice dinle—

    adım hayat olmasa da
    kapı eşiğinin yaşama aktığı yerde
    gelir bulurum seni
    hiç beklemediğin bir günde
    söz o gün tüm gecikmeleri
    satır aralarına koyacağız bir şiirin
    yeniden ve kararlı bir halde

    (evet, o günü bekle
    her zaman ki gibi zarif duruşun
    ve saçına taktığın kırmızı gülle)

    gel otur hasretin kucağına
    geceyle örtelim acılarımızı
    mazi defterini yeniden açalım
    yeniden anlatalım sırlarımızı
    ama sil gözlerindeki bin yıllık yaşı
    hadi firuze hadi ülkemin kızı

    — nasıl unuturum deme firuze
    biz bu topraklarda neler unuttuk—

    küçükken anne kucağında
    dinlediğimiz ninnileri unuttuk
    bir yıldız gibi parlayan gözlerimizde
    birbirimize bakıp el ele tutuşup
    kurduğumuz hayalleri unuttuk

    —oysa bende bilirim bende
    biz bu coğrafyaya umuttuk—

    kardeşlerimizin toprağa düşen
    o masum gözyaşlarını
    alev alev yanan yüreğimizde kuruttuk
    sustuk firuze bile bile sustuk

    —oysa biz bu coğrafyaya umuttuk—

    ama gel gör ki her yerde zülüm
    her yer karanlık
    alev topları üstümüze üstümüze
    firuze yandık ki ne yandık
    çıra gibi aşk gibi
    yandıkça hayatı anladık

    —üzülme artık firuze
    yüzümüze güleni dost sandık—

    demek buymuş göreceğimiz
    demek çarkın yalancı
    hilebaz oyunlarına kandık
    umduk firuze umduk
    iyiliği mutluluğu güzelliği
    umduk ki hiç birini bulmadık

    —belki de firuze heyecanlarımızı
    bu yüzden bile bile unuttuk—

    (oysa biz bu coğrafyaya umuttuk)

    yorgunduk durgunduk
    alışılagelmemiş bir zamanın yolcusuyduk
    toprağı aşındıra aşındıra
    okyanuslara karışıp kaybolduk
    ırmak gibi usul usul
    aka aka savrulduk

    firuze kaderin her cilvesinde
    alnımızın akıyla doğrulduk
    mütevazıydik mağrurduk
    her gece yavaş yavaş
    senle ateşlerde kavrulduk
    sevda gibi aşk gibi
    aynı kalpte başladık
    aynı coğrafyaya umuttuk

    (suskunduk firuze suskunduk
    farkında değildik ama
    aynı yolun yolcusuyduk)

    —aynı yolun yolcusuyduk—

    kaderin o acı, tatlı
    o kaçınılmaz ilk cilvesine kapıldık
    bir pardon kelimesinin öncesinde
    dalgınca kalabalıkta çarpıştık
    belki de her şeyin son bulacağı yerde
    biz o an bu hikâyeye başladık

    —ne zaman bu anı hatırlasak
    senle uzaklara dalardık—

    firuze gözlerin o yağmurlu gün gibi
    hala ürkek hala bana tanıdık
    sen abranı kaçırmanın telaşıyla kızgın
    ben ise yüreğim sevdana kapılırcasına
    paramparça ve yanık

    — derken ayağa kalktın
    ve hiç konuşmadan ayrıldık—

    (daha seni hiç tanımadan
    nasıl oldu da inceden inceye
    kalbime işlendi ayrılık)

    — bir adım... bir adım daha
    kaybolup gittin durdum öylece—

    her bir adımın koca bir hiçlik
    her bir hiçlikte yeni bir yokluk
    her yoklukta varlığını buldum böylece
    firuze aşkın büyük darbesi
    umulmadık anda böyle inince
    gidişini seyrettim durup sessizce

    —hala da gidişlerin korkutur beni
    yakar canımı her gün sessizce—

    aradan günler haftalar geçti
    aynı mahallede göz göze geldik
    sevmeye başladım seni gizlice

    (nerden bilirdim firuze
    aynı mahalledeniz diye
    kader oyununu oynamış işte)

    her güm uzaklardan usul usul
    gizliden sana bakardım
    bir sevda bulutuydum
    gözlerinde durur ikliminde yağardım
    çünkü bilirdim firuze
    sen senden olanlardan farklıydın

    —bir kürdün acısına gülmezdin
    onun derdini kendi derdin sayardın—

    oysa sende ben gibiydin firuze
    ve benzemiyordun diğerlerine
    belki bu yüzden
    bilinmez bir sırla girdin kalbime

    —bilinmez bir sırla girdin kalbime—

    ve karanlığımda çıkardın yalnızlığına
    yaşam olmayan yüzüyle sana bakardı
    gözlerin gökyüzüne takılır
    gözlerim gözlerine takılırdı, susardık…
    oysa iki ayrı kaderin saklısındaydık

    gözlerinde yıldızlar kayardı
    gözlerimde yıldırımlar çakardı

    —işte firuze bunun adı aşktı; sevdaydı—

    sen bilmediğim düşüncelerle
    bir cam kenarında sessiz
    bir sigara dumanında semaya bakardın
    bense yağmurlu bir gecede
    özlemimle tane tane sensizliğe akardım

    —oysa iki ayrı hayatın saklısındaydık—

    ben ki kürd çocuğuydum firuze
    bozuk türkçemle konuşurdum hayalinle
    ağırdı dilimin yükü
    kaldıramazdı hiçbir dil işçisi
    her birinin fermanı sürgüne ölüme yazılıydı

    —ve işkence hapisti tek kelimenin bedeli
    kürtçe yasaklarla prangalıydı—

    seninle aynı ülkenin çocuklarıydık
    senin yaşadığın hayat hayattı
    benim yaşadığım önceden yazılmış
    bir kadere katlanmaktı

    —ben kürdüm demenin bedeli
    ilmiği boynuna dolamaktı—

    —her birinin fermanı sürgüne yazılıydı—

    kimisini amed zindanında
    aldı bir işkence anında azrail
    götürüp taa sonsuzluk diyarına
    kimisini darağacında selamladı ölüm
    düşürüp yiğitleri kancık ağına

    —oysa firuze her biri
    nice umutlarla sarılmıştı yarına—

    anter’ide ansızın
    bir sokak ortasında
    amansız yakaladı kahpe kurşunlar
    ki firuze
    yitik bir dilin gözyaşlarıydı
    anterden dökülen sımsıcak kanlar

    — ve meçhule karıştı
    zulme yazgılı garip hayatlar—

    unutulmuştuk bir kara parçasında
    haritanın en karanlık y(alanında)
    sancılarımız saçını beyazlatırdı
    umutlarımızın umut dağıtan
    mevsimlerin baharında
    firuze bir çocuk gibi koşardın
    tükenmişliğin içinde yeniden
    anlam katarak hayatıma

    —cümlelerimin yorgun olduğuna bakma
    daha akmadım anlamların ırmağına—

    ne demeli ki
    sansürlenecekse düşüncelerim
    daha söylenmeden sıcağı sıcağına
    suç özgürlük kelimesinde mi saklı?
    bu muydu düşen payıma?
    öyleyse işte bileklerim
    vurun kelepçeyi
    vurun dipçikleri kafama

    ve didik didik edin
    arayın atın her birini bir yana
    yağmalayın sözcüklerimi
    dağınık bırakın öylece, ellemeyin
    anlamsız ve kopuk kalsınlar
    anlamasın diye insanlar cümlelerimi
    vurun hadi daha can çekişiyor
    vurun hadi yok edin benliğimi

    —zaten ne anlam ifade eder ki
    haykırmayacaksam kimliğimi—

    ama unutmayın
    saklıyım hayatın her karesinde
    beni öldürdükçe
    bir benzerim alır yerimi
    prometus gibi var olmak için
    yeniden yeniden toplarım küllerimi

    —firuze üzülme tutsak etiler diye bedenimi
    ruhum hep özgür öldürmediler, öldüremezler beni—

    ama kırdılar her yanımı
    ve dediler: aykırı davranmak ne haddine
    sonra doğu(m) sancıları ektiler içime
    güneşin yoldaşıydım her sabah
    dağlara dayardım sırtımı ağrı da
    oysa firuze karanlıkları örttüler üstüme

    —karanlıklar ki korkutur beni
    karanlıklar ki yalnızlığıma gebe—

    insanlar bilirim doğumdan ölüme gider
    ben ki doğ(r) u(m) dan
    doğrudan, doğudan, doğrumdan
    alnı açık giderdim ölüme
    bırakma firuze beni yalnızlığımda
    yalnızlıklar ki karanlığıma gebe

    bu yüzden gel sokul yanıma
    kaldırımlara emanet etme gölgemi
    geceler hain, düşmeyeyim yollara
    yollar ki kan gölü ülkemin
    her sokak başında vurulmuşum
    dört parça, dört parça bedenim

    —ne olur firuze gel yanıma
    tutarsa bir sen tutarsın beni bu şehirde
    anlarsa bir sen anlarsın—

    vakitsiz gitme sokağımdan
    caddelerim mühürlüdür sana
    gidersen ‘mart kalırım, eylül kalırım’
    yanar bir yanım, bir yanım üşür
    vurulurum gene taa derinden
    gene.. gene..gene..

    —kız firuze seni sevdiğimi bilirler
    kullanırlar bana karşı
    ne olur gitme, ne olur gitme: t(uzaklara)

    sürgüler çekilmiş tüm kıpılara
    kuytuluk her yer, her şey ıpıssız
    in cin top oynamaya çıkmış meydanlara
    ellerim cebimde yürüyorum
    derken her defasında selam
    veriyorum yoldaşım yıldızlara
    ve bir de seni, seni düşlüyorum

    —oysa firuze hiç sorma
    sensiz ne çok üşüyorum—

    haydi, firuze gidecek hiçbir yerim yok
    arala bana perdeni aç camını
    yoksa tünerler şimdi başıma
    sararlar dört bir yanımı
    gitme demiştim sana
    gene de gelirim diye
    yitirsem de ansızın infazlarda canımı

    vurgundur ihanetler geçmişime
    sensiz binlerce infaz
    yaşamışım illegal sevmelerde
    derken yanmışım temmuz sıcaklığında
    ‘tanyeri atarken van da’
    sonra firuze arif’in kaleminde
    firari güvercinler olmuşum
    subaşlarında, mengene dağında

    —şimdi gidip de kırma kanatlarımı
    33 kan pınarı! akmaz, göl olmuş bu dağda—

    ve sürgün kalmışım kendi ilimde
    sürekli vurulup, kovulmuşum
    mecbur, yalnız koymuşum anlayacağın
    bacı, kardaş, sılayı geride
    33 kurşun bu, saplanmış öylece
    yıllardır paslanır belleğimde

    (33 kurşundur bu firuze
    saplanmış ülkemin kalbine)

    —aç camını şimdi
    bana; dur! gitme, gitme de—
  • halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta
    herşey naylondandı o kadar
    ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı
    ama geyikli geceyi bulmadan önce
    hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk.

    geyikli geceyi hep bilmelisiniz
    yeşil ve yabani uzak ormanlarda
    güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan
    hepimizi vakitten kurtaracak

    bir yandan toprağı sürdük
    bir yandan kaybolduk
    gladyatörlerden ve dişlilerden
    ve büyük şehirlerden
    gizleyerek yahut dövüşerek
    geyikli geceyi kurtardık

    evet kimsesizdik ama umudumuz vardı
    üç ev görsek bir şehir sanıyorduk
    üç güvercin görsek meksika geliyordu aklımıza
    caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları
    kadınların kocalarını aramasını seviyorduk
    sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz
    bilir bilmez geyikli gece yüzünden

    'geyikli gecenin arkası ağaç
    ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü
    çatal boynuzlarında soğuk ay ışığı'
    ister istemez aşkları hatırlatır
    eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş
    şimdi de var biliyorum
    bir seviniyorum düşündükçe bilseniz
    dağlarda geyikli gecelerin en güzeli...

    hiçbir şey umurumda değil diyorum
    aşktan ve umuttan başka
    bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı
    belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor.

    biliyorum gemiler götüremez
    neonlar teoriler ışıtamaz yanını yöresini
    örneğin manastırda oturur içerdik iki kişi
    ya da yatakta sevişirdik bir kadın bir erkek
    öpüşlerimiz gitgide ısınırdı
    koltuk altlarımız gitgide tatlı gelirdi
    geyikli gecenin karanlığında..

    aldatıldığımız önemli değildi yoksa
    herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak
    gümüş semaverleri ve eski şeyleri
    salt yadsımak için sevmiyorduk
    kötüydük de ondan mı diyeceksiniz
    ne iyiydik ne kötüydük
    durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa
    başta ve sonda ayrı olduğumuzdandı...

    ama ne varsa geyikli gecede idi
    bir bilseniz avuçlarınız terlerdi heyecandan
    bir bakıyorduk akşam oluyordu kaldırımlarda
    kesme avizelerde ve çıplak kadın omuzlarında
    büyük otellerin önünde garipsiyorduk
    çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte
    hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız
    örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk
    yahut bir adam bıçaklasak
    yahut sokaklara tükürsek
    ama en iyisi çeker giderdik
    gider geyikli gecede uyurduk

    'geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede
    imdat ateşleri gibi ürkek telaşlı
    sultan hançerleri gibi ay ışığında
    bir yanında üstüste üstüste kayalar
    öbür yanında ben
    ama siz zavallısınız ben de zavallıyım
    domino taşları ve soğuk ikindiler
    çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık
    gölgemiz tortop ayak ucumuzda
    sevinsek de sonunu biliyoruz
    borçları kefilleri bonoları unutuyorum
    ikramiyeler bensiz çekiliyor dünyada
    daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum
    oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum
    iyice kurulamıyorum saçlarını
    bir bardak şarabı kendim için içiyorum
    'halbuki geyikli gece ormanda
    keskin mavi ve hışırtılı
    geyikli geceye geçiyorum'

    uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.
  • gidersen yıkılır bu kent, kuşlar da gider
    bir nehir gibi susarım yüzünün deltasında
    yanlış adresteydik, kimsesizdik belki
    sarışın bir şaşkınlık olurdu bütün ışıklar
    biz mi yalnızdık, durmadan yağmur yağardı
    üşür müydük nar çiçekleri ürpeririken

    gidersen kim sular fesleğenleri
    kuşlar nereye sığınır akşam olunca

    sessizliği dinliyorum şimdi ve soluğunu
    sustuğun yerde birşeyler kırılıyor
    bekleyiş diyorum caddelere, dalıp gidiyorsun
    adını yazıyorum bütün otobüs duraklarına
    öpüştüğümüz her yer adınla anılıyor
    bir de seni ekliyorum susuşlarıma

    selamsız saygısız yürüyelim sokakları
    belki bizimle ışıklanır bütün varoşlar
    geriye mapushaneler kalır, paslı soğuklar
    adını bilmediğimiz doslar kalır yalnız
    yüreğimize alırız onları, ısıtırız
    gardiyan olamayız kendi ömrümüze her akşam

    gidersen kar yağar avuçlarıma
    bir ceylan sessizliği olur burada aşklar

    fiyakalı ışıklar yanıyor reklam panolarında
    durmadan çoğalıyor faili meçhul cinayetler
    ve ölü kuşlar satılıyor bütün çiçekçilerde
    menekşeler nergisler yerine kuş ölüleri
    bir su sesi bir fesleğen kokusu şimdi uzak
    yangınları anımsatıyor genç ölülere artık

    bulvar kahvelerinde arabesk bir duman
    sis ve intihar çöküyor bütün birahanelere
    bu kentin künyesi bellidir artık ve susuşun
    isyan olur milyon kere, hiç bilmez miyim
    sokul yanıma sen, ellerin sımsıcak kalsın
    devriyeler basıyor karartılmış evleri yine

    gidersen yıkılır bu kent kuşlar da ölür
    bir tufan olurum sustuğun her yerde
  • sence biz ikimiz
    bir gün evlenebilir miyiz
    kaderin aynı sayfasına dökülür mü yazgımız
    ve aşkımıza secde eder mi bahtımız

    sence biz ikimiz
    bir gün evlenebilir miyiz
    kutsal bir nikah yeminiyle kenetlenir mi ellerimiz
    aynı yastığa dökülür mü saçlarımız

    sence biz ikimiz
    bir gün evlenebilir miyiz
    birbirimizin avuçlarında uyur mu yüreklerimiz
    zaman ölüme doğru akıp giderken
    sonsuzca yaşayabilir miyiz

    sence biz ikimiz
    bir gün evlenebilir miyiz
    kucaklarımızda ağlarken bebeklerimiz
    cennete varmışçasına gülebilir miyiz

    sence biz ikimiz
    bir gün evlenebilir miyiz...

    (bkz: isa yılmaz)
  • sabah

    son yağmurlar da dindi dinecek,
    yazın habercisi kırlangıç
    saçakta
    senin o atlıkarınca gülümseyişinle.

    cevat çapan
  • en güzel günlerimin
    üç mel'un adamı var:
    ben sokakta rastlasam bile tanımayım diye
    en güzel günlerimin bu üç mel'un adamını
    yer yer tırnaklarımla kazıdım
    hatıralarımın camını..
    en güzel günlerimin
    üç mel'un adamı var:
    biri sensin,
    biri o,
    biri ötekisi..
    düşmanımdır ikisi..
    sana gelince...
    yazıyorsun..
    okuyorum..
    kanlı bıçaklı düşmanım bile olsa,
    insanın
    bu rütbe alçalabilmesinden korkuyorum..
    ne yazık!..
    ne kadar
    beraber geçmiş günlerimiz var;
    senin
    ve benim
    en güzel günlerimiz..
    kalbimin kanıyla götüreceğim

    ebediyete
    ben o günleri..
    sana gelince, sen o günleri -
    kendi oğluyla yatan,
    kızlarının körpe etini satan
    bir ana gibi satıyorsun!.
    satıyorsun:
    günde on kaat,
    bir çift rugan pabuç,
    sıcak bir döşek
    ve üç yüz papellik rahat
    için...
    en güzel günlerimin
    üç mel'un adamı var:
    biri sensin,
    biri o,
    biri ötekisi...
    kanlı bıçaklı düşmanımdır ikisi...
    sana gelince...
    ne ben sezarım,
    ne de sen brütüssün...
    ne ben sana kızarım
    ne de zatın zahmet edip bana küssün..
    artık seninle biz,
    düşman bile değiliz..
hesabın var mı? giriş yap