• bu coğrafyanın oldukça doğusunda bir ilin, devletin varlığını hatırlatan gri, eski, mutsuzluk ve bürokrasi üzerine kurulu bir binasında; adliyede geçer olay. görülecek olan dava bilindik tüm toplum değerlerini alt üst etmiştir. biriktirdikleri kin bedenlerine sığmamış bir kalabalık adliyenin önünde karmakarışık voltalar atıp izmaritleri ile kaldırımı kirletmektedir. sanık, oğlunu öldürmekle itham edilen bir annedir. gazeteler kendisine "anne" diye hitap etmemek için nice çabalara imza atmışlardır günlerdir. "oğlunu öldüren kadın tek kişilik hücrede mahkeme gününü bekliyor" "cani kadın tek kurşunla oğlunu katletti"
    evet tek kurşunla. oysa kurşun ve silah bir kadın eline yakışacak en son nesnelerdir. deliller diyor ki, hedefe nişan alınmış, kaza değil, bilinçli.
    bir anne, nişan alarak ve tek kurşunda oğlunu öldürüyor.
    infial var şehirde.
    gerideki tüm anneler daha bir şefkatle sarılıyorlar kuzularına. sanki hepsi de "ben o değilim kuzum, sen hep güvendesin kollarımda" demek ister gibi. oysa tüm babalarda bir gerginlik, hepsi de yıllardır aynı yastığa baş koydukları hayat arkadaşlarını sorguluyor zihninde. azıcık sesi yükselse kadınların çocuklarına karşı, babalar giriyor araya. "bağırma kadın çocuğa!"

    bunca yılın kutsal bilinen kurumu; analık sorgulanıyor.

    zırhlı cezaevi aracı geliyor. normalden kat be kat fazla sayıda jandarma refakat ediyor araca, içindeki kadına.
    kadın da gencecik aslında daha. aslında ne bilinçsiz olacak denli genç ne de kadınlığı ikinci planda kalacak denli ileri yaşı.
    otuzların ortasında. saçlarını kara bir tülbent örtüyor. başının etrafında bir kara tülbent daha sarılı. çenesinde küçük bir dövme. gözlerinin altında derin çukurlar ama gözleri kara ve güzel hala. ve bir katil gibi değil, bir ana gibi bakıyor önüne.

    mübaşir isimleri okurken sesinde bir öfke var kadının adını söylediğinde. üç heceli bir ismi tükürürcesine tek seferde haykırıyor. küçük mahkeme salonundaki herkes gözlerindeki tüm silahları kullanarak bakıyor kadına.

    tanıklar öfkeli, küfürbaz ve hep aynı söyledikleri. kadın silahı doğrulttu ve ateş etti. yakın mesafeden hem de.
    hakim, mahkemeye saygıya çağırıyor tüm tanıkları. dilinizi tutun. içinize atın küfürlerinizi.

    ne zaman ki hakim anlat diyor kadına, kadın başlıyor başı önde anlatmaya. sesi unutmuş sanki konuşmayı, konuşmayalı konuşmayalı.
    " hakim bey, ben x aşiretindenim. bizim aşiret ile y' ler biz kendimizi bildik bileli, ağa babam, dedem kendini bildi bileli kanlıdır. her atanan kaymakam gelirdi bizim köye, sofralar düzülürdü. koyunlar çevrilirdi. el sıkışılırdı. barış olurdu güya. sonra yine patlardı silahlar. en uzun iki üç ay içinde. bizim soyumuz uyku bilmedi. önümüze ardımıza bakmadan yürüyemedik özgürce. nice düğüne derneğe gidemedik can korkusundan. bizim soyumuzdan kimse okuyamadı. uzaklara gönderemediler, izleri bulunur diye, tek başına ölmesin oralarda diye. biz kadınlar bile patates soymadan önce öğrendik silah tutmayı.

    sonra bir vali geldi köye. her ay geldi. eller sıkışıldı gene. gene barış sözü verildi. bir arsaya ortak etti vali iki aşireti. bir akrabalık lazım ki dedi, sağlam olsun barış. ben o zamanlar 15 yaşındayım. beni verdiler kanlımızın oğluna. içim yana yana gelin gittim. her gece burnuma kan kokusu gele gele aynı yatağa girdim. babamın, amcalarımın, kardeşlerimin kanı vardı ellerinde. gene de dedim vazifemdir. evimde huzur olursa soyumda da barış olur. kocam da benden kan kokusu alırdı zannımca. bir sözü yüzüme bakıp da dememiştir bu güne kadar. allah bana 3 kız evlat verdi. dördüncüyü dayaktan düşürdüm. karnım yuvarlaktı, gene kız olacak dediler. beş aylık bebem gitti. allah yüzüme güldü sonra, oğlumu aldım kucağıma sağ salim. o benim nimetim oldu. insan olduğumu hatırladım. bir nefes aldım. kocam bile bir bilezik taktı o gün. ama yüzüme bakmadan gene.”

    salon küfürlere boğuldu. nimet demesinde rahmetliye. adını ağzına almasında kahpe! adaletin sopası ağırdır ama. sustu kinliler cemaati.

    devam etti kadın;
    “ benim babam ödürüldü hakim bey, 3 amcam da, 2 kardeşim de. kardeşlerimden biri daha 12 yaşındaydı vurulduğunda, okul çocuğuydu hala. hayvana, tarlaya salmazdı anam onu. kıymetlisi idi anamın. o da ölünce dayanamadı anam, o da rahmetli oldu. tek bir erkek kardeşim kaldı geriye. 200 yıllık aşiretiz biz hakim bey ve tek er odur başımızdaki.
    kardeşime de allah evlat vermedi uzun yıllar. 3 kere evlendi, boşadı. sade ilk karısını sevdi. ama çok sevdi. gönderdiler kızı ama çocuk olmayınca. o kadar çok kendini öldürmeye çalıştı ki kadıncık, anası ahıra bağladı kısacık iple. eline kaşık bile vermedi kendi yedirdi anası.babasına kalsa ölse gitse daha iyiydi. aklı gitti kadının o ahırda. ne zaman ki kardeşimden umudu kesti aşiret, kardeşim gitti kurtardı ilk karısını. sonra büyü müdür nedir, mucize kabilinden hamile kaldı yengem. köylü lince durdu. evlerini taşladılar. inanmadılar yengeme. kardeşim tarla sattı ankaralara götürdü. hekimlerden imzalı kağıt getirdi attı kavenin ortasına.ikisinin çocuğuymuş. oğlan oldu ama daha 3 yaşında.”

    “kısa kes kadın; olay gününe gel. hayat hikayeni anlat demedik sana, yedi göbek anlattın ha!”

    “ demem o ki hakim bey, kardeşim tek erdir aşiretin başındaki.
    olay günü de nişanımız vardı.oğlumu nişanlayacaktık.

    salon ahiret gününe döner yine. nişanlandığı gün mü vurmuş oğlanı kahpe!
    jandarma çok da sert müdahale etmez kin cemaatine. ne de olsa onlar da insandır. haklarıdır isyan etmek bu kalpsizliğe. sessizliği sağlamak uzun sürer. kadın gene konuşmaya başladığında ağlamaktadır artık. yeniden yaşamaktadır o günü.

    “nasıl nişan ben anlamadım ama hakim bey. kocam bana kıza git bir bak demedi, başlık parası konuşulmadı, ben kızı hiç görmedim, kimlerdendir bilmedim bile.
    bana dediler ki yemek olacak, koyun kesilecek nişan takılacak. kardeşine haber et, herkesi çağır. çağırdım.
    evi dedim sıvayalım nişan için, ses etmediler, divanın yüzünü yıkayalım dedim dinlemediler. kimse yüzüme bakmıyordu.
    kardeşim geldi. kız kardeşlerim de. çocukları, amca çocukları. hepsi.
    kız evi gelmedi. yemek ver dediler misafirlere, dedim kız evi gelsin hele. yok dediler sen dağıt yemeği. mutfağa sini almaya gittim baktım kutu kutu ilaç. tarla için. ekim zamanı değil ama hakim bey. baktım koca evinden kimse sürmüyor ağzına yemeği. haber ettim kardeşime. zehirleyecekler hepsini. kaçın dedim. hepsi kalktı bahanelerle. ama anladılar kaçmak için kalktıklarını. merada çatışma çıktı hakim bey.
    ben oğlumu aldım kaçarken. sol yanda kaya ardında kardeşim. oğlum da aramızda
    geride bir kayanın ardında.
    baktım elinde silah, doğrultmuş dayısına.
    bağırdım, oğlum dedim, etme dedim. dayındır, kanındır, soyundandır dedim.
    ben babamın kanındanım dedi. etme dedim. uzaktı. kendimi silahın önüne atacaktım erişemedim. kardeşime sesimi duyuramadım.
    koca eldedir hakim bey, eldir. çocuk beldedir. ama kardeş nerdedir hakim bey? kardeş kandandır. tek erdir aşirette. soyumdur. 200 yıllık adımızdır.
    omzundan vuracaktım hakim bey, silahı dayısına doğrultup hızla ardını döndü bana. dönmeseydi sade omzunu vuracaktım. 20 yıldır barış vardı. sukunet vardı. canlar sağdı. unuttum silahı. edemedim hakim bey, sade omzundan, soyum için. karagözlümdü o hakim bey. kara…dayın dedim, deden için dedim. dinlemedi.
    kendimi vuracak mermim yokmuş. asın beni hakim bey, neyse en ağır ceza çekerim ben.
    20 yıl barış için sustum. şimdi de ağzımı açmadan çekerim cezamı cehennem günüm gelene kadar.
    kardeş tektir hakim bey. kardeş tektir.”

    hiçbirşey göründüğü gibi değildir.
    bazen gerçek görünenden bile acıdır.
  • olanakları kısıtlı bir ülkede şantiyemiz var. biz de istanbul'dan giderken oradaki arkadaşlara kuryelik yaparız. güvenlikten geçebilecek hemen her şeyi taşımışlığım vardır.
    bu yaz sonu, tek taş bir yüzük götürmem istendi. şantiyedeki saha mühendislerinden biri, yerel bir kıza aşık olmuş*, evlenme teklif edecek* ve türkiye'deki bir arkadaşından tek taş almasını istemiş. frodo olarak da ben seçildim.

    neyse, telefonlar alındı verildi. yüzüğü getirecek kişi bana ulaştı. nasıl yapalım, ne zaman getireyim derken akşam arkadaşlarıyla dışarı çıkacağını ve tesadüfen de benim evime çok yakın bir yere geleceğini öğreniyorum. "ben evdeyim zaten siz gelince beni arayın, ben sokağın başına gelirim" diyorum.

    akşamüstü evde, bizim canavarla tek kale maç yaparken, çalıyor telefonum. tek taşçı gelmiş, köşedeki bankanın orada beni bekliyormuş. bekletmeyeyim diye evde giydiğim şort tshirtle, ayağımda parmak arası terlikler, saçım tepeden toplanmış, koşarak çıktım. yaz akşamı diye sokak kalabalık, kararlaştırdığımız yerde beni bir "şey" bekliyor ama herhalde o olamaz diyorum. bildiğin ayaklı tek taş adam. bir de herhalde şık bir yere gidiyorlar, üstü başı baya düzgün. aramızdaki 50 adımlık yolu yürürken üstümdeki "eskiyince çok süper oluyor, evde pijama yaparım ben bunu" tshirtim, altımda az önce oğlumun yoğurduyla tanışmış şortum, yüzümde sabah yaptığım ve henüz silmediğim makyajım ile ay gibi parlıyordum.

    merhaba ve tanışma faslından sonra hemen yüzüğü alıp kaçmak istiyorum. bırakmıyor taş adam, "isterseniz açayım bir bakın, nihayetinde emanet yüzük" diyor. pretty woman'daki richard gere gibi açıyor kutuyu. sağımızdan solumuzdan insanlar geçerken biz öylece durmuş yüzüğe bakıyoruz. bir de hiç anlamam bu işlerden. gerçek mi, imitasyon mu sorsan bilmem yani. bunun geyiğini yapıyorum, gülüyoruz. "e hadi güzelmiş yüzük, allah tamamına erdirsin, bir yastıkta kocasınlar" diyerek vedalaşıyorum selvi boyluyla*.

    birkaç saat sonra beni orada görmüş ama o romantik ortamı bozup, ayıp etmemek için selam verememiş bir arkadaşım arıyor, kızım sen neler çeviriyorsun öyle diye...

    ya işte, sen frodosundur ama seni pretty woman'daki vivian sanırlar.
  • kayınvalide kurbandan sonra koyun etinin boyun kısmının ayrılması ve pişirilip çocuğa * yedirilmesi konusunda ısrarcı olmuştur. ne de olsa boyun eti kolesterolsüzdür, sağlıklıdır, faydalıdır, büyüme çağındaki çocukların ihtiyacı vardır vs. e peki madem. mevzu uzatılmaz, et alınır, buzluğa konulur, uzun bi müddet orada shirak'ın kabusu olarak yer işgal eder. çünkü shirak etten korkuyordur. evet canım, basbayağı korkuyordur işte. yahu, yok öyle, etfobik olma durumu değil. etle ilişkiler bozuk. çiğ eti elleyemiyor, yemek pişirme konusunda da bi miktar yeteneksiz, o büyüklükte bi et parçasıyla başetme konusunda tufan kişisinden farklı görmüyordur kendisini. daha öncesinde bir tüm tavukla başedemeyip, tezgahın üserinde duran tavuğu kollarından tutmuşluğu, sonra da hiç bi halt beceremeyip tavukla karşılıklı danseder pozisyonda kalakalmışlığı var.

    gelgelelim iş yerinde, bu kabusunu, her yemeği bilen, kompile beceri sahibi bi arkadaşıyla paylaşınca tünelin sonunda ışık görünür birden. arkadaş olayı o kadar basite indirger ki shirak nerdeyse kendisini bi emine beder, bi selçuk usta zanneder. eve gelir, tufan özdemir kişisinin okuldan gelmesine bi kaç dakika vardır. yapılacak şey de öyle basittir ki. boyun yıkanacak, düdüklü tencereye konacak, yanına da bişeyler daha konacak, suyla pişecektir. oh ne şahane.

    shirak hemen işe koyulur, tufan kişisi eve gelmeden boyun pişmeye başlarsa akşam çocuğun yemek saatine yetişecektir çünkü. bi de pilav oldu mu oh ne güzel. çok sağlıklı bi akşam yemeği. acelesi olduğundan ayakkabısını da montunu da çıkartmaz, çünkü hemen ardından balkona çıkıp çocuğun servisine kendisini göstermek durumundadır. dolaptan torba çıkartılır, içinden ilgili şey çıkınca moral bozulur. o parçanın düdüklü tencereye sığmasına havada karada imkan yoktur. hatta düdüklü tencere ona sığar, o derece. kasap hayvanı doğrarken sadece boynu değil kafayı ve omuzların bi kısmını da almıştır zannederim.

    her ne kadar olay shirak'a tamamen tersse de, shirak'ın bi de domuz tarafı vardır. niyet etmiştir bi kere: bu boyun pişecektir. aklına yüzyıllar önce evlenirken edinilen bıçak seti gelir. o sette bi satır mevcuttur. bugüne kadar kullanılmamıştır ama demek ki bu güne kısmettir. satır çıkartılır. boyun tezgahın üzerine konulur, satırla ikiye bölünecek ve hayat bayram olacaktır. ne gam. kasaplar bi vurdu mu hayvanlar 4'e 5'e bölünmüyor mudur canım? kolay bi iştir bu yahu.

    shirak eline satırı alır, boyna en stratejik yerden bi darbe indirir. eee? ha satır plastikten, ha boyun demirden. bilemiyorum artık. ohaaa? hiç bi etkisi olmaz darbenin. nasıl lan? bi daha vurur shirak. ama boyun adeta bi direnç sergilemekte hatta, evet ya, pis pis sırıtmaktadır. tekrar giriştiğinde artık neresine vurduysa, ciddi miktarda kan fışkırır shirak'ın yüzüne ve montuna. bi yerinde birikmiş zahir. e peki madem. el mi yaman bey mi yaman, "e ben de seni parçalamazsam boyun!" moduna geçilir. bu arada okul servisi gelir, shirak balkona çıkar, çocuğu karşılar, köpek kaçar vs.

    çeşitli maceralardan sonra evde olması gereken sabit populasyona dönülür. shirak, tufan ve it. ha bi de boyun ve hala tek parça. shirak kolunun ağrımasından ve yorulmasından ara verir parçalama girişimlerine, gelgelelim montu kan olduğundan, üstüne üstlük, bi de kazak kirlenmesin diye hala montla gezmektedir. gidip gelip boyna bi darbe indirir, boyun bana mısın demez. msn'den callistamaris'e durum anlatılır. callist kıçıyla güldükten sonra "satırı boyna sapla, sonra satıra bişeyle vur" önerisi getirir. çünkü asıl sorun satırı aynı noktaya üstüste iki kere isabet ettirememektir. shirak'ın aklına yatar öneri. satırı eline aldığında kapı çalar. shirak açar.

    şimdi getirin gözünüzün önüne:

    siz karşı komşunun 27 yaşındaki dalyan gibi fekat efendi, son derece hürmetli oğlusunuz. kapıyı çalmışsınız. shirak kapıyı açmış. ayağında ayakkabı, üzerinde kanlı bi mont, yüzünde sıçramış kanlar, elinde kanlı satır. ne düşünürsünüz??? yok ama, öyle düşünmeyin. hiçbir şey göründüğü gibi değildir.

    yine de insanoğlu işte. yüzünde "lan ben bu kadını hiç böyle bilmezdim" ifadesi, sesinde titrek bi tonlama:

    -gülsun abla, şey diicektim??? neyse ben sonra gelirim, hoşçakalın!!!!

    shirak öylece kalakalır.

    sonrasında callistamaris'in önerisi dinlenir, satır boyna saplanır, sonra satıra -çekiç bulunamadığından- bi tencereyle vurulup boyun ikiye ayrılır. toplam 1 saat 45 dakikalık bi mücadele sonrası düdüklü tencereye sığdırılır lanet şey, pişirilir. akşama yorgunluktan yiyemeyecek halde olan shirak hariç ev halkı boynu, pilav üstü, yer.

    karşı komşunun oğluna bi kaç gün sonra kahveye gidildiğinde durum izah edilir. içinde bi şüphe kaldığı kanaatindeyim ben ama napalım artık:)) geçmiş olsun. siz siz olun her gördüğünüze inanmayın derim ben
  • belki... belki de öyledir?

    hani bir kıssadan hissesi var çinlilerin. sai weng adında yaşlı ve fakir bir adamın en kıymetli atı kaybolur, alır başını gider. herkes ah vah eder senin için ne büyük bahtsızlık diyerek, üzülür. yaşlı adam gülümser, “belki.. belki de değildir”. bir süre sonra at yanında kendinden de güzel bir başka atla çıkagelir. herkes bu sefer vay ne ballısın sai weng, hadi yaşadın yine diye gaza gelir. sai weng yine sadece gülümser “belki... belki de değildir.” nitekim adamın ona bakacak tek oğlu o yeni atı eğitirken kaza geçirir, iki bacağı da kırılır ve bir daha yürüyemeyecek hale gelir. köylü yine ağıta durur “ne şansızmışsın sen sai weng, vah sana vahlar sana” sai weng tabii ki yine gülümser (çinli dedeler hep cool olmak zorundadır, benim dedem olsa misal siktirin gidin ulan bi de sizle mi uğraşçam yırtık dondan zıplayıp zıplayıp geliyosunuz her olayda diye sopayla kovalardı o köylüleri, o yüzden rahmetlinin lakabı “cinli hamdi”yken, bu amca çinli sai weng işte. neyse) sai weng gülümser yine ve belki değildir der. derken savaş çıkar, köydeki her genç zorla orduya alınırken kötürüm oğlu yanında kalır. köylüler sai sen allahın en sevdiği kulusun bak oğlun yanında kaldı diye gelince sai weng nihayet dellenir ve olm herkes anafikri aldı hala ne uzatıyosun diyerek anekdot geçen çinli tarihçiye dalar. kıssa da burada biter.

    kendi hayatımda da bıkkınlık verecek kadar çok oldu böyle ters köşe yapan olaylar. hafıza da fil gibi olunca birinci günden yıllar sonrasına kadar bilgime açık gerçekleşen zincirin her halkasını ekleye ekleye bu kadar kötü görünen bir olayın bu kadar iyiye, iyi görünenin kötüye sebep olabilmesi müthiş bir güvensizlik veriyor. hani rutin bi şekilde ters köşe yapsa ne güzel, her durumda negatifini alıp ne bekleyeceğini bilirsin. o da yok. benim bilgime kadarıyla random şekilde saçılıyor her gelişmenin uzun dönem etkisi. çünkü bilebildiğimin çok üzerinde parametre etken. afrikadaki kelebeğin kanat çırpışının amerikadaki fırtınada katkısının olması gibi. 2 bilinmeyenli 2 denklemi, 3 bilinmeyenli 3 denklemi, 15 bilinmeyenli 15 denklemi çözersin... gerçek işte ama 10 üssü 2,5 katrilyon bilinmeyenli 10 üssü 2,5 katrilyon denklemle falan tanımlanıyor bi şekil. o kadar ilişkiyi bilgiyi kavrama ihtimalin yok. o yüzden random geliyor. “bizim aklımız bir yerden sonrasını anlamaya yetmez” hüznü işte. ilahi bir yönü yok. harbiden yetmiyor. bilgimiz kuş kadar evrene dair o ayrı, olsaydı da işlemcimiz yetmezdi zaten.

    her şeyin aslında göründüğü gibi olduğunu, sorunun senin her şeyi görememen olduğunu bilmek çok hüzünlü bi acz bu yüzden. bilimsel perspektifte olgunlukla kabul edersin bunu belki de, güdük günlük hayatta hissel olarak çok hüzünlü. bilgelerin bunu ifade eden şekilli kıssaları, özlü sözleri falan 2300 katlı çelik konstrüksiyon bi binanın gökyüzündeki bulut gibi abstrakt hali. insanlar o bulutu alıp bi çubuğa sarıp yiyorlar, tadından keyif alıyor, biraz düşünüp başka konuya geçiyorlar kolaylıkla. ben orada takılıyorum. o 2300 katın planını inşasını her bir cıvatasına varanda gelen yükü aynı anda görebilmeyi feci istiyorum. şımarıkça ve çok boş beleş bi arzu da işte, çok güçlü ya.

    o yüzden olaydı bir din diyorum, öldükten sonra her şeyin bilgisini vaat eden, nasıl mutlu olurdum. evrendeki her atomun hareketine varanda tüm etkileşimleri neden sonuçları transient olarak ama zamanın başından sonuna kadar aynı anda görebilsen... lüp diye... ve çok mantıklı da olurdu bak bu. tüme varan bir anlayış. birinci fazda bizzat o dengelerin içinde yaşayıp o denklemlerdeki bir girdi ve çıktı oluyorsun, örnek örnek bununla tanışıyorsun içinde yaşayarak. ikinci fazda ise hop denklemden çıkıp sadece gözlemci oluyor, bütünü seyrediyor ve anlıyorsun. bundan güzel cennet m’olurdu da işte, ne yazık ki yok.

    velhasıl, “hiçbir şey göründüğü gibi değildir” diyip bilge bilge uzak ufuklara bakarken yanından garson geçince “abi bize 2 tuborg daha ya” diyebilen abilere çok özeniyorum. kitleniyorum çünkü ben orda, her şeyin göründüğü gibi olması, sadece benim bi bok göremiyor olmam fikri feci kaşıntı yapıyor.
  • "bu dünyada hiçbir şey göründüğü hatta yaşandığı gibi değil, her şey hatırlandığı gibi!"

    [barış bıçakçı / aramızdaki en kısa mesafe]
  • bir doğrunun tersi yanlıştır ama derin bir doğrunun tersi başka derin bir doğru olabilir.

    niels bohr
  • çoğu zaman insanlar hatta caniler bile haklarında verdiğimiz hükümlerden çok daha saf temiz ruhlu olabilirler.

    karamazov kardeşler.
  • evet, değildir. 5 duyumuzla algıladıklarımız, gözümüzle gördüğümüz, elimizle tuttuğumuz şeyler bile göründüğü gibi değildir.
    görüşümüz çoğu zaman objektif değil, sübjektif yani önyargılı, bize bağlı, kişiseldir. hatta gerçek, (şey) bakılan yere göre, durulan yere göre de değişir. ve gerçek şu veya bu nedenle bazen görünmek istemez, örtülüdür; gizli, gizemlidir.
    insan ise, doğası gereği -dedik ya, sübjektif-gerçeğe mesafeli, baktığı şeyi görmek istediği gibi görür.
    henrik nordbrandt "bir şeyi göründüğü gibi değil de, olduğu gibi görmek güç" diyor.

    mevlana'ya göre kâinatta tüm sebepler, görünmeyen hakiki sebeplerden meydana gelir. hakiki sebep görünmeyen alemin hikmetindedir.
    " bu sebep kelimesinin anlamı nedir denir ise, ' iptir' diye cevap ver. bu ip bu kuyuda işe yarar. çıkrığın dönmesi ipin sarılıp koyverilmesine sebeptir. fakat çıkrığı döndüreni görmemek hatadır."*
    burada mevlana'nın "çıkrığı döndüren" ile yaratıcı'yı kast ettiği aşikârdır.
    görünen ne varsa, arkasındaki görünmeyen neden bu mudur? mevlana'ya katılıp katılmamak herkesin kendi bileceği şey.
    mevlana tabii ki, kaderi de aynı nedene bağlar.
    görünenin arkasındaki gerçeği arayanlardan marx, farklı bir yönü işaret etmişti.
    " görünenle gerçek bir olsaydı, hiç bilime ihtiyaç olur muydu?"

    hayat, düz ve basit değil. deniz suyunun neden mavi göründüğünden dünyanın herhangi bir yerinde olan bitene kadar hiçbir şey göründüğü gibi değil. kendimizi, görünenin arkasındaki görünmeyeni görmek (siyah bir örtünün üzerindeki siyah karıncayı görebilir misin?)* üzere biçimlendirmek, önce kendimize olan görevimiz.

    başlarken, mevlana'dan bu kadar söz edeceğimi düşünmemiştim. fakat elimden böyle çıktı. uzun zaman önce başka bir başlıkta yazdığım mevlana'nın bir sözüyle bitireyim bari, tam yeri. hayatın diyalektiğine, koşulların, bakışımızın, böylelikle görünenin değişebileceğine güzel bir örnek;

    "hiçbir şey göründüğü gibi değildir, bugün hayat veren su yarın sizi boğabilir."
  • önyargıdır. hem benzer anlam içeren hem de önyargının düşmanı olarak nitelendirebileceğimiz sözse, olsa olsa, her şey göründüğü gibi olmayabilir olabilir.
hesabın var mı? giriş yap