• "hikmet; eşyâyı lâyık ne ise eyle bilmek ve ef’ali lâyık nice ise eyle kılmaktır!”

    (bkz: kınalızâde ali efendi)
  • gazap pehlivan günler boyunca üstün geldi. bu kavga festivali başlayalı otuz sekiz gün olmuş, gazab’ı bizim taraftan mağlup eden çıkmamıştı. nur perisinin elindeki kürenin sağ tarafını da karanlık kaplamaya başlamıştı. hürmüz’ün veziri salah yanımıza gelerek, gazab’ı ancak hikmet pehlivanın öldürebileceğinden bahsederek, ertesi gün ortaya çıkmasının hürmüz tarafından emredildiğini söyledi….çadırımıza döndüğümüzde rehberim gayet ciddi bir tavırla:

    - bu hikmet pehlivan kimdir biliyor musun, dedi

    - hayır, cevabını verdim.

    - hikmet pehlivan sensin. bu gece uyku uyumanın zamanı değildir. yarın ehrimen’in ikinci pehlivanı gazap ile çarpışacaksın. gecenin geri kalan kısmını ibadet ve kılıç eğitimi ile geçireceğiz, dedi.

    hayretimden dona kaldım. bana bu kadar önemli bir görev verileceğini aklımdan bile geçirmemiştim. özellikle adımın hikmet pehlivan olduğunu bilmiyordum.…güneşin doğuşu ile birlikte atıma binerek hazırlandım. gazap ortaya çıktı. karşısına dikildim. adımı sordu.

    - hikmet pehlivan, dedim.

    bana,

    - behey biçare! senin gibi mazlum ve kendi halinde bir abdal benim gibi kükremiş bir arslan ile dövüşebilir mi? hadi defol git! sen zararsız bir bunaksın. senin kanını dökmek bana yakışmaz dedi.

    ben de cevaben:

    - senin beni yeneceğini hiç sanmıyorum. acaba zırzopluğuna mı güveniyorsun. hadi fazla konuşma, ölümüne hazır ol, dedim.

    gazap kızdı ve üstüme hücum etti. kendimi bu devin öldürücü darbelerinden kurtarmak için çok çevik olmak zorundaydım. akşama kadar uğraştık. bana bir darbe bile isabet ettiremedi. yalnız ben de bu deve bir şey yapamadım.

    ertesi sabah üzerime saldıracak vaziyet aldı. rehberimin verdiği taktik icabı:

    - vay başında ne var, dedim.

    elini başına götürdü. ben de zırhsız olan koltuğunun altından tam kalbine doğru kılıcımı salladım. gazap korkunç bir nara atarak yere düştü. kan kusmaya başladı. ehrimen tarafından öfkeli feryatlar göklere çıktı.

    nur perisinin elindeki küre baştan başa nur olmaya başladı. öğleye kadar birçok düşman temizledim. yalnız öğle vakti karşıma yüzü örtülü bir pehlivan çıktı. beyaz bir filin üzerindeki bu pehlivan meydana çıkar çıkmaz, ehrimen’in yüzü sevincinden hileli bir ürperme ile doldu. hürmüz son derece üzüldü. nur perisine dönerek:

    - izid, izid! maksadın nuru mahvetmek mi? merhamet…merhamet…merhamet…dedi.

    izid:

    -ehrimen’in hakkıdır. ne yapalım, istediğini çıkarır, cevabını verdi.

    ehrimen gülüyordu. hürmüz kederli boynunu büktü.

    - emir senindir, dedi.

    yenileceğime işaret olan bu konuşmayı herkes gibi ben de duyuyordum. file binmiş olan pehlivan gururla meydanı dolaştı. gök gürültüsüne benzer bir nara attı:

    - ey benim kudretimi inkar eden gafiller! bilin ki ben pehlivanlar pehlivanı, kahramanlar kahramanı nefs-i emmare’yim. şimdiye kadar teker teker yenemediğim hiç kimse yoktur. ben beş bin şekle girerim. bin türlü silaha sahibim. (bana dönerek) ey miskin hikmet! gel kendi rızan ile teslim ol! seni en iyi şekilde kullanayım. sen abdal ve aciz bir yaratıksın. benim elimde bir sinek kadar değerin yoktur. fakat her nedense seni seviyorum. çünkü bana hizmet ettiğin oldu. hadi kılıcını teslim et de kurtul, dedi.

    ….hiçbir teslim olma teklifini kabul etmedim. bunun üzerine kavgaya başladık. ben bildiğim vuruşların hepsini denedim. hiçbir etkisi olmadı. nefs-i emmare bana karşılık vermeye tenezzül etmiyor, durumuma gülüyordu. nihayet en etkili olduğunu bildiğim son darbe olan “azm-i kavi” (sağlam azim, irade) adındaki darbeyi indirmeyi tasarladım. vurmaya uygun bir vaziyet almak için çalışmaya başladım. emmare işi anladı:

    - ya!…beni mutlaka yok etmek istiyorsun demek! dur öyleyse dedi. ve tam kılıcı böğrüne sokacağım sırada yüzündeki perdeyi kaldırdı. hayal edemeyeceğim bir güzellik gözlerimi kamaştırdı. kılıç elimden düştü. emmare kemerimden tutup beni filin üzerine aldı. ehrimen’in huzuruna getirdi, teslim etti….

    ben yenildikten sonra, izid’in elindeki küreden yavaş yavaş nur kalkmakta ve karanlık her tarafı kaplamaktaydı. ehrimen tarafı galip gelmişti:

    - karanlıklar! karanlıklar! aslolan karanlıklardır. galip geldik, diye bağırıyorlardı.

    bizim taraf ise:

    - ey nurun nuru. nurunu kaldırma, diye yalvarıyordu.

    hürmüz, nur perisinin önünde secde etti.

    - eşsiz izid! medet, medet! senden medet! senin başın, senin hakkın için, dedi.

    hürmüz başını secdeden kaldırmıyordu. ehrimen ise başını göğe doğru kaldırmıştı. karanlık, küreyi o derece kaplamıştı ki, ancak kenarında bir nokta kadar nurani lekecik kalabilmişti. işte o sırada uzaktan bir ses işitilmeye başladı. bu ses, erkekçe olduğu kadar latif, latif olduğu kadar erkekçe idi. şarkı söylüyordu. nihayet karanlıkların içinde, yüzünün nurundan etrafı aydınlanan ve bu şekilde kendisi tamamıyla fark edilen bir süvari göründü. dört ayaklı, altın boynuzlu, neft yeşili renginde bir ejderhaya binmiş olan bu pehlivan; güzellik timsali yahut güzellik kaynağı denecek kadar güzeldi. kıvırcık ve kestane rengine yakın, daha doğrusu bazen siyah, bazen kırmızımsı görülen kıvırcık saçları omuzlarına dökülmüştü. başında kıymetli taşlarla süslü bir taç, üzerinde yeşil renkli ipek bir elbise vardı. şarkı söylüyordu. biz de ürkek ürkek o yüce sesi dinliyorduk:

    ben oyum ki, heybetim kainatı titretir
    ben oyum ki, kuvvetim herkese üstün gelir
    ben oyum ki, her kim olsa önümde boyun eğer
    ayak bastığım toprağa, insanlar secde eder
    ben oyum ki, kahramanlar arasında yoktur benzerim
    kahramanlar zümresi hizmetçileridir kale’min
    ben oyum ki, adalet terazimde eşittir tüm insanlar
    bence hep aynıdır köleler ve şehinşahlar
    kılıcıyım kısaca izid’in azamet ve kudretinin
    aşk’ım ben, heybetim kainatı titretir

    (amak-ı hayal'den)
  • “aklın işlerinde beş duyu verilerinin dahli olmadığı gibi, nübüvvet meselelerinde de aklın dahli olmaz zira peygamberlik tavrı aklın ötesindedir” buyurmuş imam-ı rabbani hazretleri.

    nübüvvet verilerinin aklın ötesinde olması onları akılla tahkik edemeyeceğimiz manasına gelmez. aklın bu tahkikine “tefekkür” denilir ki, hadis-i şerifte bir saatinin 80 yıllık nafile ibadete bedel olduğu belirtilmiştir.

    burada başıboş değil, bağlı ve teslim olmuş bir akıl sözkonusudur. pergelin bir ayağı saplı olduktan sonra diğer ayağı bütün dünyayı devr edebilir. böyle bir aklın bulgularına “hikmet” denilir ve hikmet mümin’in yitik malıdır. başıboş ve teslim olmamış bir aklın faaliyetine ise “felsefe” denilir. böyle bir akıl faaliyeti deccal ve bağlılarının nasibidir.
  • hikmet, kainatta işleyen düzenin insan zihnince fark edilmesi, değerlendirilmesi ve bu sürecin sonunda onda hasıl olan bir ahenktir, armonidir. bir diğer deyimle, zihnin kendisini kainattaki düzene göre akord etmesidir.
  • söyleyebileceklerimin söylenmiş olanlar kadar tesirli olabileceğine inansaydım hikmete dair bir kaç söz söylemeyi en azından denerdim ama ne mümkün. alıntılar anlatsın:

    "gerçek hikmet bir şeyi iyi öğrenmek ve sonra uygulamaktır."

    "işittiği hikmetli bir sözün ardından feryad edip oracıkta can veren genç-yaşlı hakikat yolcularına dair menkıbeler vardır evvel zaman kitaplarında. biz şimdi öyle değiliz. ne hakikatle, ne onu bize getiren hikmetle münasebetimiz öyle değil. evvel zaman kitaplarını okuyoruz, hakikat yolcularından haberdarız, ceplerimizde istediğimiz kadar hikmetli söz biriktirme imkanına da sahibiz iyi kötü. ama biz öyle değiliz yine de; bir anda soluğu kesiliverecek kadar hakikate amade değil sadırlarımız, kendi varlığından bir anda geçiverecek kadar aşka mübtela değil canlarımız."*

    ve bir eski zaman menkıbesi:

    "fakir bir derviş, talebe okutacak bir okulu olmayan bir arapça hocasına rast gelir. hoca derslerini şehrin duvarına tebeşirle yazarak vermektedir. derviş, hocaya kendisinin de okuma yazma öğrenip öğrenemeyeceğini sorar. dervişin samimiyetinden etkilenen hoca ona ücretsiz ders vermeyi kabul eder. duvara tek bir çizgi çizer ve açıklar; 'bu elif, alfabenin ilk harfidir' der. derviş başını eğer, hocaya teşekkür eder ve oradan uzaklaşır. ilk derste alfabenin en az yarısını öğretme adeti olan hoca şaşırır. bu eğitim uzun bir süreç olacak gibi görünmektedir.

    derviş ne ertesi gün ne de ertesi hafta gelmez ve sonunda hoca onu tamamen unutur. aylar sonra derviş gözleri gönül ışığıyla parlayarak gelir. hocayı hararetle selamlar ve ikinci derse hazır olduğunu söyler. hoca içinden 'bu hızla alfabeyi asla bitiremeyecek' diye düşünür, ama dervişe 'tamam. şimdi ilk dersimizi tekrarlayalım. elif harfini duvara yaz' der.

    derviş elif harfini yazar ve duvar yıkılır gider."*

    "...
    değerli olduklarını iyi kötü biliyoruz aslında. boşuna mı biriktiriyoruz bunca sözü? hikmet koleksiyoneri olup çıkmadık mı her birimiz? nasibimiz ne peki bunca meşguliyetten? mesela pul biriktirenlerin pullarla ilişkisinden farklı mı hikmet biriktirenlerin hikmetle ilişkisi? onları birer etiket gibi oraya buraya yapıştırıyoruz sadece. sözümüzü haklı çıkarmak için iktibas ediyor, hafızamızda hazır kıta bekletiyoruz. oradan buradan altyazı ile geçiriyor, insanlığımızı tahkim etmek için ardımıza fon yapıyoruz. altına müzik de döşüyoruz çoğu zaman. birer aksesuar gibi imajımıza ekliyor, bize bakan gözlere hikmetli bir görüntü vermeye çalışıyoruz.

    dilimizle söylüyoruz, kulağımızla işitiyoruz, tepe tepe kullanıyoruz. ama içimizde değişen bir şey yok. kabuklarını açmıyoruz, özlerine dokunmuyor, kalbimizle dinlemiyoruz. onlar da yanımızda dolanıp duruyor, kendilerini gösteriyor ama sırlarını bize açmıyorlar. hakikatle aramızda kalın perdeler var. yanı başında duruyor olsak, durmadan ondan bahsetsek, birbirimizi onlarla etkilemeyi başarıyor olsak bile ölesiye sağır sanki bizim kalplerimiz! ya da biz, sağırlaşmışız sanki bütünüyle kalplerimize!

    varsa mecalimiz, değiştirmeye buradan başlamalıyız her şeyi.

    çünkü kalp ki, asli vatanıdır hakikatin."*
  • "modern zamanlar" dervişlerinden birinin, kılavuzu ilham olan ve doğasındaki bütün perdeleri, engelleri, karışıklıkları kaldırmış eski zaman "matematikçi şair"lerinden birini konuştururken yazdıklarına bakılırsa hikmet, "...yurtsuz, mekânsız, mekânetsizdir. su gibidir. kokusu rengi olmaz. ayna gibidir, içi sırlanmıştır, dışı mücellâdır. ona bakınca kendini görürsün. hikmet, kendini görmektir."

    âşık, yazdığı varlık risalesinde hikmete ulaşmak için insanların dört yol üzerinde yürüdüğünü söyler:

    "...birinci yoldakiler, çekişmeyle, doyurucu delillerle yetinen, ona ilişkin olarak bu bilgiyi yeterli görenlerdir. bunlar kelâmla, kelâmın imkânlarıyla uğraşmayı yeğliyorlar.

    ikinci yoldakiler, akıl ve mantığın kurallarıyla yetiniyor, diğerlerinden daha güç bir yolu seçiyorlar. akılla nihaî yakîne ulaşacaklarını sanıyor, aldanıyorlar.

    üçüncü yoldakiler, .... onun niteliklerinin asla bilinemeyeceğini söylüyorlar. bilgiyi ancak bunu fark etmiş olanların sözlerinde aramak gerekir, diyorlar.

    geriye benim gibi bilgiye, düşünce ve istidlalle değil batınî varlıklarını, hâllerini arıtmayla ulaşabileceğine inanan sufiler kalıyor. bunlar akıl ve bedenin ağırlıklarından kurtulup katışıksız öz haline gelinceye kadar arınıyorlar. o zaman akıl manevi dünyayla yüzyüze geliyor ve onda her türlü kuşkudan uzak apaçık yansıyor. yolların en esenliklisi olarak bunu gördüm."

    (bkz: ömer hayyam)
    (bkz: şey)
    (bkz: sadık yalsızuçanlar)
  • illa erkek ismi olması gerekmiyor (bkz: annem)
  • uzun süredir yanlış anlamda kullanılan bir terimdir. hikmet alaya alma, dalga geçme anlamına gelir. kelimenin aslı hıkmet'tir. hükm kökündendir. hakim, hüküm kelimeleri ile ortak köktendir.

    aslında fenalıktan, kötülükten engelleme anlamındadır. bununla birlikte zaman içinde felsefeden bilime kadar birçok yan anlam kazanmıştır.
  • "hikmetin başı (evveli) allah korkusudur." demişlerdir.

    değerli kardeşim bil ki

    allah seni istediği an istediği şekilde mahv ve perişan edebilir.

    bu sebeple hiçbir şeyine güvenme. seni allah'tan koruyacak, o'nun sana azap etmesine, seni sürüm sürüm sürümdürmesine engel olacak hiçbir şey yoktur.

    sana bir şey borçlu olmadığı gibi, vereceğin fidyeye ihtiyacı da yoktur.

    şimdi bunu nefsine iyice bellet ki, korksun. çünkü nefs gerçek anlamıyla korkmadan, kendisi için tahkim ettiği topraklardan çıkmaz, orayı asla terk etmez.

    nefsin seni dünyanın geçici zararlarıyla korkuttuğu an sen de onu rabbinin kalıcı zararlarıyla korkut.
  • nazim hikmet ran'in gobeginin adi.
hesabın var mı? giriş yap